Kavramlar – Mahmut Varhan / 2024 Temmuz / 140. Sayı
1) Sahih Akide Dünyada da Ahirette de Saadetin Sebebidir.
İnsanın dünya hayatında huzura kavuşabilmesi ve ahirette saadete nail olabilmesi sahih bir akideye sahip olmasına bağlıdır. Zira insan ile çevresinde bulunan kâinatın ilişkisini doğru bir şekilde düzenleyen, insanda ruh ile bedenin gereksinimlerini dengeli bir şekilde düzene koyan ancak tevhid akidesidir. Tevhid akidesine sahip olmayan kimseler, çevrelerinde bulunan kâinata düşmanca bakmakta ve çevrelerindeki diğer varlıkları tahakküm altına almak için mücadele vermektedirler. Sahih tevhid akidesinden sapanlar ya Hristiyan ve Budist rahipleri gibi bedenlerini tamamen ihmal edip ruhlarının gereksinimlerine önem vermekte veya Yahudi din adamları ve modern çağlardaki insanların çoğunluğu gibi ruhlarını tamamen ihmal edip bedenlerinin gereksinimlerine önem vermektedirler. Böylece dengeyi bozdukları için hayatlarındaki huzuru da kaçırmış olurlar. Günümüzde insanlığın hayatında bulunan huzursuzluk, doyumsuzluk ve nankörlüğün en önemli sebebi bu olsa gerektir. Dünyada huzur ve saadetten mahrum kalan kafirler/müşrikler, ahirette de ebedi cehenneme mahkûm olacaklardır. Allah Teâlâ bu hakikati şu ayet-i kerimelerde ifade etmektedir:
“Allah buyurdu ki: “Birbirinize düşman olarak hepiniz cennetten inin. Size benden doğru yolu gösteren bir rehber geldiği zaman, kim o rehberime uyarsa artık o, dünyada asla yolunu şaşırmayacak, âhirette de sıkıntı çekmeyecektir. Kim de benim kitabıma sırt döner ve beni anmaktan uzak durursa, şüphesiz dünyada onun için sıkıntılı, dar bir geçim vardır; kıyâmet günü de onu kör olarak diriltip huzurumuza getireceğiz. O: “Rabbim! Beni niçin kör olarak dirilttin? Oysa ben dünyada gözleri gören biriydim” diye itiraz edecek; Allah şöyle buyuracak: “Evet, böyle! Âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları nasıl unutup bir kenara attıysan, bugün de sen işte öylece unutulur, bir kenara atılırsın!” İşte biz kendilerine verilen her türlü kabiliyeti ve ömürlerini israf edip haddi aşan ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları böyle cezalandırırız. Âhiret azabı, elbette daha şiddetli ve çok daha devamlıdır.” (Tâ-Hâ, 123-126)
İmanın dünya-ahiret saadetine sebep olacağını, küfrün de dünya-ahiret şekavetine/bedbahtlığına sebep olacağını ifade eden Said Nursi’nin şu sözü ne kadar da güzeldir: “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.”[1]
2) İslam Akidesinin En Temel Özelliği Allah’ın Ulûhiyeti, Bütün Mahlûkatın Ubûdiyeti Esasını Vâzetmesidir.
