“Huzur” Arıyorum, Nerede Bulabilirim?

Serbest Köşe – Derya Fıçıcı / 2019 Ağustos / 80. Sayı

Öyle bunaldınız ki hiçbir yere sığamıyorsunuz, her şey üzerinize geliyor.

Sevdikleriniz dahi sizi anlamıyor.

Bir nefes!

Bir damla huzur!

Neredesin?

Şu içinizi yakıp kavuran derdinizi bir an olsun unutabileceğiniz, rahatlayabileceğiniz, kalbinizi yumuşatacak, daralan göğsünüze tatlı bir nefesin dolduğunu hissedeceğiniz huzuru arıyorsunuz…

Belki de babanızı yeni kaybettiniz ya da yıllar önce de kaybetmiş olabilirsiniz. Ne fark eder ki? Ha yeni, ha eski… Siz dağınızı kaybettiniz. Kapıdan içeri girdiğinde içinizi güvenle dolduran, kaygılarınızı, endişelerinizi onun heybetinde erittiğiniz babanızı kaybettiniz. Acınız büyük elbet…

Bu acıyı bir an olsun dindirecek huzuru arıyorsunuz…

Kim bilir, belki de baba acısından daha büyüktür acınız.

Sizi şefkatle sarıp sarmalayan, dünyanın en sıcak, en yumuşak, en güvenli kucağını, annenizi kaybetmiş de olabilirsiniz. Onu öyle özlediniz ki, kokusu buram buram tütüyor burnunuzda…

Ciğeriniz yanıyor adeta… Günler oldu belki de “anne” diye seslenmeyeli, belki aylar, belki yıllar…

Bu acıyı, bu özlemi dindirecek huzuru arıyorsunuz

Ey huzur, neredesin?

Ya sen, ey genç anne! Senin derdin ki öyle büyük, dağlara anlatsan dağlar taşımaz.

Minik yavrunu, bakmaya kıyamadığın, üzerine toz dahi konduramadığın minik yavrunu soğuk toprağın bağrına koydun.

Gözlerinin ağlamaya feri kalmadı. Hayat durdu sanki, zaman durdu. 

Yüreğinde bir hançer, nefes alamıyorsun. 

Ah, bir an olsun acını hafifletecek huzuru arıyorsun…

Ey “huzur”, neredesin?

Ya sen, savaşın ortasında, bomba seslerinin arasında, evi yanmış, kül olmuş ne sokağı ne mahallesi kalmamış, üç çocuk babası, eşini ve çocuklarını koyacak ne dört duvarı ne de onları doyuracak bir lokma ekmeği olmayan adam!

Üstelik çocuklarından biri ağır yaralı ne hastane var ne doktor… Ne yapacağını bilmez haldesin.

Huzur… O da ne ki? Adını bile unuttun savaşın gölgesinde yaşarken.

Öyle muhtaçsın ki ona, kalbin onu arıyor.

Ey “huzur” neredesin?

Ya sen, seksen yaşında evlatları tarafından huzur evine bırakılmış nineciğim!

Biliyorum hiç huzurun yok orada. Ne gelenin var ne gidenin… Gözlerin pencerede, yavrularını gözlüyorsun. Ah, biri şuradan geçse, “annem” dese, elini öpse hafifleyecek yüreğin ama gelmiyor hayırsız evlatlar.

Yalnızlık, kimsesizlik öyle zor ki! Üstelik bedenin zayıflamış, ayakların yürümüyor, gözlerin görmüyor, bir lokma ekmeği ağzına zor götürüyorsun. Evini, yuvanı özledin.

Huzur mu? O senden çok uzaklarda diye düşünüyorsun.

Ama içinden bir ses:

“Ey huzur, neredesin!”

Ya sen, koğuşunda ranzasına uzanıp “On beş yıl burada nasıl geçer?” diyen adam!

Gökyüzüne hasret, kuşların uçuşuna, denizin sahile vuruşuna, yıldızlara, aya, güneşe hasret. Sevdiklerine hasret, üstelik onlar seni arayıp sormadığı halde…

Ah, ki dert sende bir değil, bin… En yakın arkadaşın, dertdaşın soğuk duvarlar olmuş… İçin buz tutmuş sanki.

Ve çığlık çığlığa bağırıyorsun, kimse seni duymuyor…

Ey “huzur”, neredesin?

Daha nice dertlileriniz vardır elbet; dertleri dağları delen.

Ya da içindekini dert sanıp dertlenen.

Ama hepimizin aradığı, çok zaman deli divane arayıp da bulamadığı:

Ey “huzur”, neredesin?

Bazen dertten bile değil; kendimizi özlediğimizde de onu ararız, şehrin gürültüsünden kaçmak istediğimizde de…

Hiçbir şey bizi mutlu etmediğinde…

Hep ama hep onu ararız…

Bazen sahilde küçük adımlarla yürürken işittiğimiz dalga seslerinde ararız,

Bazen bir fincan çayda,

Belki bir ağacın gölgesinde olduğunu düşünerek ormanda ararız.

Bazen yüzümüzü semaya çevirip yıldızların parıltısında ararız.

Bazen çarşıda, pazarda, alışveriş merkezinde olabilir diyerek koşup gittiğimiz de olmuştur elbet…

“Hadi gel, çay koydum birlikte laflayalım.” diyen arkadaşınızda,

Eşinizin omzunda,

Belki kısa bir hafta sonu tatilinde de olabilir diyerek aradığımız “huzur” nerede?

Kitapların sayfalarında olabilir mi?

Yalnız kalmakta mı acaba?

Yoksa yağmurun altında yürümekte mi, kar tanelerinde mi?

Bütün bunların hepsinde aramışızdır onu.

Belki de whatsapp’ta “huzur paylaşımları” yapmaktadır.

Hiçbiri değil elbet!

Bu kadar uzağa gitmene gerek yoktu oysa.

Dizlerinin, ellerinin ve yüzünün değdiği yerde, bir tek hamleyle kavuşursun ona.

Yeter ki eğil, yeter ki her şeyi geride bırakıp gitmek iste. İşte huzurun adresi:

Secde…

Şimdi her şeyi geride bırakıp Alemlerin Rabbi olan Allah’ın huzuruna gitme vakti.

Dertleri sahibine sunma,

“Rabbim huzurundayım, Sana sığındım.” deme vaktim.

Rabbim…

Beni ne ağaçlar, ne taşlar, hiçbir yaratılmış anlamaz… 

Beni ancak Sen bilirsin…

Beni ancak Sen anlarsın…

Tüm dertlerin sahibi Sen’sin.

Tüm dertlerin çaresi de Sen’sin.

Şimdi “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Sen’den yardım dileriz.” deme vakti.

Acını, hüznünü, gözyaşlarını secdede bırakıp Rahmet pınarından doya doya içme vakti.

Vakit; kederin çekip gittiği,

Rahmet nuruyla nurlanma vakti.

Dilediğin kadar orada kal,

Dilediğin zaman orada ol.

Vakit, hep secde vakti!

Beytullah’a doğru döndün,

Alnını yere koydun,

Bedenin olmasa da ruhun orada.

İstersen Hicr-i İsmail’de, 

İstersen Makam-ı İbrahim’de,

İşte Huzur-u İlahide’sin!

“Ey iman edenler, rüku edin, secdeye varın, Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin, umulur ki kurtuluş bulursunuz.”[1]

Selâm ve dua ile… 


[1]. Hac Suresi, 77.