Fransız İhtilali Ve Laiklik

İdeolojiler ve Teoriler – Nedim Bal / 2022 Eylül / 118. Sayı

Kilisenin sınırsız yetkilerle siyasal gücü elinde bulundurması, din adamlarının tanrı (!) adına çıkardıkları zorba hükümlerle sayısız katliamlara imza atmaları, insanları sömürüp mallarına çeşitli yollarla el koymaları ve benzeri zulümler nedeniyle Batı dünyasında kiliseye, din adamlarına ve onların siyasi egemenliğine karşı ciddi bir sorgulama ve muhalefet başladı. Din adamlarının dini referans göstererek din üzerinden insanlığa zulmetmeleri neticesinde Hristiyanlık dininin reforma tabi tutulup yeniden yorumlanması fikri ciddi anlamda taraftar buldu.
Hristiyan din adamlarının kurduğu bu Teokratik düzene karşı en büyük darbe Reformasyon adı altında gerçekleşti. Yenilikçi devrim anlamına gelen Reformasyon; 16. yüzyılda başlayarak tüm Avrupa’yı etkileyen ve Katolik kilisesine karşı yapılmış dinsel bir hareketti. Hristiyanlık dini içinde meydana gelen bu büyük değişim/yenileşme fikri Avrupa’nın değişim ve dönüşümüne sebep olmuştur. 

Reformist hareket, din-devlet ilişkisini yeni bir yorumla açıklıyordu. Bu yeni yorum tarzı Almanya’da Luther (1483-1546) İtalya’da Kalven (1509-1564) tarafından temsil edilen Protestanlık idi. Protestanlığın temel görüşü “Din kendi kabuğuna çekilmeli, ruhbanlar manastırlarında ibadetleri ile meşgul olmalı ve dünya otoritesi sadece devletin olmalıdır” şeklinde özetlenebilir. 

18. yüzyıla gelindiğinde Batı medeniyeti düşünce anlamında geleneksel Hristiyanlık-Katoliklik hüviyetinden hızlıca uzaklaştı. Batı medeniyetinde önemli etkileri olan birçok düşünür; “Dinin doğrularının, kilise doğrularından değil, insanın gönlünün derinliklerinde yattığı, salt doğruluğun bireyde bulunduğu, her dinsel inancın aslında bireysel vicdan işi olduğu” düşüncesini yayarak kilise inancından lâik inanca geçişin fikri temellerini kurdular. (Türkiye’de Müslümanların dini yaşamını -özellikle kamu alanında- kısıtlamak isteyen laiklerin beslendiği fikir bu dönemin bir eseridir)

Batının aydınlanma çağı dediği, dönemin birçok filozofunda görülen “Dinin sadece bir vicdan işi olduğu, doğru ve yanlışı belirleme de yegâne ölçünün dini öğretilerdeğil sadece insanın kendi aklı ve vicdanı olduğu” anlayışı ilkçağın deizmi denilen “doğal din” ya da “akıl dini” akımının da hızla yayılmasına zemin hazırlamıştır. 

Luthercilik, “katolikliğe reddiye/protesto” anlamına gelen Protestanlık yoluyla, Katolik kilisesinin devlet üzerindeki denetim ve otoritesine son verip bireyi vicdanî olarak kilisenin köleliğinden kurtardı. Fakat kilisenin köleliğinden kurtarılan insanlar bu sefer de devletçiliğin köleliğine terk edilmiş oldu. 

Batıda tarih ve politika biliminin kurucusu sayılan Floransalı düşünür Machiavellie (1469-1527), antik çağdaki ulusal nitelikli devlet anlayışı ile Rönesans’ın dinden koparılmış devlet anlayışını yeni siyaset teorisi ile birleştirdi. Machiavellie, ‘Hükümdar’ adlı eserinde, “bütün gücünü milletten alan devlet, milletin iradesinden başka güç tanımamalı” diyordu. Bu görüşüyle o, artık Avrupa’da Kilisenin ruhbani otoritesinin yerini millî-cismanî egemenliklere bırakması gerektiğini dile getirmiş oluyordu. 

