Hilafetin Anlam Ve Mahiyeti

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2021 Şubat / 98. Sayı

Hilafet, İslam Devletinin başkanlığı demektir. Halife, İslam Devleti’nin yüksek başkanına denir.

Halifelik, din ve dünya işlerinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e niyâbeten genel bir başkanlık, diye tanımlanmış; dinin uygulanması, dinin sınırlarının korunması konusunda, ümmetin tümünün kendisine uyması vacib olmak üzere, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in halifeliğini yapmak diye de ifade edilmiştir.[1]

el-Mâverdî, İmameti: “Dinin korunması ve dünyanın siyaseti (devletin yönetilmesi) konularında nübüvvete halifelik etmek” şeklinde tanımlamıştır.[2]

İbni Haldûn da şöyle tanımlamıştır: “O (Hilafet) gerçekte, dinin korunması, dünyanın dinin esaslarına göre siyaseti (idaresi) konusunda şeriat sahibi (olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem)’e halifelik yapmak demektir.”[3]

İslam, bildiğimiz gibi hem din hem devlettir. Bu nedenle İslam’ın gereklerinin yerine gelmesi demek hem dinin uygulanması hem de devlet işlerinin İslam’ın çizmiş olduğu sınırlar içerisinde yerine getirilmesi demektir. Buna göre İslam hükümetinin görevi; Allah’ın emirlerini yani İslam’ı uygulamaktır. Halife ise İslam Hükümeti’nin başkanı olup görevi de İslam’ın uygulanması ve devlet işlerinin İslam’ın çerçevesi içerisinde yönetmektir.

Fakihlerin tanımlarından anlaşıldığına göre, onlar halifeliği devlet başkanlığı konusunda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yerine geçen kişi şeklinde değerlendirirler. Burada Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem iki göreve sahip olduğunu göz önünde bulundururlar. Bu görevlerin biri Allah’tan aldıklarını tebliğ etmek, diğeri ise Allah’ın emirlerinin yerine getirilmesini sağlamak ve bu emirlere göre dünya işlerini yönetmektir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatıyla tebliğ görevi sona ermiş, ikinci görev ise devam etmiştir. Bu nedenle bu ikinci görevin ağırlıklarını omuzlayacak olan kimsenin bu görevi yerine getirmesi vacibdir. Ayrıca bu kimse bu konuda Allah’ın Rasûlü’nün halefi olduğu için de kendisine “halife” adı verilmiş bulunuluyor.

Halifeliğin Çeşitleri

İnsanların yeryüzünde halifelikleri iki çeşittir; genel halifelik ve özel halifelik. 

Genel halifelik; tüm insanların -yeryüzünü imâr etmekle görevlendirilmiş ve orada kendilerine tasarruf yetkisi verilmiş olmaları itibariyle- halife olarak yaratılmış olmalarıdır: “O, sizleri yeryüzünden yarattı ve orayı imâr etmek üzere görevlendirdi.” (Hud, 61)

Bu şekildeki halifelik, Âdem aleyhisselam ile başlamış olup, ondan sonra gelen bütün insanlar yeryüzünü imar etmekle görevlendirilmişlerdir. Yeryüzünde bu görevi kendilerine veren Allah’tır; yeri kendilerine O musahhar kılıp izniyle orada tasarrufta bulunmalarına O müsaade etmiştir: “Hani Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti.” (Bakara, 30)

Fakihlerden bazıları, Âdemoğullarının “Allah’ın Halifeleri” diye adlandırılmalarını caiz görmüştür. Bu konudaki delilleri de, Allah’ın bütün insanları yeryüzünde halife, kendi emirlerini uyguladığı için. Davud aleyhisselam’ı halife yapmış olmasıdır.

Özel halifelik ise yönetimde halife kılmaktır. Bunun da iki çeşidi vardır; devletlerin halifeliği ve bireylerin halifeliği. 

