Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2019 kasım / 84. Sayı
Günümüz dünyasında ölümcül hastalıkların sayısı ve etki alanı çok hızlı bir şekilde artmaktadır. Her yeni gün kendini biraz daha geliştiren tıp dünyasının tüm çabalarına rağmen(!) maalesef herkesin etrafında kanser, verem, AIDS gibi hastalıklara yenik düşüp vefat eden yüzlerce, binlerce kimse bulunmaktadır. Bilançonun bu denli korkunç olması doğal olarak herkesi daha tedbirli bir yaşam sürmeye sevk etmekte ve yer yer zevklerden el etek çekmeye mecbur etmektedir. İnsanların beden sağlıklarını önemseyip buna göre bir yaşam sürmeye özen göstermeleri takdire şayandır elbet. Ancak ne yazık ki maddi hastalıklardan uzak olmak için bunca çaba içerisine girenlerin manevi hastalıklara karşı kör sağır kesilmeleri üzücüdür. Bugün üzülmek için illa ki bir insanın kalp krizi geçirmesine ya da kansere yakalanmasına mı ihtiyaç vardır? Bir kimsenin herhangi bir ahlâki meziyetini kaybetmesi ya da toplumların günbegün erdemsiz bir hale dönüşmesi üzülmek ve gerekli tedbirler almak için yeterli değil midir? Tüm çabamız sadece maddi hastalıklarla mücadeleye yönelik mi olacak? Kalbi tıkır tıkır işleyen ruhsuz insanların varlığı bizi hiç mi rahatsız etmiyor?
Bu sorulara cevap veremeyişimiz acı tabloyu ortaya koymaktadır aslında. İtiraf etmeliyiz ki Müslüman bireyler ve toplumlar olarak bu konuda başarılı olamadık. Bizleri tehdit eden manevi mikroplara karşı gereken mücadeleyi veremedik. Ardımızdan gelen nesilleri bu tehlikelerden uzak tutamadık. Bu durum belki hastalığı teşhis edememekten belki de gerekli müdahaleyi yapamamaktan ötürüydü, bilemiyoruz. Ancak sebebi her ne olursa olsun sonuçta hastalık tüm vücudu sardı, bünyelerimiz yorgun düştü, değerlerimizi kaybettik ve mutsuz olduk.
Günümüzde insanlığı tehdit eden ve bireyleri mutsuz hale getiren manevi hastalıklardan birisi belki de en yaygın olanı “hırslı olmak” tır. Modern dönemin yaldızlı kelimelerinden olan hırs, pembe ambalajlar içinde başarı ve mutluluğun yegâne yolu olarak sunulmak istense de durum aslında çok farklıdır. Tecrübeler göstermiştir ki; bir şeye karşı hırslı olmak çoğu zaman başarısızlık getirmiştir. Büyüklerimiz bu durumu ortaya koymak için, “Kim bir şeyi vaktinden evvel isti’câl[1] eyler ise mahrumiyetle muâteb[2] olunur.” demişlerdir. Yani kişinin herhangi bir nimeti elde etmedeki aceleciliği onu hedefe yaklaştırmaktan çok uzaklaştırır ve sonuçta o nimete ulaşamamakla cezalandırılmasına sebep olur.
Hırsın insanları ne gibi kötülüklere düçar ettiğini çok uzakta aramamak lazım esasında. Çünkü kanaatsizliği, hep daha fazlasını istemeyi ifade eden bu kelime aslında kendisini ele vermektedir. Arapça kökenli olan “hırs” kelimesi, deve ile çöl dikenleri arasındaki bağın hazin bir son ile neticelenmesinden hareketle bu ismi almıştır. “Develerin çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa deve kan kaybından ölür. Bunun adı ‘harese’ dir. Hırs kelimesi de buradan türemektedir.”[3]
İnsanoğlunun dünya malı başta olmak üzere her türlü nimete karşı hırslı olması yeni bir durum değildir. Hırslı olmak, elde olan nimetlerle iktifa etmemek insanlık kadar eskidir. İnsanlığın atası olan Âdem radıyallahu anh her türlü nimetin bulunduğu cennette bile şeytanın tuzaklarına karşı bu konuda kendisini ve eşini koruyamamıştır. İnsanın bu özelliğini bilen şeytan durumu lehine çevirerek onları kandırmış ve cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştur. Bu olayda kandıran, hile ve desise kuran şeytan olsa da neticede insanoğlu cennet gibi bir yerde bile kendisine verilen nimetlerle yetinmemiş ve ebediliği, daha çok yaşamayı, hep yaşamayı tercih ederek bir anlık gaflet ile Allah’a azze ve celle karşı asi olmuştur. Âdem aleyhisselâm’in yaşadığı bu tecrübe gösterir ki insanoğluna bu özellikten bir cüz verilmesi imtihanın bir gereğidir. Allah azze ve celle yarattığı kullarına hem bu özelliği vermiş hem de yolunu yordamını öğreterek onu dizginlemelerini istemiştir.