Bu görüşler milli krallıklar tarafından da desteklenmekteydi. Çünkü milli krallar, kilisenin daha fazla kendi işlerine karışmasını istemiyorlardı.

Machiavellie’nin siyaset teorisi kendisinden sonra iki önemli varis bıraktı. Bunlar, Montesquieu (1689-1755) ve J.J. Rousseau (1712-1778) idi. 

Montesquieu’nun devlet teorisi; “Papa veya krallar tarafından tek elde toplanan yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız olması” yönündeydi. 

J.J. Rousseau ise “çoğunluğun iradesine dayalı bir siyasal rejim” önermekteydi. (İngiltere modeli parlamentarizmi gibi)   

Her iki filozofun görüşleri Fransa’da patlak verecek olan 1789 ihtilâlini hazırlayan fikrin kaynağı oldu.

Avrupa toplumsal yapısının en önemli sorunu çok keskin ayrımlara sahip sınıflar sorunuydu. Avrupa da halk dört ana sınıfa ayrılmıştı; soylular, rahipler, burjuva ve köylüler. İnsanlar arasındaki bu sınıfsal ayırımcılık Avrupa’yı ihtilallerin vatanı haline getiriyordu. Toplum içindeki bu sınıflaşmayı ise büyük ölçüde kilise teşvik etmiş hatta sınıflaşmanın oluşmasına hem teorik hem pratik katkı sunmuştur. Kilisenin metinlerinden birinde, “Tanrı insanlardan bir kısmının seigneur (toprak mülkiyetine sahip), bir kısmının da serf (toprağa ve seigneur’un mülkiyetine bağlı) olmasını istedi” der.

Fransa’da ihtilal arifesine gelindiğinde Zümreler Meclisi (Etats Generaux) Papalığa danışmadan Fransa’daki kilise mallarına el koydu. Dahası din adamları silah zoru ile devlete sadık kalacaklarına dair yemin etmeye zorlandı. Bu durum kilise ile krallık arasında önemli sorunlar oluşturdu.

Fransa’da kral otoritesi sınır tanımaz bir genişlik göstererek bireyin en mahrem ve dokunulmaz haklarına uzanacak kadar aşırılıklar göstermekteydi. Kral kendisini canlı kanun olarak tanımlıyor, yargı, hiçbir hukukî ilke tanınmadan keyfi uygulamalarla yürütülüyordu. Bütün bu sebepler Avrupa’da laik devlet biçimine geçişi hızlandırıcı etkiler olarak rol oynarken sosyal yapıda önemli bir değişiklik teşekkül etmekteydi. Bu yeni teşekkül, burjuva sınıfıydı. Kral, senyörlerin etkisini kırmak için “kral imtiyazlıları” (kral burjuvası) adı ile bir toplumsal katman oluşturmuştu. Kral yanlısı bu yeni sınıf kral parlamentosunun büyük bir çoğunluğuna sahipti. (Senyör: Geniş toprakları olan ve yönetim bölgelerine sahip kişilere verilen soyluluk unvanıdır. Daha ziyade Fransa, İspanya ve İngiltere de kullanılır) 

Zamanla burjuvalar kralın himayesinde gelişerek ekonomik yönden söz sahibi oldular ve statülerini (sermayelerini) korumak için krala, senyörlere ve kiliseye karşı örgütlü bir mücadeleye giriştiler. Burjuvalar yoğun pozitif etkiler altında kalarak kilise-krallık sisteminin metafizik temelini Fransa’dan söküp atmakla önlerindeki en büyük engeli atacaklarına inanmaktaydılar ve bunda da yanılmadılar. 

İspanya’dan sürülen Yahudi asıllı bir aileye mensup Marat’ın da aralarında bulunduğu burjuva sınıfı, 1789’da Bastille’i zapt ederek tüm burjuvaları serbest bıraktılar. (Paris’teki Bastille kalesi ve hapishanesi iktidardaki monarşiyi temsil etmesi bakımından simgesel bir özelliği vardı).

