Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2019 Eylül / 82. Sayı
İslâm ahlâkı; La ilahe illallah dedikten sonra kulun her davranışında Müslümana yaraşır şekilde hareket etmesi, gerek yaratana gerekse yaratılana karşı yürüttüğü muamelatta Allah’ın çizdiği sınırlara olan bağlılığını aşikare göstermesidir.
İslâm ahlâkı, kalpte kul ile Allah arasında sır olan imanın gündelik hayatta en güzel hayat bulduğu yerdir. İmanlarımız çoğu zaman uzun uzun kılınan namazlarla, peş peşe tutulan oruçlarla değil güzel ahlâki meziyetlerle kök salar kalplerimize. Çünkü Efendimiz Muhammed aleyhisselâm ahlâkın kaynağının iman ve İslâm olduğunu beyan etmiş, güzel bir davranışın ancak temiz, imanlı bir gönülden doğabileceğine işarette bulunmuştur. Bu nedenle, rabbi razı edecek bir ahlâka sahip olmak ve onu korumak için savaşta nöbet bekleyen bir mücahidin dikkatine, namazda huşusunu korumak için çırpınan bir abidin gayretine muhtaç olduğumuzu unutmamak gerekir.
İslâm ahlâkı tek bir davranışın ya da hasletin adı değildir. Tatlı bir tebessüm, gönülden verilen bir selâm ya da uzatılan minik bir yardım eli elbette bu ahlâkın parçasıdır. Ancak bunların hiç birisi İslâm ahlâkını tek başına tanımlamak için yeterli değildir. Çünkü o, ince ve kalın dalların ahenkli yapısıyla meydana gelen haşmetli bir ağaç misali, onlarca güzel meziyetin bir araya gelmesiyle vücut bulmuştur.
Bu görkemli yapının önemli dallarından birisi de tevazudur. Tevazu, İslâm ahlâkını oluşturan meziyetlerin belki de en başında gelir. Çünkü diğer birçok haslet varlığını ancak tevazu ile devam ettirebilir. Örneğin, cömert olmak, ikramda bulunmak, zorda kalana yardım etmek, selâm vermek, insanlarla muhabbet etmek vs. özellikler güzel ahlâkın şubeleridir. Ancak; bunlar mütevazi olmayan kibirli bir insan eliyle yapılacak olursa durum tamamen tersine döneceğinden dolayı İslâm ahlâkından söz edilemez. Bu nedenle tevazu, İslâm ahlâkını oluşturan yapının bel kemiği, olmazsa olmazıdır.
Kısaca “alçakgönüllülük” olarak tarif edebileceğimiz tevazu kavramı; kimilerine göre “aza razı olma ve halkın yükünü çekme”, kimilerine göre “kendi itibar ve derecesini düşük görme, birisine boyun eğme”, kimilerine göre ise “kibrin karşıtı olup kişinin başkalarını aşağılayıcı duygu ve davranışlardan kendini arındırmasını” ifade eder.[1] Ancak, bu tariflerden hareketle tevazu kavramını tanımlayacak olursak eksik ve yanlış bir iş yapmış oluruz. Çünkü tevazu ne insanlara bel bükmenin adı ne de salt olarak kibirden arınmış olmanın bir ifadesidir.