Hırslı olmanın Ademoğlunun özünde bulunan bir özellik oluşuna Rasûlullah da sallallahu aleyhi ve sellem değinmiştir.
“Ademoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, kendisinin diğer bir vadisi daha olmasını ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah azze ve celle (ihtirastan) tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.”[4]
İnsanı felakete sürükleyen hırsın önündeki tek engel “kanaat duygusu” dur. Kişi bu özelliğiyle ancak “kanaat” sayesinde mücadele edebilir. Bu mücadelede akıl nimeti bile çoğu zaman tek başına yeterli değildir. Çünkü hırslı olan her insan zaten bu duygunun hem maddi hem de manevi felaket için yeterli olduğunu bilir ancak yine de içinden gelen arzulara yenik düşer ve hırsının kurbanı olur.
Kanaat, kişinin Allah’ın azze ve celle kendisine dünya nimeti olarak verdiği paya rıza göstermesi, kısmetine razı olması, başkalarının elindekine göze dikmeyip tok gözlü olmasıdır.[5]
Kanaat sahibi bir kimse elinden gelen tüm gayreti gösterdikten sonra neticeyi Allah’a azze ve celle bırakır ve kendisi için ne takdir edildiyse ona razı olur. Emeğinin karşılığını Allah’ın azze ve celle bir ikramı olarak kat kat fazlasıyla aldıysa şükreder bu onun için hayır olur. İmtihanın gereği olarak bir karşılık bulamıyorsa da sabreder, isyan etmez, neticede bu durum da kendisi için hayır olur.
Kanaatkâr kimseler, kendilerinden daha zengin olanlarla anlamsız bir yarışın içine girmez, ihtiyaçlarını bu yarışa göre belirlemezler. Onlar, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, “Sizden biriniz mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle davranmak, Allah’ın azze ve celle üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için daha uygundur.»[6] buyruğu gereğince hareket ederler.
Kanaat sahibi kimseler dünya malına karşı itidalli olan kimselerdir. Onlar, geçimlerini temin ederken aç kurtların yemek çanağına saldırdıkları gibi saldırmazlar. Bilirler ki; her şeyi katında belirleyen Allah azze ve celle onların rızıklarını da belirlemiş ve bu konuda çalışıp çabalayan kimselere kefil olmuştur.
Kanaatkâr kimseler, ihtiyaç halinde olsalar bile insanlardan bir şey istemez, istemekten de çekinirler. Çalışıp çabalayıp alın teriyle az da olsa kazanmak varken insanlara el açıp boyun bükmeyi bir çıkar yolu olarak kabul etmezler. Onlar Rasûlullah’ın şu buyruğuna gönülden kulak verenlerdir:
“Dilenmekten sakınmak isteyenleri Allah azze ve celle iffetli kılar. Halka karşı tok gözlü davranmak isteyenleri de Allah azze ve celleinsanlara muhtaç olmaktan kurtarır.”[7]
Kanaatkâr olmanın bir diğer alameti ise kazanılan metanın biriktirilip yığılmamasıdır. Kanaatkâr kimseler dünya malına haddinden fazla tamah etmedikleri için kazandıkları fazla malları Allah azze ve celle yolunda gönül hoşluğu ile infak etmekten geri durmazlar. Hayır yolunda yapılan bir harcama onları rahatsız etmez. Böylesi kimseler almaktan değil vermekten zevk alırlar.