Her iki şekliyle yönetimdeki halifelik, Allah’ın kullarına verdiği diğer bir nimettir. Allah, ister toplum olarak isterse de birey olarak, kullarından dilediği kimselere bu nimeti ihsan eder ve bunu insanların tümüne yeryüzünde halifelik mevkiini vermiş olmakla birlikte bağışlar: “Yeryüzünde zaafa uğratılmışlara (mustaz’aflara) lütufta bulunmak, kendilerini önderler yapmak ve (yeryüzüne) mirasçılar yapmayı diliyoruz.” (Kasas, 5)

“Sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola iletecek önderler vermiştik ve onlar bizim ayetlerimize sapasağlam inanıyorlardı.”(Secde, 24)

Devletin halifeliğinin ilk hatıra gelen anlamı, ümmetin özgürlüğe kavuşturulması ve ümmetin maslahatlarını (yararına olan işlerini) koruyacak, Allah’ın adını yükseltecek şekilde bir güce sahip olması ve kendi kendisini bağımsızlığa kavuşturmasıdır. İkinci anlamı ise; ümmet fertlerinden başka birtakım toplum ve halkları da kendi otoritesine alacak şekilde devletin otorite alanının genişlemesidir.

Kişilerin halifeliği ise devlet başkanlığı konusunda kişinin halifeliğe getirilmesidir. Halifeliğe getirilen kimseye “halife” adı da verilebilir. Nitekim Davud aleyhisselam da bu şekilde adlandırılmış bulunuyor: “Ey Davud, şüphe yok ki bizler, seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet ve hevâya uyma. O zaman seni Allah’ın yolundan saptırır. Gerçek şu ki, Allah’ın yolundan sapmış olanlar için -hesap gününü unutmaları nedeniyle- çok şiddetli bir azab vardır.” (Sad, 26)

Halifeliğe getirilmiş olana “İmam” adı da verilebilir. Nitekim İbrahim aleyhisselam ve İsrâiloğullarının önderleri de bu isimle adlandırılmışlardır: “Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle imtihan etmişti de, o, bunları tümüyle yerine getirmişti de (Rabbi, ona)  “Muhakkak ben seni insanlara imam yapacağım demişti. O “Zürriyetimden de” demiş, (Rabbi)  “Zalimler, benim ahdime nâil olmaz” demişti.” (Bakara, 124)

Halifeliğe getirilmiş olan, bazen “Melik” diye de adlandırılır: “Peygamberleri onlara dedi ki: “Muhakkak Allah, sizlere Tâlût’u ‘melik’ olarak göndermiştir.” (Bakara, 247)

Hilafetin İkamesi Farzdır

Hilafet, cihad ve kaza (anlaşmazlıkların İslami hükümlere göre çözülmesi) gibi bir farz-ı kifâye’dir. Bu işe ehil olan birtakım kimseler, onu yerine getirecek olursa, bu farzı yerine getirmek yükümlülüğü geri kalanlardan kalkar. Hiç kimse bu görevi yerine getirmeyecek olursa, bu işin ehli olan bir kişi, halifelik görevini yüklenene kadar, bütün Müslümanlar günahkâr olur.

Bazıları da günahın yalnızca ümmet arasındaki iki kesim için söz konusu olacağı görüşündedir. Bunların birincisi, bir halife seçene kadar görüş sahibi olan kimseler (Ehlu’r-re’y); ikincisi ise aralarından bir tanesini halife seçene kadar, kendilerinde halifenin şartlarını bulunduran kimseler.[4]

Doğru olan, bütün Müslümanların günahkâr olduğudur. Çünkü şeriatın muhatapları tüm Müslümanlardır. Onun gereklerini yerine getirmek yükümlülüğü de bütün Müslümanlara aittir. Marufu emretmek ve münkerden sakındırmak hepsinin görevinin başında gelmektedir. Müslümanların hiç birisi, yalnızca kendisini göz önünde bulundurup kendi yetkilerine dikkat etmekle yükümlü olamaz. Her Müslüman hem kendisine hem de başkalarına hem kendi imkânları içerisinde olana hem de başkasının imkânları içerisinde olana, dinin emirlerini uygulamaya çalışmakla yükümlüdür.