Bel bükmek, kendini hakir görmek İslâm’ın güzel gördüğü bir meziyet olmak bir yana bizzat sakındırdığı, kerih gördüğü psikolojik bir durumdur. Dinimizin emrettiği tevazu, eziklik psikolojisinden çok uzaktadır. İslâm; özgüven duygusu gelişmiş, imanın verdiği cesaret ile kendinden emin duruşlar sergileyen, dik duran ama diklenmeyen, gerektiğinde kitlelere yön vermek için öne düşen izzetli Müslüman şahsiyetler yetiştirmek ister. Peygamber aleyhisselâm’ın yetiştirdiği örnek nesil bunun en büyük delilidir. Efendimiz gibi büyük bir şahsiyetin dizinin dibinde yetişen Ashab-ı Kiram, şüphesiz her hususta olduğu gibi tevazuda da zirveydiler. Ancak bu durum onları Kisraların, Kayserlerin önüne çıkmaktan alıkoymadı. Çünkü iman ederek ulaştıkları izzet, daha önceleri bükülen bellerini doğrultmuş, kararan yüzlerini ak etmişti. Bunun için ne kendi boyunlarını eğdiler ne de haksız bir şekilde insanların kendilerine boyun eğmesini istediler. Öyle ki; bir seferinde Mısır valisi olan Amr ibni As’ın (r.a.) oğlu Abdullah haksız yere bir adamı dövmüştü. Bunun üzerine dönemin halifesi Hz. Ömer efendimiz bu adamı ve Abdullah’ı huzura getirterek Abdullah’a seksen kırbaç vurmuş ve tarihe geçecek şu sözleri söylemişti: “Analarından hür doğanları ne zamandan beri köleleştirdiniz.” Evet! İslâm köleleşmiş fertleri de onları bu hale getirecek tevazu anlayışını da reddediyordu böylece.
Tevazuu tarif ederken yapılan hatalardan bir diğeri de onu “kibirsizlik hali” olarak nitelendirmekti. Kibirden uzak olmak elbette tevazünün sınırları dahilindedir. Ancak kişinin kibirlenmemesi onu her zaman mütevazi bir insan yapmayacaktır. Çünkü bu, nehyedilen bir davranıştan uzak olmak suretiyle gelinen vasat bir noktadır. Tevazu ise vasat olmanın ötesinde üstün bir meziyetin ifadesidir. Bu nedenle söz konusu tanımlama yanlış olmasa da eksiktir.
Daha doğru bir tarif ünlü dilbilimci Râgıb el-İsfahânî’den gelir. O’na göre tevazu; “kişinin haklarını koruyamayacak şekilde kendini aşağılaması ile olduğundan daha değerli görmesi şeklindeki iki erdemsizliğin ortasıdır.”[2] Üstat, yaptığı bu tanımlamayla tevazünün ne olmadığını ifade etmiş ve ona bir sınır getirmiştir. Ancak tevazünün daha somut olarak nasıl bir meziyet olduğunu tam olarak belirtmemiştir. Evet, tariften de anlaşılacağı üzere tevazu; kişinin kendisi hakkındaki düşüncelerinin itidal noktasıdır. Ancak nasıl bir nokta… Örneğin; bir kimse herhangi bir suç mahallinde bulunup da suçluyu görse ve suçlunun eşkâlini bildirirken sadece “uzun değildi, ama kısa da değildi, orta boylara sahipti” demiş olsa bu tarif suçluyu tespit etmeye yeterli olur muydu? Elbette hayır. Aynı şekilde bu tanım da daha öncekilerin hatalarını bertaraf etmiş olsa da ilgili kavramın künhünü tam olarak ortaya koyamamış, tabiri caizse eşkâlini çizememiştir.
Bu değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere tevazu kavramını eksiksiz ve kusursuz şekilde tarif etmek zor bir meseledir. Öyleyse doğrusunu öğrenmek üzere kulaklarımızı sözlerin en güzeli olan Allah Kelamına çevirelim:
Kur’an’da Tevazu Kavramı
Tevazu, kelime olarak Kur’an’da geçmemektedir. Ancak yüce kitabımızda bu güzel hasleti detaylı olarak tarif eden farklı kelime ve kavramlar bulunmaktadır. Bu kavramlar ışığında tevazuu şöyle tarif edebiliriz:
1-Tevazu; Böbürlenmeden vakarlıca yürümektir.
“Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler.” [3]
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz sen ne yeri yarabilirsin ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” [4]
2-Tevazu; İnsanları küçümsemeden muamelede bulunmaktır.
“Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah, hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez. Yürüyüşünde tabii ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini, şüphesiz eşeklerin sesidir!”[5]
3- Tevazu; Ana babaya karşı merhametli olmaktır.
“Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: “Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.” [6]
4- Tevazu; Mü’minlere karşı alçak gönüllü olmaktır.
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah öyle bir kavim getirecektir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah’ın lütfu geniştir; O, her şeyi bilir.” [7]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Hayatında Tevazu
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gerek peygamberlik öncesinde gerekse sonrasında oturuşuyla kalkışıyla, gülmesiyle ağlamasıyla kısacası her davranışıyla tevazu konusunda bizlere örnek olmuştur. Efendimizle kısa bir süre vakit geçiren kimse bile O’nun ne kadar mütevazi olduğunu, tüm imkân ve iktidarına rağmen kibirden, gösterişten uzak bir yaşantı içinde bulunduğunu hemen anlardı.
Rasûlullah efendimiz diğer komutan ve krallar gibi davranmaz; tebaasıyla yakından ilgilenir, onlarla beraber yer, içer ve muhabbet ederdi. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem insanlarla arasına mesafe koymazdı. Dileyen kimse hiçbir engele takılmaksızın ona ulaşabilirdi. Bir seferinde yanına getirilen kişinin korkudan titrediğini görünce, “Sakin ol! Ben kurutulmuş etle beslenen bir kadının oğluyum” diyerek onu teskin etmişti.[8]
Efendimiz, insanların kendisine sık sık gelip gitmesinden rahatsız olmazdı. Hatta bir dönem insanlar Efendimizin yanına o kadar sık gelmiş ki; Abbas (r.a.) bu durumdan rahatsız olmuş ve efendimizin yükünü hafifletmek maksadıyla;
– Ya Rasûlallah! Kendiniz için bir taht edinip orada otursanız. Görüyorum ki halk sizi rahatsız ediyor” demiş, Allah Rasûlü ise cevaben;
“- Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzura kavuşturuncaya kadar aralarında duracağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlar beni rahatsız etsin!” buyurmuştu.[9]
Rasûlullah Efendimiz’in tevazüsünü ortaya koyduğu durumlardan birisi de kendi işini kendisinin yapmasıydı. O, insanlar arasında fazlasıyla sevilmesini ve Allah’ın(cc) kendisine ihsan ettiği makamı şahsi işleri için kesinlikle kullanmazdı. Medine döneminde O’nun en yakınlarında bulunan Ebu Hureyre’nin (r.a) anlattığı şu hatırası bunun güzel bir misalidir:
“…Bir gün Efendimiz ile beraber çarşıya gitmiştim. Peygamberimiz oradan elbise satın aldı. Hemen koşarak onları elinden almak istedim. Bunun üzerine:
“Bir kimsenin, eşyasını kendisinin taşıması daha uygundur. Ancak taşımaktan aciz olursa Müslüman kardeşi ona yardım eder.” buyurdu.”[10]
Rasûlullah efendimiz, kendisini arkadaşlarından farklı görmezdi. Bir iş yapılacağında bir köşeye çekilip izlemez, kendisi de yardım ederdi. Mescid-i Nebevi’nin inşasında bilfiil durmadan, dinlenmeden çalışmıştı. Bir taraftan mübarek elleriyle kerpiçler taşırken, diğer taraftan Müslümanları şevk ve gayrete getirici şu sözleri söylüyordu:
“Taşıdığımız şu yük ey Rabbimiz!
Hayber’in yükünden daha hayırlı, daha temiz!
Ya Rab! Hayır, ancak ahiret hayrı!