Ancak hak ettikleri bir şeyi almaktan da çekinmezler. Çünkü kanaatkâr olmak insanın hakkı olan bir şeyi almasına engel değildir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu husustaki ölçüyü en güzel şekilde ortaya koymuştur. Hz. Ömer radıyallahu anh şöyle anlatır:
Rasûlullah arada sırada bana gazilik bahşişi verirdi. Ben de kendisine: “Bunu benden daha fakir birine verseniz” derdim. Allah Rasûlü de cevaben:
“Sen bunu al. Göz dikmediğin ve istekli de olmadığın halde sana gelen böylesi malı al. Kendine mal et, istersen onunla tasaddukta bulun. Fakat böyle olmayan bir malın da peşine düşme!” tavsiyesinde bulunurdu.[8]
Kanaatkâr olmak, insanın hakkı olan bir şeyi almasına engel olmadığı gibi çalışıp dünya metaı kazanmasına da engel değildir. Müslüman her daim çalışmalı, rızkının peşinde koşmalı ve ümmet içinde maddi-manevi yük olan değil yük çeken bir kimse haline gelmelidir. Dinimiz İslâm, insanın “kanaat şuuru” altında yan gelip yatmasını, gösterilecek gayretten geri durmasını kesinlikle yasaklamıştır. Burada dikkat edilecek nokta, kanaatin neticeye karşı gösterilmesi gerektiğidir, emeğe karşı değil. İnsan kendi çalışmasına ve emeğine kanaat edemez ve etmemelidir. İster maddi sahada ister manevi sahada olsun, insandan beklenen, devamlı bir tekâmül gayreti içinde olmaktır. Bu ise, mevcut durumuyla yetinmemeyi gerektirir. Her türlü çalışmasında insanın gözü daima daha ileride olmalıdır. Allah azze ve celle’nin çizdiği sınırlar içinde her gün bir evvelkinden daha ileriye gitmek için gayret göstermelidir. Eğer bu azim ve gayreti kaybolur ve insan bulunduğu durumu kendisi için kâfi görürse artık o durumda da kalamaz, geriye doğru gidiş başlar.
Fakat azmi canlı tutacak olan da yine kanaattir. Kendisi her türlü çareye başvurduktan sonra eline geçen neticeye şükür ve kanaatle mukabele eden bir kimse, “Bana bugün bu kadarını veren rahmet sahibi Rabbim, yarın daha fazlasını verir.” düşüncesiyle daha ileriye gitme azmini devamlı olarak canlı tutar. Kanaat, ahlâki bir erdem olmanın yanı sıra insanın hem kişiliğini ve haysiyetini koruması hem de mutlu ve huzurlu hayat yaşamasının bir gereği olarak görülmüştür.” [9]
Toplumumuzda kanaat kavramının yanlış değerlendirildiği başka bir nokta daha vardır. Birçok kimseye göre kanaatkâr olmak zenginlerden daha çok fakirler için geçerli bir özelliktir. Kanaat sadece fakirlere mahsus bir haslet değildir. Bu hususta zenginler çoğu zaman fakirlerden daha muhtaç duruma düşmektedir. Çünkü mal arttıkça beraberinde mal sevgisi, hırs ve tamah da artmaktadır. İnsan, bütün yakınlarına yetecek kadar mal kazansa bile, bununla yetinmeyerek daha fazla kazanmaya ve mal yığmaya çabalar. Bu hırs, malik olduğu zenginliği gözüne az gösterir ve böylece malından hakkıyla istifade etmesine mâni olur. Testisini taşırdığını fark etmeden daha çok su alma hırsına kapılan kimse hem yaratılış maksadını unutur hem de yanlış yollara sapar ve kendisini mahveder. Cenab-ı Hak; “İnsanları ve cinleri, yalnızca bana kulluk etmeleri için yarattım. Onlardan ne herhangi bir rızık ne de beni doyurmalarını istiyorum!.. Şüphesiz Allah azze ve celle, bol bol rızık veren ve çok kuvvetli olandır.” (Zariyat, 56-58) buyurmak suretiyle bu davranışın yanlışlığını belirtmektedir.[10]
Kanaat, fakir ya da zengin tüm kulların Allah azze ve celle’den en başta isteyeceği temenniler arasında olmalıdır. Çünkü, kanaat en büyük zenginliktir. Diğer yandan bu nimetten mahrum olmak da büyük bir noksanlıktır. Kişi hem dünyada hem de ahirette kendisini mutlu edecek, işini kolaylaştıracak, kalbini mutmain kılacak bu özellikten mahrum kalmamalıdır.