İslam akidesini, diğer tüm inanç ve düşüncelerden ayıran en temel özelliği Allah’ın tek ilâh olduğunu ve O’nun dışındaki tüm varlıkların kul olduklarını beyan etmesidir. Tevhid akidesinde melekler, insanlar ve cinler Allah’ın kullarıdır. Bütün varlıklar Allah’ı tesbih etmekte ve ona hamd etmektedirler. Allah Teâlâ bu hakikati şu ayetlerde ifade etmektedir:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsra: 44 )
“Görmedin mi, göklerdeki kimseler, yerdeki kimseler, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve insanlardan birçoğu hep Allah’a secde ediyor. Birçoğunun üzerine de azab hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa artık ona ikram edecek yoktur. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yapar.” (Hac, 18)
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Onlardan bir rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istiyor değilim. Şüphesiz rızkı veren, kuvvet ve gücün sahibi olan yalnızca Allah’tır.” (Zariyat: 56-58)
“Allah’ın, kendisine Kitab’ı, hükmü (hikmeti) ve peygamberliği verdiği hiçbir insanın, “Allah’ı bırakıp bana kullar olun” demesi düşünülemez. Fakat (şöyle öğüt verir:) “Öğretmekte ve derinlemesine incelemekte olduğunuz Kitap uyarınca rabbânîler (Allah’ın istediği örnek ve dindar kullar) olun. Onun size, “Melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin.” diye emretmesi de düşünülemez. Siz müslüman olduktan sonra, o size hiç küfrü emreder mi?” (Âl-i İmran: 79-80)
3) Akidenin Toplum Hayatına Yansıması, Teşrî/Kanun Koyma Hakkının Sadece Allah’a Ait Olması ve Tağutlardan Sakınılması Şartına Bağlıdır.
Bütün peygamberler, gönderildikleri toplumlarına sadece Allah’a kulluk etmelerini ve tağutlardan sakınmalarını tebliğ etmekle görevlendirilmişlerdir. Bu ilahi mesajın gereği olarak toplumun hayatını düzene koyan kanunların ve toplumdaki bireylerin ilişkilerini düzenleyen değer yargılarının Allah’tan gelen vahye uygun olması zorunludur. Aksi takdirde tağutların hükmüne uyulmuş olur ki, onlar kendilerine uyanları küfür ve şirk karanlıklarına sürükleyip cehenneme götüreceklerdir. İnsanlık tarihi boyunca ve özellikle günümüzde toplumların maruz kaldığı en büyük felaket Allah’ın nizamını terkederek, yasama hakkını tağutlara vermeleridir. Modern çağlarda beşerî sistemler, insanlığı rablerinden kopararak tağutların hükmüne mahkum etmişlerdir.
Allah azze ve celle bu hakikati şu ayet-i kerimelerde ifade etmektedir: “Andolsun ki biz her ümmete, “Allah’a kulluk edin, Tağuttan uzak durun” diyen bir elçi gönderdik. Onlardan kimini Allah doğru yola iletti, kimileri de saptırılmayı hak ettiler. Yeryüzünü dolaşın da hak dini yalanlayanların âkıbetinin ne olduğunu görün.” (Nahl: 36)
“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir. Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” (Bakara, 256-257)
Bu konuyu Hasan Karakaya “Hakimiyet ve kanun koyma” isimli makalesinde çok güzel bir şekilde izah ederek şöyle demektedir:
“Cahilî toplumlarda, hâkimiyetin insanlara ait olduğu düşüncesi egemen olduğundan, kişilerin yaşam sistemlerini belirleyen kanunları ya bir diktatör tağut ya da halkın temsilcileri sayılan parlamenter tağutlar tayin ederler.
İslâm’da ise kanun koyma yetkisi sadece Allah Teâlâ’ya aittir. Çünkü İslâm hukuku, dinî bir hukuktur ve ilahî vahye dayanır. Bu dine göre, hâkimiyet (egemenlik) kayıtsız şartsız Allah’ındır. Egemenlik Allah’ın dışında herhangi bir yaratığa ne tümüyle ne de kısmen devredilebilir. Bu husus İslâm’da ittifak konusudur. Bütün Müslümanlar, gerçekte hâkimiyetin yalnız Allah’a ait olduğu ve Allah’ın dışında herhangi aciz bir yaratığın Allah’a has olan bu sıfata sahip olmadığı, bu itibarla kanun koyma yetkisinin de yalnız Allah’a ait olduğu hususunda icma etmişlerdir. Bu mesele Kur’ân’da açık ve net bir şekilde zikredilmektedir. Konuları veciz bir şekilde ifade eden Kur’ân, bu meselenin önemine binaen üç âyetinde “Hüküm, ancak Allah’ındır” (En’âm, 57; Yusuf, 40, 67) buyurmuştur. İki âyetinde de “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların heva ve heveslerine uyma. Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. Eğer Allah’ın hükmünden yüz çevirirlerse, bil ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak ister. Muhakkak ki, insanların çoğu fasıktır. Yoksa onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak bilen bir topluluk için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim vardır?” (Mâide, 49-50) buyurmuştur. Ayrıca üç âyette de “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Mâide, 44) “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Mâide, 45) “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fasıkların ta kendileridir” (Mâide, 47) buyurulmuştur.