Halife seçme görevi insanların bir kesimine bırakılmış olsa bile, ümmetin tümü, bu kesimi, görevini yerine getirmeye zorlamalıdır. Aksi halde, ümmetin tümü bu kesimle birlikte günahkâr olur. Hatta bu kesim görevini yerine getirmiyor ise ümmet bu kesimi bir kenara bırakmak ve onların yerine başkalarını getirmekle görevlidir. Çünkü ümmet bu kesimi, İslam Cemaati’ni temsil etmek için seçmiş ve ona kendi işlerini bunun için teslim etmiş bulunuyor. Eğer bu kesim, görevini yerine getirmeyecek olursa, işlemiş olduğu bu günah nedeniyle, niteliğini kaybetmiş olur, ümmetin nâibliğini elinde bulunduramaz hale düşer. Bu sefer de ümmet, kendisine niyâbet edecek ve halife seçiminde kendisini temsil edecek bir grup seçmekle yükümlü olur.

Bütün ehl-i sünnet, bütün mürcie, bütün şia ve bütün hariciler, imametin vücûbu ve farz olması üzerinde ittifak etmişlerdir. Ümmet arasında Allah’ın emirlerini uygulayacak, onları şeriatın hükümlerine göre idare edecek adaletli bir imam seçmenin, ümmet üzerindeki farzların en ileri derecesinde olanı olduğunda da ittifak etmişlerdir. 

Halifeliğin Farz Olmasının Kaynağı

Halifeliğin farz oluşunun ilk kaynağı Şâri’nin kendisidir. Halifelik veya imamet, Şer’i bir farizadır. Bütün Müslümanlar, bu farizanın muhatabıdır; bu farz yerine gelene kadar bunun için çalışmak da onların görevidir. Bu görev yerine gelecek olursa, onların üzerindeki bu farz kalkar. Halifenin azledilmesine veya vefatına kadar bu durum böylece devam eder. Halifeliğin farz oluşunun delilleri de şunlardır:

Halifelik veya imamet, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Müslümanlar için ortaya koymuş olduğu fiili bir sünnettir. Bu sünnetin gereğini yerine getirmek ve ona uygun amel etmek, onların görevidir. Çünkü yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin ve Rasûlüne de itaat edin.” (Nisa, 59)

“Biz hiçbir peygamberi, Allah’ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik.” (Nisa, 64)

“Rasûlullah size neyi verirse onu alın ve sizi neden sakındırırsa, ondan sakının.” (Haşr, 7)

“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, erkek ve kadın olsun, hiçbir mümin için emrinde muhayyerlik (dilediğini yapmak yetkisi) yoktur.” (Ahzab, 36)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Müslümanlardan siyasi bir birlik oluşturdu ve onların tümünden de tek bir devlet meydana getirdi. Bu devletin başkanı ve en büyük imamı (önderi) kendisi idi. Onun iki görevi vardı. Birincisi, Allah’tan almış olduğu emirleri insanlara bildirmek. İkincisi ise Allah’ın emirlerinin uygulanmasını sağlamak ve İslam’ın çerçevesi içerisinde devletin siyasetini yönlendirmek. 

Allah’ın Rasûlü’nün vefatından sonra, ümmetin Kur’an ve sünnetin varlığı nedeniyle yeni bir tebliğe ihtiyaçları kalmamış olsa bile, onlar Kur’anı ve sünneti uygulayacak, kendilerini İslam’ın çizmiş olduğu sınırlar çerçevesinde yönetecek bir kimseye kesinlikle muhtaçtırlar. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, çağının Müslümanlarından siyasi bir birlik oluşturmuş, yeryüzünün doğusunda da batısında da Müslümanların imametini ve devlet başkanlığını bir sünnet olarak ortaya koymuş olduğuna görehaliyle bu böyle olmalıdır.