Arkasından 3 Kasım 1789’da “İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi” yayınlandı. Bu beyannameye göre, kanun hükümleriyle sağlanmış olan ve kanun düzenini bozmamak şartıyla hiçbir kimse, dinî de olsa kanaatlarından dolayı tedirgin edilmemelidir.

İnsan Hakları Beyannamesi, bu ilkeleri ile doğrudan din-devlet ayırımını kabul ederek din ve dünya işlerinin birbirlerine müdahalesini reddederken her birinin kendi alanındaki özelliğini de vurgulamaktaydı. Bu beyanname aynı zamanda dünya ve hayat hakkında düzenleyici ilkelere sahip olmayan kilisenin ilkelerine de uygundu.

1789’da başlatılan ihtilâl ile kralla beraber en büyük destekçisi olan kilisenin toplum-devlet hayatından tasfiye edilmesi sonucunu doğurdu ve yönetim burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet edecek şekilde lâikleştirildi. 

Getirilen yeni rejim, anayasasını servete dayalı bir iktidar oluşturacak biçimde hazırlattı. İhtilâlle Fransa’da değişen, sadece iktidar sahipleriydi. Doğuştan gelen soyluluk/senyörlük iktidarına son verilmiş fakat bunun yerine mal ve servete dayalı yeni bir soyluluk iktidarı kurulmuştu.

İhtilâlciler, ekonomik ve sınıfsal imtiyazı olmayan halk yığınlarını açıkça aldatarak, onları kralın ve soyluların köleliğinden kurtarıp kendilerine köle yaptılar. Halka, “eşitlik, özgürlük, adalet” vaat ederek ihtilal yapan darbeciler, gücü ellerine geçirince halkın siyasal fikirlerini serbestçe beyan etmelerini kraldan daha şiddetli bir şekilde bastırmak için tedhiş kanunları denilen kanunlar çıkarttılar. Eski rejimin tüm kalıntılarını kan dökmeye doymayan bir tavırla kazımak yolunu tuttular. Öyle ki Fransızlar kendi siyaset literatüründe çıkarılan bu zorba kanunları uygulayan hükümete “tedhiş hükümeti” demişlerdir. Fransız ihtilali, 1793 yılında tüm kiliseleri kapattırıp, kendi politikasına uygun olarak yeniden açtırdı. 10 Kasım 1793 tarihinde Notre-Dame Kilisesi’nde yapılan hürriyet şenliği açıkça Hristiyanlık aleyhtarı bir gösteriye dönüştü. 

Fransız siyasetçi ve fanatik Hristiyanlık karşıtı Chaumette (1763-1794) Fransız meclisinde; “halkın bundan böyle tabiatın verdiği ilahlardan başka Tanrı da papaz da istemediklerini” söyledi.

Fransa laikliği, yoğun ateizm etkileri altında kurumsallaşmaya başladı. Birçok din adamı sadece papaz olma suçu ile yargılanarak -giyotinle- idam edildi. 

18 Mart 1793 günü Convention Meclisi, sürgün cezası alan papazların Cumhuriyet toprakları üzerinde nerede rastlanırsa tevkif edilerek askerî bir jüri önünde yirmi dört saat içinde yargılanıp hemen idam edilmelerini karara bağladı. Hatta sürgünde iken vatanlarına geri dönen papazlar, iki şahidin “bu sürgün cezası almıştı” şeklindeki sözlü şahitliklerine dayanılarak, o papazların derhal 18 Mart 1793 kanunu kapsamına alınmasına karar veriliyordu.

Fransız devrimini tüm yurttaşlar için “eşitlik, hürriyet ve adalet” adına yaptıklarını iddia eden devrimciler, Fransa’da “Yüksek Varlık Dini” adında bir “Cumhuriyet Dini” kurma yolunu seçtiler. 1794’te Katolikliğin yerine geçmesini düşündükleri “Yüksek Varlık Dinini” kuran ve düzenleyen bir kararname çıkardılar. Aydınlanma çağı filozoflarının hararetle savunduğu “yaratıcının hiçbir işe karışmadığı ve karıştırılmadığı” deizm inancı yani “Akıl Dini” artık Fransa’da “Cumhuriyet Dini” olarak kabul edilmişti.