Evet, yükümlü olan kullar, kendileri için neyin gerekli, neyin gereksiz, neyin serbest ve neyin yasak olduğuna karar veremezler. Buna karar verecek merci, onları yaratan, denetimi altında bulunduran, bütün ihtiyaçlarını karşılayan, annelerinden daha merhametli davranan ve kendilerine şah damarlarından daha yakın olan yüce Allah’tır. Kulların hayat sistemlerini belirlemek Allah’a aittir. Bu, akşam verdiği karardan sabahleyin dönebilecek kadar tutarsız olan, beşerî hırs, kin ve arzularından uzak olamayan aciz insanın hakkı ve yetkisi değildir. İslâm’ın simgesi olan “La ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah” kelime-i tevhidinin “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” kısmı, hüküm koymanın Allah’a ait olduğunu, kulluğun yalnız Allah’a yapılacağını, boyun eğmenin sadece ona olacağını ifade etmektedir. “Muhammed O’nun peygamberidir” bölümü ise, Allah’a kulluğun yapılma şeklinin Peygamber’den öğrenilmesi gerektiğini beyan etmektedir. Bu nedenle, İslâmî bir topluluk “egemenliğin yalnız Allah’a ait olduğunu ve her hususta Allah’a boyun eğileceğini” baştan kabullenen topluluktur. Zaten “İslâm” kelimesi, teslim olmak ve verilen ilahî emre boyun eğmek anlamına gelmektedir. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” vecizesi de bunu ifade etmektedir.
Görüldüğü gibi kişi itikadında, ibadetinde ve hayat sisteminde Allah’ın mutlak hâkimiyetini ve yalnız O’na boyun eğileceğini kabul etmek zorundadır
Hayat sistemini, Allah’ın bizlere Peygamberi aracılığıyla öğrettiği ilahî nizamdan (İslâm Şeriatı’ndan) almayan kişi, Allah’a boyun eğmiş ve Müslüman olmuş sayılmaz. Böyle bir insan ya cahilî bir hayat yaşayan kâfir ve zalimdir ya da en hafifinden Allah’ın nizamından ayrılan bir fasık ve asidir. “Yoksa onların Allah’ın kendilerine izin vermediği bir dini kendilerine meşru kılan ortakları mı var?” (Şûrâ, 21) Ne yazık ki günümüzde, nüfus sayımlarına ve hüviyet kayıtlarına göre Müslüman sayılan milletlerin oluşturdukları topluluklar, ilahî nizam olan İslâm’dan hayat sistemi olarak tamamen kopmuşlardır. Bu gibi topluluklar, İslâmî değil, cahilî topluluklardır. Çünkü bunlar, ulûhiyetin en özgün sıfatlarından biri olan “egemenliği” Allah’tan koparıp kanun koyan parlamenterlere ve onları seçen avam halka verirler. Bunların hukuk sistemlerini, kanunlarını, değer ölçülerini, davranış biçimlerini ve bütün yaşantı sistemlerini, seçip millet meclisine gönderdikleri aciz kullar belirlerler.
Bu cahilî topluluklardan bazıları o kadar ileri gitmiştir ki, açıkça laik olduklarını ve dinin kendilerini bağlamadığını söyleme ve tescil etme cesaretini kendilerinde bulmuşlardır. Müslüman olanları aldatmak için de yeri geldiğinde Müslüman kesilmiş, “ezan, bayrak” sloganları atmış ve mitinglerde Kur’ân-ı Kerîm’i temiz olmayan elleriyle tutmaya ve necis ağızlarıyla öpmeye kalkışmışlardır.
