Serbest Köşe – Ümit Şit / 2019 Mayıs / 78. Sayı
18. Yüzyılın sonlarında ve 19. Yüzyılın başında sömürgeci devletlerin sömürülen devletlerden sömürdüğü ham maddelerin çokluğu, insan gücüne dayalı ekonomik faaliyetlerin yerini makine gücüne bırakmasına sebep olmuş ve teknolojik buluşlarla birlikte endüstri ve makine gücüne geçiş dönemi gerçekleşmiştir. Bu geçiş tarihte sanayi devrimi olarak adlandırılır. Bu dönemdeki gelişmelerin insanlık tarihi üzerindeki etkileri oldukça fazladır. Bu dönemde önemli gelişmeler olmuştur.
Toplumda sosyoekonomik ve sosyal yaşantıdaki kültürel değişimler bu dönemde başlamış ve hız kazanmıştır.
Bu değişimler buhar gücünün kullanılmasıyla başlamıştır. İngiltere’de kömürün yakılmasıyla üretilen buhar gücünün, ticari hayatta ve tekstil üretiminde kullanılması ile birlikte kas gücü yerine güçlü makinelerle üretime devam edilmesi bu dönemde ortaya çıkmıştır. 19. Yüzyılın ilk yirmi yılında, özellikle makine parçası ve üretimde kullanılan aletlerin geliştirilmesi ile endüstride kullanılan makine gücü üretimi hızlandırmıştır. Kurulan tarım ve tekstil fabrikalarında çalışmak için büyük kentlere göçler başlamıştır.
Bu göçler şehirlerdeki nüfusu artırmış ve köylerdeki nüfusu azaltmıştır. Kalabalıklaşan şehirlerde daha çok evlere ihtiyaç duyulmuş ve insanlar gibi beton yapılarda çoğalmıştır. Hatta beton yapılar için yer kalmayınca üst üste daire şeklinde inşa edilmiş olan ve adına site denilen yapılar ortaya çıkmıştır.
Biz sanayi devriminin tarihini işleyecek değiliz. Sadece şu soruyu sormak istiyoruz. Köylerden şehre inen insanlar şehirde daha mı mutlu oldular? Bu sorunun cevabını günümüzde anlamaktan fazlasına sahip insanlarla karşılaşmaktayız ama şehirler ellerimize, zihinlerimize o kadar kelepçe vurmuş ki kurtulamıyoruz. Şehirler bizleri ben yaptı. Benlikler çoğalırken bizler azaldık. Aslında benim diyenler yalnızlaştılar. Her aile önce akrabalardan uzaklaşarak yabancılaştı ve daha sonra ise bencil her fert aileden uzaklaşarak birbirilerine yabancılaştılar. Şehirler, üretimin merkezi oldu ama tükenen hep biz olduk. İşte kapitalizmi böyle doğurduk. Üretim adı altında birçok insanı bünyesinde tüketti. Modernleşme dediler adına ve tapınmaya başlanıldı elleriyle yaptıkları makinalara. Peki bu modernizm bize ne verdi bizden ne aldı? Bu hesabı hiç yapabildik mi? yapamadık. Çünkü zamanımız hiç olmadı düşünmeye. O kadar çok sorunlarımız vardı ki düşüncelerimizi esir aldı. Esir alınan sadece düşüncelerimizle de kalmadı yaptığımız işlere de sıçradı. Araçlar anaçlaştırıldı. Yaratılışımız unutturuldu. Varlığımızı sorgulama kabiliyetimizi kısırlaştırdılar. Artık onlar neyi ne kadar sorgulamamızı isterlerse o kadar sorgulayabiliyoruz. Peki onlar kim? Onlar bizim kadim düşmanlarımızdır. Peki bizler kimiz? Bizler sadece Allah’a teslim olanlarız. Yani bu dünyayı ve dünyadaki insanları yaratan tek ilaha. Yani buharlı makineleri icat eden mühendislerin yaratıcısı olan Allah’a iman etmiş ve teslim olmuş olan Müslümanlarız. Bu sanayi devrimi neyi kolaylaştırdı bunu merak ediyoruz. Üretimi kolaylaştırdı diyorlar. Peki üretilen ürünleri sağlamlaştırdı mı? Hayır. Sanayi devrimi neyi kolaylaştırdı? Hızlı üretimi diyorlar. Peki ne acelemiz vardı ki? Bizim acelemiz yoktu ama zengin olmak isteyenlerin acelesi vardı. İşte kapitalizm dininin köleleri böyle ortaya çıktı. Fabrikalarda ve bu fabrikalara dolaylı olarak bir zincir sistemi olarak bağlı olan kuruluşlarda zengin olmak adına insanları günde 12 saat veya 8 saat kendilerine çalıştırmak isteyenler çoğaldı. Onlarında hesapları tutmadı. Çünkü kendilerini zengin yaptıklarını zannedenlerin üstünde hep daha zengin vardı. Aslında kendini zengin zanneden kişi aslında bir başkasının kölesiydi. Ta ki en üstteki zengin kişiye çıkana kadar durum hep böyledir. Modern kölelik sistemi