Kavmiyetçiliğin İslâm Ümmetine Zararları

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2016 Kasım / 48. Sayı

Hamd; müslümanları tek bir ümmet kılan ve onları şeytanın safına tabi olmaktan sakındıran Allah’a,

Salât ve Selâm ise; Tüm İslâm dışı sistemlere karşı duran ve İslam sancağının altında toplanmayı emreden efendimiz Hz. Muhammed aleyhisselâm’a;

Allah’ın affı ve mağfireti ise sadece İslâm’a mensup olmakla övünen ve diğer tüm batıl fikirlerden ve ideolojilerden uzak duran müminlerin üzerine olsun.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin bu ümmete yaptığı en büyük nasihatlerden biri de vefat edeceği zamana yakın, veda hutbesi diye bilinen ve ümmeti için en çok endişe ettiği hususlarla ilgili olarak verdiği nasihatlerdir.

Bu nasihatler içerisinde konumuzla ilgili olarak verdiği mesajlar gözden uzak tutulmaması gereken esaslardır. Nitekim şöyle buyurmaktadır Rahmet Peygamberi:

 “Ey İnsanlar, Rabbiniz birdir. Hepiniz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise, topraktandır. Allah katında en şerefli olanınız, takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arab olmayan üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Arab olmayanın da Arab üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Siyahın beyaz üzerine bir üstünlüğü yoktur. Beyazın da siyah üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir.”(1)

Görüldüğü gibi asıl övünülecek husus, İslâm sancağı altında bir araya gelmek ve İslâm’a mensubiyettir. Kişiyi üstün kılacak olan ailesi, kavmi, toplumu ve cemaati değildir. Asıl üstünlük takva sahibi olmaktır. Allah’ın emirlerine olan teslimiyettir. Kardeşlik bilincine sahip olup ümmet olabilmektir. Yaratılıştan kaynaklanan farklılıklar hususunda kendisi gibi olmayanı ötelememek, ona sıcak davranıp, samimi olabilmektir. Dost ve sırdaş olabilmek, İslâm kardeşliğini karın kardeşliğinden üstün tutabilmektir. Kardeşine yardımcı olabilmek, ona şefkat kanatlarını gerebilmektir. Renk ve dil ayrımı gözetmeksizin farklılıkları uzaklaşmak şeklinde değil de uzlaşmak olarak görebilmektir. Ümmet olabilmenin tüm ilkelerini öğrenip uygulayabilmektir. Kavmini, kabileni ve cemaatini kutsayıp hatada ve kusurda ortak olmamak, onları mutlak itaat mercii olarak görmemektir. İşte ümmet olmak dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna kadar her yeri ve içinde yaşayan müslüman kardeşlerini bir bütün olarak kendinden görebilmektir. Onlarla aramıza uçurumlar koymamaktır. Bilakis kâfirler tarafından masa başında cetvellerle çizilip ümmete dayatılan sınırları kaldırıp

“O iman, ittihad isterdi bizden, vahdet isterdi

Nasıl “Bünyân-ı mersüs” olmamız lazımsa gösterdi!”

dizelerinde olduğu gibi tek vücut şeklinde ve tek bir ümmet olarak kafirlere karşı durabilmektir.

***

“Emr-i bi’l-ma’rûf imiş ihvân-ı İslâm’ın işi

Nehyedermiş bir fenalık görse kardeş kardeşi.”

dizelerinde olduğu gibi iyiliği emredip kötülükten nehyetmek suretiyle kardeşiyle yardımlaşmaktır. Ona değer verip zarar geleceğini gördüğü hususlara karşı ikaz etmektir. İşte değer verilmesi gereken ve övünülmesi gereken esaslar bunlar olmalıdır.

Bugün İslâm ümmetine karşı her türlü baskı, zulüm ve yok etme politikalarını uygulayan kâfirler, müslümanların bir araya gelmelerini asla istemezler. Bu sebeple de onları daima bölecek, birbirine düşürecek, hatta birbirlerinin kanlarını dökmeyi helal görmelerine sebep olacak planları İslam coğrafyasında yüzlerce yıldır uygulamaktadırlar. Maalesef bu oyunlara alet olan biz müslümanlar tarihten bir türlü ibret alamadık.  

Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

Tarih’i  “tekerrür” diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

Diyor merhum Mehmet Akif. Ne acıdır ki hiçbir zaman ibret alınmıyor, dünyevi istekler ve menfaatler çatıştığında, bir anda tüm değerler rafa kaldırılabiliyor.

Müslümanları bir bütün olarak görmekten korkan kâfirler her fırsatta onların içine ayrılık tohumları ekiyorlar. Bunlara dur diyebilen müslümanlar ise maalesef çok az oldukları için ya yok ediliyorlar veya farklı vasıflarla damgalanıp toplumlarından tecrid ediliyorlar.

Peygamber aleyhisselâm kavmiyetçilik hususunda bir hayli hassas davranmış ve olabildiğince bir şiddetle ümmeti bu pis hastalıktan sakındırmıştır.

“Bir kimsenin cahiliye âdetince, kavim ve kabilesine intisab ederek (onlardan yardım taleb ettiğini) ve onlarla şereflendiğini duyacak olursanız ona: ‘Babanın bilmem nesini ısır!’ deyiniz. Ve bunu açık açık söyleyerek, îmâ ve kinayede de bulunmayınız.” (2)

Hadiste geçen ‘babanın bilmem nesini ısır’ cümlesindeki ‘bilmem nesini’ deyimi “el Henu” kelimesinin çevirisi olarak verilmiştir. Arapça’da bu kelime, anması veya söylenmesi çirkin olan şeyler için kinâye olarak kullanılır. Hadis şerhlerinde bu kelimenin zeker ve ferc ’den istiâre olduğu belirtilmektedir. (3)

Rasûlullah aleyhisselâm’ın ırkçılığa karşı ümmetini uyanık tutması ve ırkçılığın ne kadar kötü ve zararlı bir şey olduğunu göstermesi bakımından bu hadîs, fevkalâde dikkat çekicidir. Irkçılığın ne kadar çirkin bir hastalık olduğunu gösteren başka hiçbir hadis olmasaydı bile, sadece bu hadîs-i şerîf ırkçılığın, soyunu üstün görmenin ve kavmiyetçiliğin, ne kadar adî ve rezil bir husus olduğunu göstermesi bakımından yeterli olurdu.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bütün sohbetlerinde son derece nazik, edepli ve güzel sözlerle meseleleri açıkladığı halde, kavmiyetçilik ve ırkçılık dâvası ile ilgili olarak bu meseleleri ön plana çıkaran ve bayraklaştıranlara karşı, gayet sert davranmış ve onları tahkir ve rezil edici ifadeler kullanmıştır. Bu husus, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir durumdur. Hiçbir meselede bu kadar ağır ifadeler kullanmayan peygamber aleyhisselâm’ın bu tavrı göz ardı edilmemelidir.

Bugün kavmiyetçilik hastalığı müslümanlar arasında canlı tutulmaya çalışılırken kâfirlere baktığımızda tüm şahsi isteklerini bir kenara koyduklarını ve ortak çıkarları uğruna bir araya geldiklerini görüyoruz. Sınırlarını müslümanların dışında kendi dindaşlarına açmışlar, serbestçe birbirlerinin ülkelerinde dolaşabiliyorlar. Ortak para kullanmaya varıncaya kadar beraber olup birlikte kalkınmanın ve gelişmenin yollarını arıyorlar. Ancak mesele müslümanlara gelince onları olabildiğince bölüp sınırlarını daraltmaya çalışıyorlar. Birbirlerine rahat bir şekilde ulaşmalarını engel olacak yolları araştırıyor, gerek vize ile gerek de terör ile olsun kullanabilecekleri tüm zorlukları müslümanların aleyhine olacak şekilde uyguluyorlar. Kendi içlerine sokmamak hususunda çalıştıkları gibi müslümanların birbirleri ile görüşmelerini, birlikteliklerini ve ticaret yapmalarını bile engelleyecek birçok hain planı yapıp uygulamakta gevşek davranmıyorlar.