İslâmî görünümlü bu cahilî topluluklardan bazıları ise, “devletin resmî dininin İslâm olduğunu” anayasalarının ilk maddesi olarak yazmışlar ve dine saygılı olduklarını iddia etmişlerdir. Fakat fiiliyatta İslâm nizamını yürürlükten kaldırmışlar, yerine ya heva ve heveslerinden kaynaklanan düşüncelerini ya da Frenklerin hukukunu koymuşlardır. Artık bunların İslâm’la ne alakaları vardır?
İslâm bu gibi toplulukların Müslüman toplum olmalarını reddeder ve bunlara “cahilî topluluklar” damgasını vurur. Bu gibi toplulukları yönetenlere “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” (Mâide, 44) diye seslenir. Bu yöneticilere kendi iradeleriyle boyun eğenlere de “Sana indirilene ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Onlar tağutun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Hâlbuki o tağutu inkâr etmekle emrolunmuşlardı.” (Nisâ: 60) “Rabbine yemin olsun ki, aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan, tamamen boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar” (Nisâ, 65) diye seslenmektedir.
Bu naslar karşısında İslâm’da egemenliğin kime ait olduğunu anlamamak mümkün değildir. Hangi aklıselim sahibi kabul eder ki, Allah Teâlâ, bütün kâinatın yaratıcısı, sahip ve idare edeni olsun, insanları yeryüzünü imar ettirmek için orada halifeler olarak yaratsın ve onlara sadece kendisinin emirlerine uymalarını, başka varlıkları dinlememelerini emretsin; bununla birlikte egemenlik, halife olarak gönderdiği insanlara ait olsun. Böyle çarpık bir mantığı, ancak Allah’ın varlığına, kâinatı yarattığına ve bütün yaratıkları sevk ve idare ettiğine inanmayan kâfirler kabullenebilir. Allah’ın varlığına, birliğine, mülkün sahibi olduğuna ve bu mülkü sevk ve idare eden tek güç olduğuna inanan aklıselim sahibi insanlar ise, yoktan var etmede, kâinatı sevk ve idarede egemenlik ve hâkimiyetin sadece Allah’a ait olmasında olduğu gibi; yeryüzünde halifeler olarak yarattığı insanların hayat sistemlerinin nasıl olacağını belirtmede de egemenliğin yalnızca Allah’a ait olduğuna iman ederler ve O’nun gönderdiği ilahî nizamla sevk ve idare edilmek isterler.
Evet, hâkimiyet sıfatı yalnız kendisine ait olan Allah Teâlâ, bize hayat sistemi ve hukuk nizamı olarak Hz. Muhammed’e indirdiği Kur’ân’ı göndermiştir. Bundan başka bir sistem aramak cehalettir, gaflettir ve İslâm’ın dışına çıkmaktır. Bu konuda suskun kalmak veya tavizkârane konuşmak ya da kulları ilah edinenlere yaranmak için gerçekleri saptırmak Müslümana yakışmayan hâllerdir.
Özetle; istenilse de istenilmese de İslâm’da egemenlik Allah’ındır. Hiçbir zaman milletin veya belirli bir ferdin veya kitlenin değildir. Otorite kaynağı yüce Mevla olduğu için kanun koyma hakkı da O’na aittir. Kullar, ancak O’nun koyduğu kurallar ışığında fikir beyan edebilir, O’nun serbest bıraktığı sahalarda ictihad yapabilirler. Zira “Nas varken ictihada yol yoktur.”
İşte İslâm’ın bu esprisini kavrayamayan ve İslâm’dan yeterince nasibini alamayanlar, 4 Nisan 1926 tarihinde İslâm hukukunu yürürlükten kaldırıp yerine hayranı oldukları İsviçre Medenî Kanunu’nu koymuşlardır
4) İnsanlığın İçinde Bulunduğu Çıkmazın Sebebi Tevhid Akidesinden Sapmasıdır.