Sen, muhacirle ensara acı!”[11]
Bir sefer esnasında ashabına koyun kesip pişirmelerini emretmişti. Ashaptan biri; “Ya Rasûlallah, onu ben keseyim.” dedi. Başka biri; “Ya Rasûlallah, yüzmesi de benim vazifem olsun.” dedi. Bir başkası da “Ya Rasûlallah, pişirmesi de bana ait olsun.” dedi. Rasül-ü Ekrem Efendimiz de:
“– O zaman odunu toplamak da bana ait olsun.” buyurdu. Sahabiler; “Ya Rasûlullah! Biz onu da yaparız, senin çalışmana gerek yok.” dedilerse de efendimiz:
“- Sizin benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre ayrıcalıklı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah Teâlâ kulunun, arkadaşları arasında ayrıcalıklı durumda olmasını sevmez.” buyurdu.[12]
Rasûlullah Efendimizin gösterdiği tevazünün zirvesi belki de Mekke’nin Fethi gününde yaşanılan olaylardı. Efendimiz zorlu bir davet döneminin ardından Mekke’den hicret etmek zorunda kalmış, Medine’ye vardığında da Mekkeli müşrikler tarafından rahat bırakılmamıştı. Bedir, Uhud, Hendek derken çetin bir mücadele yaşanmış, tüm bunların ardından büyük bir zafer gelmişti. Rasûlullah efendimiz, gizli gizli terk etmek zorunda kaldığı Mekke şehrine şimdi fatih bir komutan olarak dönüyordu. Böylesine büyük zafer kazanmış bir komutanın mağrur olarak şehre girmesi beklenirken Efendimiz tam tersini yaparak ne kadar alçakgönüllü bir şahsiyet olduğunu bir kez daha vurgulamıştı. O, devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, başını Yüce Rabbine karşı tevazu ile o derece eğmişti ki sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnada devamlı olarak: “Ey Allah’ım! Hayat ancak ahiret hayatıdır!”diyordu.”[13]
Mekkeliler, canına kastettikleri, yıllarca mücadele ettikleri O değerli insanın hükmünü merakla bekliyorlardı. Hepsi için ölüm kararı çıkabilirdi. Durum böyle olsa da yine de haklıydı. Onları mağlup etmiş ve savaşı kazanmıştı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Kâbe kapısının önünde herkesi toplayarak Mekkelilere bir konuşma yapmış ve sonunda şu soruyu yöneltmişti:
“-Ey Kureyş topluluğu! Size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?”
-Onlar, “Sadece hayır bekliyoruz. Çünkü sen iyi bir kardeşsin ve iyi bir kardeş çocuğusun” dediler.
– Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “Gidin, hepiniz serbestsiniz” buyurdu.[14]
Efendimiz bu defa da tüm güç ve kudretine rağmen kibirlenmemiş, olgun ve mütevazi bir insan gibi insanların kalbine açılacak yolu seçmişti. Çünkü O’nun ahlâkı böyleydi. Ve bu ahlâk ile ömrünü nihayete erdirdi. Geriye de bu yüce ahlâkı kuşanmış talebeler bıraktı.
Sonuç
İslâm ahlâkının önemli şubelerinden birisi olan tevazu; kısaca alçak gönüllü olmayı, kibirden arınmayı ifade etse de kişinin hayatının her safhasında kendini gösterebilecek üstün ahlâki bir özelliktir. Kur’an-ı Kerim’de doğrudan zikredilmemekle beraber bireyin farklı farklı davranışlarıyla irtibatlandırılarak anlatılan kavramımız, Rasûlullah’ın hayatında en güzel şekilde vücut bulmuş ve hem yaşanması hem de sonraki nesillere aktarılması gereken bir miras olarak bizlere emanet edilmiştir.
[1]. bk. DİA, tevazu mad.
[2]. bkz: DİA, tevazu mad.
[3]. Furkan, 63.
[4]. İsra, 37.
[5]. Lokman, 18-19.
[6]. İsra, 24.
[7]. Maide, 54.
[8]. İbn Mâce, “Ettime”, 30.
[9]. İbn-i Sa’d, II, 193; Heysemî, IX, 21.
[10]. Heysemî, V, 122.
[11]. İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 142.
[12]. Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniye, Mısır 1281, I, 385.
[13]. Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1.
[14]. Sîretu İbn-i Hişam, 4/41.