Bütün Müslümanlar ve özellikle bütün sahâbiler devletin başına Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in halifeliğini yapacak bir kimsenin getirilmesi konusunda icmâ etmişlerdir. Ebû Bekir radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in vefat ettiğini kesin olarak anlayınca, insanların önüne çıkıp şunları söyledi: 

“Şunu bilin ki Muhammed vefât etmiştir. Bu dinin gereklerini yerine getirecek bir kimsenin varlığı ise kaçınılmazdır.”[5]

Bunun üzerine sahabiler, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in defin işlemlerini bıraktılar ve Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh’i onun yerine halife getirene kadar da onu defnetmediler. İcmâ, İslam Şeriati’nin kaynaklarından bir tanesidir. Nassın Müslümanları bağlayıcı olması gibi, icmâ da onlar için bağlayıcıdır.

Şer’i görevlerin pek çoğunun yerine getirilmesi, halifenin veya imamın varlığına bağlı bulunmaktadır. Vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı, yerine getirilebildiği her şey de Şer’an vacibdir. Diğer taraftan imam nasb etmekte, zararın önlenmesi de söz konusudur. Zararın izale edilmesi de aynı şekilde Şer’an vacibdir. Bunda ümmetin yararına olan çok taraflar da vardır. Bu da aynı şekilde vacibtir. Çünkü Şâri’nin, muamelât, münâkehât, cihâd, hudûd, şeâir ve benzeri hükümleri, uygulanmaları insanların yararına olan şeylerdir. Bütün bu yararlarına olan şeyler ise, anlaşmazlıklarında kendisine başvuracakları bir imam bulunmaksızın gerçekleşemez. Halife nasb etmemenin, dinin hükümlerinin uygulanmamasıyla, İslam’a karşı çıkılmasıyla, Müslümanların -şimdi olduğu gibi- darmadağın olacağı gerçeğiyle karşı karşıya kalınacağına tanıklık etmektedir.[6]

Kur’an ve sünnetteki nasslar, İslam Cemaati için bir imamın seçilmesini farz kılmaktadır[7]. Bunlardan bir kısmı: “Ey İmân edenler, Allah’a itaat ediniz, Rasûlüne de itaat ediniz ve sizden olan emir sahiplerine de (itaat ediniz.)” (Nisa, 59)

Ulu’l-Emr; emir sahiplerinden kasıt, devlet yönetimini birbirinden sonra ellerinde bulunduran devletin imamları ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kendileri hakkında şunları buyurmuş olduğu kimselerdir: “Kim (emir sahiplerine) itaatten elini çekerse, lehine hiçbir delili bulunmaksızın Allah’a kavuşur. Kim de boynunda bir biat (ın yükümlülüğü) bulunmaksızın ölürse, cahiliyye ölümü ile ölmüş olur.”[8]

“Kim bir imama biat eder, ona (itaat edeceğine dair) elini ve kalbinin semeresini (bağlılığını) verirse, gücü yettiği kadar ona itaat etsin. Eğer başka birisi gelip onunla anlaşmazlık çıkarırsa, öbürünün boynunu vurun.”[9]

“Muhakkak ki bana itaat etmeniz, Allah’a itaattir imamlarınıza itaat etmeniz de bana itaat etmek demektir.”[10]

“Benden sonra peygamber yoktur, halifeler olacaktır ve siz de çok olacaksınız.” (Ashâb) dediler ki: “Bize ne emredersin ey Allah’ın Rasûlü? Buyurdu ki: “Birincisinin, biatine vefâ gösterin, onlara haklarını verin. Muhakkak Allah, onlara da elleri altına vermiş olduğu insanlar hakkında soracaktır.” [11]

“Benden sonra sizin başınıza birtakım yöneticiler geçecek. İyi olan iyiliği ile sizleri idare edecek, fâcir olan da fücûru ile sizi yönetecek. Hakka uygun düşen her konuda dinleyip itaat edin. İyilik yaparlarsa bu sizin lehinize, kötülük yaparlarsa da sizin lehinize, onlarınsa aleyhlerine olacaktır.”[12]