Tevhid akidesinden sapan ve ilahi şeriatı terk eden insanlık alemi büyük bir çıkmazın içinde bulunmaktadır. İnsanlığın karşı karşıya kaldığı büyük sorunların ve felaketlerin temel sebebi, insanlığın mahkûm edildiği beşerî sistemler ve bugün söylediğini yarın inkâr eden, heva ve hevesinin mahkûmu bulunan insan aklının/hevasının ürünü olan kanunlardır. Bu beşerî sistemler ve onların ürünü olan bu kanunların tatbik edilmesi neticesinde her türlü fazilet unutulmuş ve her türlü rezalet toplumlara hâkim olmuştur. Zulüm bütün dünyada yaygınlaşmış, zulme uğrayan mazlumların haklarının çiğnenmesi güçlü olan zalimlerin tabii bir hakkı gibi kabul edilmiştir. Güçlü olanların haklı kabul edildiği modern dünyada, devlet yöneticilerinden sokaktaki pazarcılara varıncaya kadar toplumun çoğunluğu bu zalim prensibe uygun hareket ederek birbirlerinin hakkını yemeyi doğal bir hak gibi kabul etmektedirler. Bu da zulüm ve haksızlığın toplumun bütün tabakalarına yayılmasına sebep olmuştur.
Abdullah Azzam, “Akideyi Terk Etmenin Doğurduğu Neticeler” başlığı altında şöyle demektedir: Dinden kendini soyutlayan, sabit bir akideye boyun eğmeyen insanlığın ulaştığı nokta nedir? Ahlakın, dinlerin, düşüncenin, örf ve adetlerin devamlı bir gelişme süreci içinde olduğunu söyleyen, maddi ve teknolojik açıdan ileri seviyeye ulaşmış ülkelerde sahih akidenin terk edilmesinin doğurduğu neticeler şöylece sıralanabilir:
a. Sosyal adaletin olmayışı, servet dağılımındaki çarpıklıklar, bir tarafta aşırı derecede servet sahibi zenginler, diğer tarafta korkunç derecede fakirler… Bu da bir tabakanın diğer tabaka üzerine çöreklenmesiyle fakir halkın kalbinde düşmanlık ve kin duygularını kabartmış, toplumu adeta bir uçurumun, bir yanardağın kenarına atmıştır.
b. İdarecilerinin adalet, eşitlik ve dengeli servet dağılımı sloganları attıkları ülkelerin halkını korku, kin, nefret ve düşmanlık duyguları kaplamıştır. Yollara mezbahalar, darağaçları kurulmuştur. (Yöneticiler, yönetimlerini sağlama almak için katliamlar yapmayı doğal hakları olarak görmüşlerdir. Bu son yüzyılda haksız yere en az yüz milyon insan öldürülmüştür.)
c. Maddi hayatı helâka götüren ahlâki çözülmeler yayılmıştır. Tüm toplumlarda medeniyetleri koruyan birtakım müeyyideler olması gerekir. Bir toplum cinsel sapıklıklar, kokuşmuş arzular içinde boğulduğu zaman yok olmaya mahkûm olur. Tarih bunun en doğru şahididir. İşte “Atina” Şehevi arzulara tapmaya başlayınca yerin derinliklerine gömüldü. Bin sene devam eden “Roma imparatorluğu” vahşi “Hun” ve “Vandal” kabilelerinin eli ile yıkıldı. Bütün bunlar, azgın Romanın fahişe Feynusu güzellik tanrıçası, sarhoş Bahos’u şarap tanrıçası kabul etmesi, uydurma efsanelerine göre aşk ve güzellik tanrıçası olan Afrodit’in üç tanrı ile zina etmesiyle sevgi tanrısı Kiyabid’in meydana geldiğini iddia ederek düştükleri sapkınlıklardan sonra vuku bulmuştur. (Günümüzde de azgın Roma’nın varisi olan modern batıda her türlü cinsel sapıklık toplumun bütün tabakalarına yayılmış, özellikle yönetici tabaka arasında rağbet görmektedir.)
