Serbest Köşe – Ümit Şit / 2016 Kasım / 48. Sayı
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
İnsan olarak bizler; doğar, yaşar ve ölürüz. Doğarız ve niçin doğdum diye sorgulayamayacağımız gibi öleceğimiz zaman ise ben ölmek istemiyorum diye bir söz ardına düşemeyiz. Dünyaya geldiğimizde Allah Teâlâ’nın anneye bahşettiği şefkatle yoğrulur, baba otoritesinin gölgesinde güçleniriz. Güçlü ve çeşitli ışıklarla donanmış imtihan sahamızı keşfederken henüz tanışmadık alacakaranlığın içindeki zorluklarla ve bu zorluklara karşı verilen mücadelelerle çocukluk hikâyelerimiz, bizler için vazgeçilmez anılara dönüşür ve hayat boyunca bu anılara özlem duyarak yaşarız. Neden çocukluk çağlarına özlem duyarız? Aslında cevabı gayet basittir. Kalbimiz daha yıpranmamıştır. Bakıldığında hangi çağ, dönem, yıl olursa olsun insanlar, çocukluk anılarını özler, çünkü kalp henüz temizdir. Günahlarla kirlenmediğinden hayattan mutluluk duyarız. Kalp daha deforme olmadığından eylemlerimizde huzuru buluruz. Kalbimize daha günahların karanlık siyah noktaları çökmemişken; yiyeceklerden, içeceklerden, giysilerden tat alır, mutlu oluruz. Bu mutlu, huzurlu ve kaygısız yaşamımızda yüce Rabbimiz Allah’ın fıtratımıza yerleştirdiği sorulara cevaplar bulmaya çalışırız. Bu yüzden çocuklar çok soru sorarak, varlığına ait sorularına tatmin edici cevaplar ararlar. Şayet bu sorulara tatmin edici cevaplar veren anne-baba varsa çocuk kendini tanır, çevresinde olup biten olayların amacını kavrar ve iyi bir psikolojiyle büyür. Ancak anne-baba tarafından “oğlum… Kızım nerden buluyorsun bu soruları bilmiyorum” cümlesi kurulursa önce varlığımızı sorgulamamız engellenir, sonra cevaplarını aradığımız bu soruları zamanla unuturuz. Sonra bir şekilde büyürüz ve varlık içinde yokluğu görür, az para karşılığında ucuz iş gücü satarız. Sadaka veren insanlardan olmamız beklenirken, sadaka derecesindeki maaşlarla kontrol altında tutularak yaşarız. Bu durumun amacı, insanın daha çok çalışarak varlık sorgulamasında bulunmaması içindir. Yani ilk yaratılışını, dünyaya gelişini, ne uğruna hayatın içinde olduğunu ve ne uğruna öleceğini düşünmemen için zihnin sürekli meşguldür. Bu meşguliyet bilinçli bir şekilde tasarlanmıştır. Özellikle merkez şehirlerde yaşayanlar düşünememenin ne olduğunu iyi bilirler. Öyle bir koşuşturmaca vardır ki burnumuzun ucundaki yerleri göremeyiz. Evden işe, işten tekrar eve, evde yemek yer ve yarın sabah kalkıp işe gitmek için tekrar uyuruz. Bu koşuşturmacada ölümü düşünecek bir tefekkür yakaladık mı? Hayır. Boş zaman ise sadece bir gündür ve o günde de yarın tekrar işe gitmenin telaşesiyle alış-veriş veya eğlence kabilinden şeylerle meşgul oluruz. Bu sırada da ölümü hatırlatacak tefekkür mesaisi harcadık mı? Hayır. Bizim sorunumuz düşünmeden yaşamış olduğumuzdandır. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler. (Âl-i İmrân, 191)