Fransa’da kurulan bu “Devlet Dini”, Cumhuriyet dininin iyi evlat, iyi baba ve iyi koca olmaktan ibaret bulunduğunu; Cumhuriyetçiliğin bir fazilet tamamlayıcısından başka bir şey olmadığını ilan etti.  

Bu laikleştirme doğrultusunda Katolik dininden ne varsa imha edildi, yasaklandı. Pazar günlerinin ibadet günü olması, Gregoryen takvimi, dini eğitim, açıkta bir dini kisve ile gezme gibi bir toplumun değerlerini yansıtan her şey Fransa lâikliği doğrultusunda şiddetle yasaklandı. (Türkiye’de bu ve benzeri yasaklar aynı mantık, aynı inanç ve aynı fikir doğrultusunda cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve özellikle laikliğin ilanı ile beraber şiddetli şekilde uygulanmıştır.)

1795 yılında Convertion Meclisi Katoliklere kısmî bir özgürlük tanıyınca, halk iş ve gücünü bırakıp kiliselere akın etti. Çıkarılan kararnamede din-devlet ayrımı açıkça korunmuş, vatandaşların din hürriyeti sağlanmış, devletin hiçbir din tutmayacağı, bunun için para harcamayacağı kararlaştırılmıştı. Ayrıca herhangi bir din adına açıkça yapılacak merasim ve bu merasime mahsus olan süs ve kıyafetler yasaklanmıştı. Dinî merasim ve toplantılar polis nezaretinde yapılacaktı. Bu kararnamede tüm din adamlarının devlete bağlılık yemini etme koşuluyla din adamı olabileceğini de beyan etmiştir.

Fransız siyasi tarihinde “laiklik adına” din aleyhine yoğun ve acımasız kovuşturmalar yapılan bu döneme “saldırgan laiklik” denmiştir. 

Napolyon iktidara geldikten sonra politik amaçlarla 1802 yılında Papa ile konkordato (uzlaşma anlaşması) imzalama yoluna gitti ve yeni bir anayasa hazırlattı. Bu Anayasa’da “Fransa’da çoğunluğun dini katoliktir” şeklinde bir madde koydurarak ihtilâl lâikliğinden geri adım attı. Hiç şüphesiz bu adım, Avrupa imparatorluğunu elde etmeye yardımcı olacağı umuduyla atılmış siyasi bir adımdı. Böylece Napolyon, Vatikan’da Papa’nın siyasî desteğini arkasına alabilecekti. 

Napolyon’un konkordato/uzlaşma rejimi 1905 Anayasasına kadar devam etti. 1905 yılında Papa’nın yani Vatikan’ın “konkordato” anlaşmasına dayanarak Fransa’daki papazı istifaya zorlamaya kalkması, Fransa’nın Din-Devlet ilişkisini yeniden gözden geçirmesine neden oldu. Bu doğrultuda kabul edilen ilkeden birincisi; kamu düzenine aykırı olmamak koşuluyla, Cumhuriyetin, din, vicdan ve tören özgürlüğünü garanti etmesi, ikincisi ise Cumhuriyetin hiçbir din tanımaması, hiçbir dine yardım etmemesi ve bütçeden ödenek ayrılmamasıdır. 

Bu gelişmeler doğrultusunda Fransa’da lâiklik hem siyasal hem hukukî açıdan Din-Devlet otoritesinin birbirinden ayrılmasını sağlamış oldu. Zaten teorik olarak Hristiyanlık dininde; ahlaki kurallar dışında fert, aile, toplum ve devlet hayatını kuşatıp düzenleyen kurallar ve ölçüler olmadığı için lâikliğin kabulü de kolaylaşmış oldu. 

-Devam edecek-