d. Maddi açıdan müreffeh hayat süren toplumlarda sinirsel hastalıklar, iç ve dış hastalıklar, mide rahatsızlıkları gibi hastalıklara, sinema ve tiyatroların yoğun olduğu bölgelerde intihar hadiselerine çokça rastlanılmaktadır. Fuhşun yayılması sebebiyle zührevi hastalıklar yaygın bir hâl almış, bu hastalıklar için yüzlerce klinik kurulmuştur. Amerikan halkının %90’ı bu gibi hastalıklara yakalanmış bulunmaktadır.
e. Dünyayi tehdit eden unsurlar, korkunç harp karaltıları tüm insanlığı korkutmakta, insanların sinirlerini germekte ve uykularını kaçırmaktadır.
f. Bazı milletlerin yok olmaya (nesillerinin tükenmeye) doğru gitmesi. (Genel olarak Avrupa milletleri bu tehlike ile karşı karşıyadır; bundan dolayıdır ki doğuma teşvik etmek için yüksek miktarlarda bütçe harcamaktadırlar.)
g. Avrupa ve Amerika’da sosyal hayatı, cemiyeti terk edenler, toplumdan ürkerek ayrılanlar büyük bir yekûn teşkil etmekteler ve Amerika ve Avrupa’nın emniyeti için büyük bir tehlike arz etmektedirler. Toplumun her tabakasından milyonlarca insan hayatlarını sokaklarda idame ettirmektedir. Bunların yemeleri, içmeleri, kazai hacetleri, cinsel ilişkileri aynı yerde, yol ortasında vuku bulmaktadır.
Şehit Seyyid Kutub, en olgun eserlerinden olan “İslam Düşüncesinin Özellikleri” adlı eserinin bir bölümünde şöyle der:
“Bugün insanlığın yakalandığı baş dönmesine yakalanmayan akıllı kimse, bozulmuş insanlığa baktığında insanlığı düşünce, nizam, örf, adet ve tüm hareketlerinde acı bir çırpınış içinde, özdeğerlerini çıkarıp atmış, bütün hayatı felce uğramış, çarpılmışçasına şaşkın, düşünce ve inancını elbiselerini değiştirir gibi değiştirmiş olarak görür. İnsanlık çektiği sıkıntılardan dolayı çığlık atıyor. Hezimete uğramışçasına kaçıyor, mecnun gibi gülüyor, sarhoş gibi nârâlar atıyor, beyhude ve abes şeyleri araştırıyor, hayallerin peşinde koşuyor, sahip olduğu en kıymetli şeyleri sokağa atarak elinde bulunan en basit ve kıymetsiz şeylere sahip çıkıyor. Yazık olsun! Yazık!… Tıpkı efsanelerdeki gibi… İnsan öldürülüyor, üretimi çoğaltmak için insan makine şekline sokuluyor…
İnsanlığın manevi değerlerine, ahlak, cemal gibi yüce değerlerine bir avuç azınlığın, şehvet pazarlayıcılarının, film yapımcılarının kazancı için son veriliyor. Evet insanların yüzüne, bakışlarına, giyimine, hareketlerine, fikir ve görüşlerine baktığında onları bir kaçış, bir arayış içinde görürsün. Sabit bir eksen etrafında dönmeyip şaşkın, ne yaptığını bilmez bir şekilde görürsün. Ne yaptığını bilmeyen bu insanların etrafını azgın, pragmatist hayat felsefesine sahip kan emici, sömürgeci, faizciler, sinema yapımcıları, gazeteciler, yazarlar vb.leri sarmıştır. Gelişme, ilerleme, hürriyet, sınırsız yenilikler diye haykırıyorlar. İşte gerçek suç budur. İnsanlığın ifsat edilmesi hususunda da gerçek suçlular bunlardır.”[2]
5) Allah’ın Nizamına Razı Olmamanın Sebepleri