işte tamda budur. Eskiden köleler köle olduklarının farkındayken şimdiki köleler efendi olduklarını zannederek köle olarak yaşamaktadırlar. Olayın gerçek yüzüne şahit olmamaları için kendilerine kendi gibi insanlar tarafından bir takım seçim hakları verilmiştir. Ancak bu seçim hakları sadece kendilerinin köle olmadıklarına yine kendilerinin inanması için ortaya çıkarılan bir yalandır. Seçiyorsam özgürüm felsefesinden doğan koca bir yalan. Aslında kendilerine hizmet için seçtikleri insanlar aslında efendileridir. Efendileri biz sizin hizmetçileriniz demektedirler. Bu edebiyat saltanata geçinceye kadar kurgulanmış evrensel bir yalandır. Oysaki hizmet eden seçenlerdir. Seçilenler efendidir. Seçilenler hep zenginleşirken seçilenler neden hep fakirdir. Seçilenlerin fatura ödeme, kira ödemesi, vs. gibi ödeme sorunları olmazken, seçenlerin nasıl oluyor da üstün olmalarına rağmen sorunları her daim söz konusudur. Çünkü böyle bir sistem kula kulluk sistemidir. İşte peygamberler de bu sistemleri yıkmak için gönderilmiş elçilerdir. Her peygamber kendilerine tabi olanlarla beraber aynı hatta daha fazla sıkıntıyı yaşamışlardır. Halklar aç kaldıysa peygamberler misli ile aç kaldı. Kavimler korkutulduysa peygamberleri misliyle korkutuldu. İnsanlara bir musibet geldiyse tabi oldukları peygamberlere bin musibet isabet etti. Çünkü onlar kula kulluk eden köle toplumlarını Allah’a kulluğa çağırmak suretiyle aslında zenginliğe, bolluğa, mutluluğa, huzura, hür olamaya çağırmaktadırlar. Tıpkı firavun toplumu gibi. İsrail oğulları köle olduklarının farkında değildiler. Firavunun önlerine attığı üç beş dünya metaını özgür olmak zanneden kölelerden ibarettiler. Aslında firavunun kendi saltanatını korumak adına verdiği dünyalıklar o kölelerin mutluluğuna dönüşmüştü. Halbuki en ağır işlerde çalışanlar kendileri, sıkıntı çekenler kendileri, bunalıma girenler kendileri, zengin olma çabasıyla boşa kürek çekenler yine kendileriydiler. Böyle köle toplumuna Allah, Hz. Musa aleyhisselâm’ı göndererek gerçek özgürlüğe çağırmaktadır. Onları firavunun devletinden kurtararak Allah’ın Rab olduğu devleti inşa etmek adına mısırdan çıkarmak için gönderilen Musa aleyhisselâm, köleliğin iliklerine işlemiş olduğu bu toplumla bayağı uğraşmıştır. O kadar çok köle hayatı yaşamışlardır ki özgürlüğe giderken çektikleri meşakkatler ağır gelmiştir. Çünkü hür olarak yaşamayı ve gerçek zenginliği tahayyül edememektedirler. Kendilerine biçilen sınırların ötesine geçmeyi felaket olarak nitelemektedirler. Bedenler hazlar ile uyutulurken ruhları tembelleştirilmiştir. Şimdiki televizyonlar gibi firavununda uyutma seanslarına yardımcı olan sihirbazları mevcuttu. Kölelikten fıtrat gereği bunalan insanlara uyanmamaları ve bir an olsun suni bir rahatlama sevinci yaşatmak adına sihirbazlar sahneye çıkar ve eğlendirirler, gündemi değiştirirler, firavunun saltanatının önüne set olurlardı. Hadi gelin Allah yolunda şöyle şöyle fedakarlıklar da bulunun da Allah sizi kölelikten kurtarıp efendi yapsın denilince, gidecekleri yolun zorlukları onları caydırmaktadır. Bu yolda sadece bıldırcın eti var derler, korku var derler, insanların kınamaları var derler, dünyayı biz mi kurtaracağız diyen itaatkâr köleler bile hep var olmuştur. Çünkü onlar çeşit çeşit yemeğe karşılık ahiretini satan dünyada ise zilleti kabullenen köleliği, kölelik kabul etmemektedirler. Oysaki Müslüman adını onlara koyan Allah’tır. Allah’a teslim olan demektir. Bir insan aynı anda nasıl iki varlığa teslim olabilir ki? İsrail oğulları Allah’ı bilirlerken aynı zamanda firavuna farkında olmadan kulluk etmekteydiler. Firavunun sisteminde zenginleşen firavunlarken, İslâm’ın sisteminde zenginleşen hep halk olmuştur. Allah yolunda başımıza bir meşakkat gelse söylenmeye başlarsak bizlerde köle zihniyetinden kurtulmuş olmayız.