Maalesef günümüzde müslümanların kendi vatanlarında bile ülke sınırları içinde bir şehirden başka bir şehire ulaşmaları can, mal, ırz vs. gibi endişeler sebebiyle zorlaşmıştır. Doğuda bir vilayete gitmeyi düşünen batıdaki bir kişi oraya ulaşıncaya kadar ya türlü türlü kontrollerden geçmekte ya da yolda başına gelecek olan hususlardan endişe etmektedir. Rahat ve huzurlu bir şekilde seyahat hakkından mahrum kalmıştır. Kendi ülkesindeki kardeşlerine karşı bedenen uzaklaşan kişilerin kalpleri zamanla birbirlerine karşı sevgi hislerinde azalma yaşayacak, zamanla bu buğza ve kin duymaya kadar varabilecektir. Belli bir zaman sonra artık o topraklarda yaşayanları farklı bir ırktan görmeye başlayacak, onları farklı düşünen, farklı konuşan, farklı hareket eden kişiler olarak tanıyacaktır. Maalesef bu durum zamanla karşı karşıya gelmeye ve sınır mücadelesine sevk edecektir. Bunu çok iyi anlayan kâfirler tarih boyunca bunun mücadelesini vermişler ve “böl, parçala ve yut” prensibiyle hareket ederek müslümanların arasına çok tehlikeli fikirsel ayrılıkları sokmuşlardır. Kavmiyetçilik te bu hastalıklar içerisindeki yerini almıştır.

Ümmet olarak, tepkisizlik ya da gecikmiş cılız tepkilerimizle, organlar arası irtibatları oldukça zayıflamış, duyarlığı büyük ölçüde kaybolmuş bir vücudu andırmaktayız. Zira değil karşı koymak için, tıbbî ve insanî yardım için bile bizden olmayan dış ve düşman odakların iznini alma zilletini yaşıyor olduk. Bugün kardeşlerimize bir ilaç veya ekmek göndermemizin bile önüne setler çekilmiştir.

***

“Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamberden?

Ki uzaklardaki bir mü’mini incitse diken,

Kalb-i pakinde duyarmış o musibetten acı,

Sizden elbette olur ruh-i Nebî davacı!..” (4)

Allahu Teâlâ’nın “Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.” (5) buyruğunda geçen “Ve birbirinizle tanışmanız için” kaydını gerçekleştirebilmek bugün için olabildiğince zorlaştırılmış, dikenli teller, mayınlı araziler, gözetleme kuleleri, keskin nişancılar, yüksek duvarlar, tel örgüler, geçiş ve kontrol noktaları ve burada saymayı unuttuğumuz daha bir çok şekilde müslümanların kendi dindaşlarını görmeleri onları ziyaret etmeleri engellenmiştir. Bu söylediklerimiz düşünüldüğünde halkı müslüman olan birçok ülke de bunların yaşanmakta olduğunu müşahede ederiz.

Peki, ne yapmalıyız?

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, “Ancak mü’minler kardeştir” (6) şeklinde, sevgili Peygamberimiz de hadisi şerifinde: “Müslüman müslümanın kardeşidir” buyurmuş, dünyanın neresinde olursa olsun ve hangi zaman da yaşarsa yaşasın bütün Müslümanların din kardeşi olduklarını tüm dünyaya duyurmuştur. Medine’ye ilk olarak teşrif ettiklerinde, Mekke’den gelen Muhacirlerden her birini Medineli Müslümanlardan biri ile kardeş ilân etmiş, böylece ilk İslâm toplumunu, kardeşlik esası ve uygulamasıyla başlatmıştır. Modern dünyanın “toplum dayanışması” dediği ve aradığı oluşumu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, kıyamete kadar yaşayacak olan ümmetine örnek olmak üzere muâhât (kardeşlik) uygulamasıyla, daha ilk İslâm toplumunda gerçekleştirmiştir.

İslâm ümmeti, sınırları İslâm ve imanla çizilmiş kardeşler topluluğudur. Bu bünyeye imandan başka hiç bir şey; ne ırk, ne renk, ne de coğrafya asla sınır çizemez. İslâm kardeşliğinin yegâne belirleyici ön şartı “La ilahe illallah Muhammedur-Rasûlullah” demektir. Bu kelime-i tevhîd’i söyleyen herkes Müslüman’dır ve öteki Müslümanların din kardeşidir.