“Siz, (sizleri idare etmek üzere) bir kimsenin etrafında birleşmiş olduğunuz halde, birisi gelip de asanızı parçalamak (birliğinizi dağıtmak) veya cemaatinizi bölmek isterse, onu hemen öldürün.”[13]

Bütün bu nasslardan birlikte anlaşılan şudur: Müslümanlar, kendileri için bir imam veya bir halife seçmekle mükelleftirler. İmamı bulunmaksızın ölen bir Müslüman, cahiliyye ölümü ile ölür. Onlar, kendilerine tek bir imam seçmekle yükümlüdürler. 

Dillerinin, ırklarının ve uluslarının farklılığına rağmen Allah, Müslümanları tek bir ümmet yapmıştır: “Muhakkak sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir ve ben de sizin Rabbinizim. O halde benden sakının.” (Müminun, 52)

Birleşip Kur’an sancağı etrafında kenetlenmek, Müslümanlar için farzdır: “Allah’ın ipine (Kur’ân’a) topluca sarılın ve parçalanıp ayrılmayın.” (Âl-i İmran, 103)

Dağılmayı, anlaşmazlığa ve ayrılığa düşmeyi de Allah azze ve celle, Müslümanlara haram kılmıştır: “Dağılıp anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın.” (Âl-i İmran, 105)

“Anlaşmazlık çıkarmayın, o zaman darmadağın olursunuz ve gücünüz de kaybolur gider.” (Enfal, 46)

Bu nassların gerektirdiği ise şudur: Müslümanlar bir tek ümmet olmalıdır, bir tek siyâsi birliğin içinde bulunmalıdır, kendi içlerinden bir tek devlet ortaya çıkarmalıdır. Bu ümmet, bir tek ümmet olarak ele alındığı için ancak bir kişiyi imam yapabilir, birden fazla kişiyi imam yapması sahih olmaz.

Müslümanları bir tek ümmet yapan ve kendi aralarında bir tek devlet oluşturmalarını onlara emreden Allah azze ve celle, yönetim işinin kendi aralarında istişâre ile yürütülmesini de emretmiştir: “Ki, onların işleri kendi aralarında şûra iledir.” (Şura, 38)

Müslümanlar bir tek ümmet olmakla, bir tek devlet oluşturmakla, yönetimi elinde bulunduranları kendi aralarından seçmekle yükümlü bulunduklarına göre devlet başkanlığı makamı her boşaldığında, İslam Devleti’nin başkanlığına bir imam seçmeleri de kendilerine vacib olur. Ayrıca bir tek ümmet ve bir tek devlet oldukları için de bir tek imamdan başkasını seçmek yetkisine sahip değildirler.  


[1].  el-Mevâkıf, 603; el-Musamere, II, 141; Esnâ’l-Metâlib ve Hâşiyetu’ş-Şihâb er-Remli, IV, 108.

[2].  el-Mâverdî, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, s: 15.

[3].  İbn Haldûn, Mukaddime, 1/239.

[4].  Ebu Ya’la el-Ferrâ el-Hanbelî, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, s: 19; el- Mâverdî, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, s: 17.

[5].  Cem’u’l Vesâil fi Şerhi’ş Şemâil, 2/219.

[6].  el-Mevâkıf, 604; el-Hilâfe, 10.

[7].  el-Müsâmere, II, 142; el-Milel ve’n-Nihal, IV, 87; el-Hilâfe, 11; el-Muhallâ, IX, 359-360.

[8].  Sahihu Müslim, 3/1478 (58)- 1851.

[9].  Sunenu Ebî Davûd, 4/97 (4248) Sahihtir.

[10].  Sahihu İbni Hibban, 5/470. (2109) Sahihtir. 

[11].  Sahihu’l Buhari, 4/169. (3455).

[12].  Mucemu’l Evsat, 6/247 (6310) Hasenun ligayrihi.

[13].  Sahihu Müslim, 3/1480 (60)- 1852.