İşte gelişen teknoloji sadece hızlılığı geliştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Köylerden kentlere göçen insanlar fıtratlarından ödün vermişler, dinlerinden uzaklaşarak dünyevileşmişlerdir. Dünya ya daha çok bağlanarak ölümden ise oldukça uzaklaştıklarını zannetmişlerdir. Oysaki bu kadar seri üretim, tüketimi çoğaltmakta ama kalite namına ortaya bir şey koymamaktadır. Bu kadar teknoloji insana hala mutluluğu bulduramamaktadır. Beton bloklar ile çevrili şehir hayatı insanları daha çok strese sokmakta ve ruhi hastalıklara sebep vermektedir. Yeşil alanların olmayışı çocukları teknolojik oyunların tuzaklarına itmekte, bu oyunlar hem ahlâkı hem de sağlığı ciddi manada etkilemektedir. Günümüzdeki insanlar her şeyden şikayetçilerdir. Bu konuda haklıdırlar. Çünkü hep bir şey eksiktir. O da kalptaki güven duygusudur. İnsanlarda emin olmama hali hep uyanıktır. Geleceğe dair emin olamama kaygısı hep yük olarak taşınmaktadır. Bu yüzden çok çalışmak ve yeterince biriktirme arzusu saplantıya dönüşmüştür. Halbuki dünya bir yolculuk halidir. Yolculukta ise azık hep belli şeylerden oluşur. Ancak dünyaya kazık çakma arzusu söz konusuysa tabi ki helal haram demeden kazanma hırsı galip gelecektir. Velhasıl sanayi devrimi ile insan modernleşeceğini, modern olduğunda ise huzuru bulacağına inanmıştı. Ancak günümüzde belli olmuştur ki huzurlu insanlar yerine huzursuz, menfaatperest insanlar türemiştir. Menfaatperest bir toplum ideolojik düşünen bir toplumdan çok farklıdır. İdeolojik düşünen toplum yolun çamuruna, dikenine aldırmadan hedefe ulaşmak adına fedakarlıklarla yol almaktadır. Menfaatperest bir toplum ise yolun çamuruna, evin çatısına, yemeğin çeşitliliğine önem vermektedir. Bu menfaatlerden birisi kesintiye uğradığında hemen gerisin geriye dönüveren bir anlayışın sahibidirler. Bu yüzden İslâm’ı dava edinmekten çok belirli ibadetleri yapmakla kendilerini sınırlandırmışlardır. Bu sınırı öncelikle firavunları daha sonra ise nefisleri istemektedir. Kendi öz canlarında bu gidişatın yanlışlığını hissetmektedirler ancak ağızlarının tadının kaçmasından korkmaktadırlar. Modernizm çağdaş insan yerine çağdaş köle yetiştirmiştir. Köleler, köleliklerinin bir an olsun farkına vardıklarında buhrana, bunalıma girerek intihar etmektedir. Çünkü hızlı üretim hızlı tüketimi beraberinde getirir. Hızlı yaşayan hızla tükenir. İslâm ise hızlı yaşamayı değil kaliteli yaşamayı bize lütfeder. İnsanlık şehirlerden aynı hızlılıkta olmasa da köylere yönelime geçmektedir. İçlerindeki yeşile, toprağa, denize, kuşların sesleri ile ortaya çıkan sessizliğe olan özlemi durduramamaktadırlar. Beden hazları istemekte ama ruh özgürlük duygusunu arzu etmektedir. Bu durum insanda bir iç çatışmaya sebep olmaktadır. İnsanlar artık köyden şehirlere değil, şehirlerden köylere dönmektedirler. Peki özgür olmanın özünü oluşturan İslâm’a ne zaman dönecekler? Ne zaman zincirlerini kıracaklar? Ne zaman betonlar içinde cennetin kokusunu alacaklar? Ne zaman eşyanın gerçek sahibi olan, gerçek manada Gani olan Allah’a yönelecekler? Ne zaman suni liderlerin prangalarından kurtularak, gerçekten bu ümmetin öncüleri olmak için yarışacaklar? Ne zaman insanların yazdıkları kitaplardan kısmen uzaklaşarak insan eli değmemiş olan kitabı okuyacaklar? Gerçekten ne zaman köle olmaktan sıkılarak sadece Allah’a kul köle olmayı şeref kabul edecekler?
Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. (Ra’d, 28)