Yazımızı, Allah azze ve celle’den kanaati talep eden bir gencin durumunu anlatan şu olay ile tamamlıyoruz:
“Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem‘i ziyarete gelen Beni Tücib heyeti yurtlarına dönmek istediklerinde, Rasûlullah bunlara, diğerlerine verilen bahşişlerden daha fazla verdi ve:
– Sizden, bahşiş verilmeyen kimse kaldı mı? diye sordu.
– Evet, yaşça en küçüğümüz olan bir genci binitlerimize bakmak üzere bırakmıştık, dediler. Allah Rasûlü:
– “Onu da gönderiniz” buyurdu. Onlar binitlerinin yanına dönünce gence:
– Rasûlullah’ın yanına git de hediyeni al! Biz bahşişimizi aldık ve kendisine veda ettik, dediler. Genç, Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem yanına gelince:
– Ya Rasûlullah! Ben, Ebza oğullarından bir kimseyim. Biraz önce senin yanına gelen, dileklerini yerine getirdiğin cemaattenim. Benim talebimi de yerine getirir misiniz?
Habib-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Senin arzun nedir?” diye sordu. Genç:
– Ya Rasûlallah, benim dileğim arkadaşlarımınki gibi değildir. Onlar İslâm’ı özleyerek geldiler, zekâtlarını da sürüp getirdiler. Sen Allah azze ve celle’ye beni mağfiretine mazhar kılması, rahmetiyle muamele etmesi ve bir de kalbime zenginlik vermesi için dua ediver, dedi. Bunun üzerine Sevgili Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Ey Allah’ım! Onu affet ve rahmetinle muamele eyle! Kalbine de zenginlik ver!” diye dua ettikten sonra, ona da ötekiler gibi bahşişinin verilmesini emir buyurdu.
Beni Tücîb heyeti yurtlarına döndüler. Bunlardan bir cemaat ertesi sene hac mevsiminde Mina’da Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile buluştu.
– Biz Ebza oğullarıyız, dediler. Vefa sahibi olan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Geçen sene sizinle birlikte bana gelen genç ne yapıyor?” diye sordu.
– Ya Rasûlallah! Yüce Allah’ın azze ve celle verdiği rızka ondan daha kanaatlisini görmemişizdir. İnsanlar dünyayı aralarında bölüşecek olsalar, o genç ona hiç iltifat etmez, dönüp bakmaz dediler. Bu sözleri sevinçle dinleyen Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Allah azze ve celle’ye hamd etti ve o genç için hayır temennilerinde bulundu.
Bu genç, davranışlarıyla kavmi arasında bir fazilet timsali olmuştur. Dünyaya değer vermeyen ve Allah azze ve celle’nin kendisine verdiği rızka çokça kanaat eden bir kul olarak hayatını sürdürmüştür. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‘in vefatı üzerine Yemen halkının İslâm’dan döndükleri sırada da onlara Allah azze ve celle’yi ve İslâm’ı hatırlatmaktan geri durmamış, onun vesilesiyle kavminden bir tek kişi bile İslâm’dan dönmemiştir. Daha sonra Ebubekir radıyallahu anh bu genci araştırmış, halini sormuş ve o bölgedeki valisine bir mektup yazarak gence hayırla muamele etmesini tavsiye etmiştir.”[11]
[1]. İsti’cal: Bir şeyin erken olmasını isteme, acele etme
[2]. Muâteb: Azarlanan
[3]. bkz: Zülfü Livaneli, Huzursuzluk, Doğan Kitap Yay., İstanbul, 2017.
[4]. Müslim, Zekât, 117.
[5]. Mustafa Çağrıcı, ‘Kanaat’, DİA., C. 24, TDV. Yay., İstanbul 2001, s. 289.
[6]. Buhari, “Rikak”,30; Müslim, “Zühd”,8.
[7]. Buhari, Zekât, 18.
[8]. Buhari, Zekât, 51.
[9]. İstikametimiz Ne Olmalı? http://www.adyed.com
[10]. M. Öztürk, Efendimizden Ahlâk Ölçüleri, Erkam Yay., İstanbul,2014.
[11]. İbn-i Kayyım, III, 54-55; İbn-i Sa’d, I, 323