Bu sebeple Müslümanlar, kardeşliği Kitap ve Sünnet ile ilan edilmiş bir ümmettir. Ve ümmet olma şuurunu asla kaybetmemelidirler.

Gelin “Peki, ne yapmalıyız?” sorusunun cevabını bir de peygamber aleyhisselâm’dan dinleyelim.

“Kim, itaatten ayrılır ve (İslâmi) cemaati terketmiş halde ölürse, câhiliye ölümüyle ölmüş olur. Kim de, ummiyye (gayesiz, hedefsiz iş, asabiyet ve kavmiyet için yapılan savaş) bir bayrağın altında savaşır, asabiyet (kavmiyet) için öfkelenir veya asabiyete (kavmiyetçiliğe)  çağırır veya asabiyete devam eder ve bu esnada öldürülürse, onun ölümü câhiliye ölümüdür.” (7)

İşte hadiste de beyan edildiği üzere kavmiyetçilikten ve ona davet eden her türlü akımdan uzak durmalı, daima ümmet şuuru içerisindeki müslümanlarla birlikte olmalıyız.

Câhiliyye insanının dediği gibi: “Ben ve benim soyum-sopum, kavmim, kabilem her zaman haklıdır ve ne olursa olsun ben kavmimden yanayım” anlayışının kavmiyetçilik ve tefrika olduğunu, İslâm’ında bunu yasakladığının bilmeliyiz. Nitekim bir hadîs-i şerîfte sevgili Peygamberimiz:

 “Zâlim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et” buyurmuştur.

-Mazlum kardeşe yardımı anladık, fakat zâlime nasıl yardım edeceğiz? diye sorduklarında

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

“Onu da zulmünden vaz geçirirsiniz. Bu da ona yardımdır” (8)  buyurmuştur.

Evet, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, Allah’ın elçisi olarak, müminlerin birlik ve beraberliğini bozan, zedeleyen her türlü düşünce ve fiili ile her çeşit kötü ahlâkı yasaklamıştır. Bilhassa İslâm kardeşliği ve İslâm birliğinin en zararlı, en büyük düşmanı olan ırkçılığı şiddetle yasaklamıştır.

“Kim kavmiyetçilik dâvası güderse, cehennemde iki dizi üzerine çökecek olanlardır.” Dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, oruç tutsa da, namaz kılsa da mı?” “Evet!” cevabını verdi. “Oruç tutsa da, namaz kılsa da.” (9)

İşte ümmet bilinci, bu tür habis hastalıkların tümüne karşı kesin tesiri olacak ilahi bir merhemdir. Tek bir Ümmet olmaya dayalı bir bilinci zihinlerimizde ve müslümanların bulunduğu coğrafyalarda yaşanır kılacağımız güne kadar içinde bulunduğumuz bu asırda yaşamakta olduğumuz sıkıntılar şu ya da bu boyutta yaşanmaya ne yazık ki devam edecektir. İlaç her zaman olduğu gibi İslâm’ın ta kendisidir.

Her sistem gibi İslâm da kendi ümmetini ve medeniyetini belli esaslar üzerine kurmuştur. İnançta tevhidi, toplumda kardeşliği ve birliği esas almıştır. Bu esaslar dâhilinde İslam bizler için hem dünyayı, hem de ahireti düzenleyen büyük bir nimettir. Ve bu nimetin değeri asla ihmal edilmemelidir.

Selam ve dua ile…  

————————-

1. Cem’u’l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632.

2. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, 5, 136; Şeybânî, Şerhü Siyeri’l-Kebîr, 1, 90. Bu hadisin sahih olduğu rivayet edilmiştir.

3. Tahavi, Şerhu Müşkili’l-Âsâr, 8/231-238;  Ebû ‘Ubeyd Garîbu’l-Hadîs; İbnu’l-Esîr en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadîs

4. Safahat, s. 164

5. Hucurat,13.

6. Hucurat, 10.

7. Müslim, İmâret, 53-57.

8. Buhârî, Mezalim 4, İkrah 7; Tirmizi, Fiten 68.

9. Hâkim, Müstedrek 4, 298