Allah tarafından yaratılan, bütün hacetleri tedarik edilen, karşılıksız bir şekilde rızkı temin edilen ve çevresinde bulunan sayısız tehlikelerden korunan ademoğlunun ilâhi nizamı reddetmesinin ve rabbinin hükmüne rıza göstermemesinin sebepleri nelerdir! Acaba âdemoğlu, mutlak adalet olan Allah’ın yasalarını terk ederek dehşetli bir zulüm olan İblis’in ve onun taraftarları olan tâğûtların yasalarını nasıl olur da kabul etmektedir? Allah azze ve celle Kur’an-ı Kerimde bu dehşetli hâlin sebeplerini beyan ederek biz ademoğullarını uyarmıştır. Özetle insanoğlunun bu nankörlüğünün, küfür ve şirk gibi en büyük zulme rıza gösterip kabul etmesinin temel sebebi hevasını, arzularını, ihtiraslarını ve dünyevî çıkarlarını ilahlaştırmasıdır. Diğer taraftan Allah’a kulluk etmeyi ve O’nun peygamberlerine itaat etmeyi kibir ve gururuna yedirememesidir. Ne yazık ki kibirlenerek rabbine kulluk etmekten kaçınan insanoğlu, en büyük düşmanı olan İblis’e ve azgın tağutlara kulluk etme zilletine maruz kalmaktadır. Yine insanlık âleminin övünç kaynağı ve dost düşman herkesin ittifakıyla her türlü faziletin zirvesinde bulunan peygamberlere itaat etmekten kaçınan insan, insanlık âleminin maskarası olan en zalim ve en rezil kimselere itaat etme zilletine maruz kalmaktadır. Aynı şekilde mutlak adalet olan ve her türlü faziletin kaynağı bulunan ilahî şeriatı hayatına tatbik etmekten kaçınan insan, mutlak zulüm ve her türlü rezaletin kaynağı olan beşerî kanunları hayatına tatbik etme rezaletine maruz kalmaktadır. İnsanoğlunun bu zilletinin sebeplerini beyan eden pek çok ayet-i kerime bulunmaktadır. Bunlardan birkaçını kaydetmekle yetinelim:
“Ey insanlar! Muhakkak ki Allah’ın va’di haktır. Öyle ise dünya hayâtı sakın sizi aldatmasın! Ve sakın o çok aldatıcı (şeytan), sizi (isyâna sürüklerken) Allah (‘ın affına güvendirmek) ile kandırmasın!” (Fâtır, 5)
“Kendileri de bunların hak olduklarını kesin olarak bildikleri hâlde, sırf zalimliklerinden ve büyüklük taslamalarından ötürü onları inkâr ettiler. Ama bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!” (Neml, 14)
“Allah’ın âyetleri hakkında, kendilerine gelmiş bir delilleri olmaksızın tartışanlar var ya, onların kalplerinde ancak bir büyüklük taslama vardır. Onlar, tasladıkları büyüklüğe asla ulaşacak değillerdir. Sen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Mü’min, 56)
“İnkâr edenler, “Biz bu Kur’an’a da ondan önceki kitaplara da asla inanmayız” dediler. Zalimler, Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman hâllerini bir görsen! Birbirlerine laf çevirip dururlar. Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara, “Siz olmasaydınız, biz mutlaka iman eden kimseler olurduk” derler. (O gün) büyüklük taslayanlar, o zayıf düşürülenlere der ki: “Size geldikten sonra sizi hidâyetten biz mi çevirdik? Bilakis (siz kendiniz) günahkâr kimseler idiniz. Zayıf düşürülenler de büyüklenenlere: “Hayır gece gündüz hileler kuruyor; bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz” derler. Azabı gördüklerinde pişmanlıklarını açığa vururlar. Biz de inkâr edenlerin boyunlarına halkalar dolarız. İşlediklerinden başka bir şeyle mi cezalandırılıyorlar?” (Sebe’, 31-33)
“Arzularını kendine ilah edinmiş ve Allah’ın kendisini bir bilgi üzere saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık onu Allah’tan sonra kim doğru yola iletebilir? Yine de düşünmüyor musunuz?” (Casiye, 23)
6) Allah’ın Şeriatını Terk etmenin Sonuçları
a) Tevhid akidesinden uzaklaşan ve Allah’ın şeriatını terk eden toplumlar, refah içerisinde bir hayat sürseler dahi huzursuz toplumlardır. Bu tür toplumlarda insanlar birbirlerine düşmanlık eder, güçlü olanlar zayıfları ezer ve kuvvetli olanlar her zaman haklı görülürler. Böyle toplumlarda orman kanunları geçerli olup, insanlar vahşi canavarlar gibi birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Nitekim bu hakikat şu ayeti kerimelerde ifade edilmiştir:
“Kim de benim kitabıma sırt döner ve beni anmaktan uzak durursa, şüphesiz dünyada onun için sıkıntılı, dar bir geçim vardır” (Tâ-Hâ, 124)
“Biz hıristiyanlarız” diyenlerden de kesin sözlerini almıştık ama onlar da kendilerine zikredilen (verilen öğütlerin veya Kitab’ın) önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (Maide, 12)
b) Tevhid akidesinden uzaklaşarak şirk düzenlerine teslim olan toplumlarda faziletler terk edilerek, rezaletler yayılır. Zina, içki, kumar, faiz, bencillik, pintilik, insan bedeninin teşhir edilmesi, hayasızlık, namus duygusundan sıyrılmak, ihanet, yalan vb. rezillikler böyle toplumlarda fazilet kabul edilmektedir. Öyle ki insanoğlu her türlü faziletten sıyrılıp vahşi hayvanlardan daha aşağı bir derekeye yuvarlanır. Nitekim yüce Mevla şöyle buyurmaktadır:
“Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tin, 4-5)
“Arzularını kendine ilah edinmiş olanı gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun duyduklarını veya akıl ettiklerini mi sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidirler belki yolca daha sapıktırlar.” (Furkan, 43-44)
“Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler, kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’raf, 179)
“İnkâr edenler ise dünyada zevk edip geçinirler. Hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacakları yer ateştir.” (Muhammed, 12)
c) Bütün bunlardan daha dehşetli olanı ise, tevhidden uzaklaşan ve şeriatı terkeden kimselerin âkıbetleridir. Bunların âkıbeti ateş yurdu olan cehennemdir. Müşrik/Kafir affedilme liyâkatını ebediyyen yitirmiştir. Allah azze ve celle onlara rahmet nazarı ile bakmayacaktır. İşte bu mahrumiyetlerin en büyüğüdür. Kafirlerin bu dehşet verici âkıbetlerini beyan eden sayısız ayetler bulunmaktadır. Biz birkaç tanesini kaydetmekle yetineceğiz:
“Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındakileri dilediği için bağışlayabilir. Kim Allah’a ortak koşarsa büyük bir günahla iftira etmiş olur” (Nisa: 48)
“Bunlar Rableri hakkında çekişen iki hasım taraftır. İnkâr edenler için ateşten elbiseler biçilmiştir. Başlarının üstünden kaynar su dökülür. Onunla karınlarının içindekiler ve derileri eritilir. Onlar için bir de demirden topuzlar vardır. Istıraptan ötürü oradan çıkmaya her teşebbüs ettiklerinde oraya geri döndürülecekler ve onlara, “Tadın bakalım bu yakıcı azabı!” denilecek.” (Hac, 19-22)
“Kimlerin de tartıları hafif gelirse, işte onlar da kendilerini hüsrâna uğratanlardır; Cehennemde ebedî olarak kalıcıdırlar. Ateş onların yüzlerini yalar ve onlar orada (dudakları ateşten büzülerek) dişleri sırıtmış bir haldedirler. (Allah,) “Âyetlerim size okunuyordu da siz onları yalanlıyordunuz, değil mi?” (der.) Onlar da şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Biz azgınlığımıza yenik düştük ve sapık bir toplum olduk. Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer (tekrar inkâra) dönersek o zaman gerçekten zalimleriz.” Allah buyurur ki: “Yıkılın karşımdan! Ve artık bana bir şey söylemeyin!” (Mu’minun, 103-108)
[1]. Sözler, 23. Söz, 1. Mebhas
[2]. Abdullah Azzam, İslam Akidesinin Özellikleri, s.85-88