Dünyada dünya için sürekli mesai harcarken, kimliğimizi arama ve bulma yolculuğunda ne için öğrendiğin, ne için sevdiğin, ne için sevildiğin, ne için mücadele ettiğin gibi soruların karşılığı olarak hep para, mülk ve haz veren, şehveti kamçılayan arzuların tatmin edilmesi cevapları ile karşılaşmaya devam ederiz. Muhtaç olma korkusu vesveselere, vesveseler ise mahalle baskısına dönüşür ve araç olan dünya hayatını amaç ediniriz. Dünya hayatını amaç edinmemizle beraber zihnimize telakkide bulunan vesveseler sürekli devam edecektir. Ta ki, içimizde hayır kalmayana dek… Ta ki, kalbimizi şer ve fesat esir alıncaya dek. Ta ki, bir gün öleceğimiz gerçeğini hatırımızdan çıkarıncaya dek. İnsanların her gün, her saat, her dakika ve her an zihnine fısıldayan şeytan ve şeytanlaşmışların kalp üzerindeki misyonunu, Allah Subhanehu ve Teâlâ şu ayetlerle ortaya çıkarmıştır. “Şeytan sizi (hayırda harcamakla) muhtaç olacaksınız diye korkutur, sizi cimriliğe ve çirkin şeylere teşvik eder. Allah ise kendi katından bir af ve lütuf vaad buyurur. Allah’ın ihsanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilir.” (Bakara, 268)
Fakir olmaktan, yoksul olmaktan, sokakta yatmaktan ya da en az kötü seviyede düşünecek olursak, borçları ödememe konusunda kınanmak korkusu, insanlarımızı dünyanın içine dalmaya, mal mülk biriktirmeye sadakadan, zekâttan, yoksullara, hayırda bulunmaktan uzaklaştırdı. Mal, mülk yarışına giren bir insanın zamanı para, attığı para, tuttuğu para olarak karşılık bulacağından ya da böyle bir dünya anlayışına sahip olunacağından dolayı zaman kalmayacaktır tünelin sonundaki hüsranı düşünmeye, tren gidiyor, çarklar işliyor, duman tütüyor bacadan. Tünelin sonunda rayların bittiği düşüncesine kimse kapılmak istemez ve bu düşünce hak bile olsa kişinin arzularını tatmin eden yalanlara kurban edilir. Bu yalanlar geçici mutlulukta verse o kişi için o an önemlidir. Çünkü “o an mutluysam, yarın için mutluluğun garantisi yoktur” felsefesi ile hareket edilir. Bu hareket ölümü bilinçaltına atarak, karantinaya alır. Ölüm unutulacağından, uzun yıllar için uzun vadeli planlar yapılır. Uzun planlarda Ahiret unutulur, dünya mahmur edilmek için uğraşılır. Bu sürecin en korkunç yanı ise 1000 liralık bir alacağı bulunan birinin, 100 liraya ulaştıktan sonra 900 liradan vazgeçtiği gibi kişinin cennetten vazgeçmesidir. Rahman olan Allah şöyle buyurmaktadır:
“Gerçek şu ki: Siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için âhireti terk edip durursunuz.” (Kıyamet, 20-21)
Hedefinde cennet yurdu bulunmayanlarımızın; davranışlarında erdemli olmasını, ticaretinde dürüst olmasını, verdiği sözün senet olmasını beklemek mantığa aykırıdır. Çünkü ahireti unutan bir kişi veya bir toplum, aslında Allah’ı unutmuştur. Allah’ı anmayı unutan ölümü de de unutarak, dünyaperest bir hayat sürer. Bu şekilde günahkâr bir hayat süren insan, Allah’ın emir ve yasaklarına dünyada nasıl önem vermeyip arkasına attıysa, Allah da ona önem vermeyip bir kenara atacağını şu ayetlerle bize bildirmiştir: “Ama kim Benim zikrimden yüz çevirirse kitabımı dinlemez ve Beni anmaktan gaflet ederse, ona sıkıntılı bir hayat vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz. ‘Ya Rabbî’ der, ‘ben gözleri gören biri olduğum halde neden beni kör olarak haşrettin?’ Buyurur ki: ‘Bu böyledir. Nasıl âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttuysan, bu gün de sen öyle unutulur, bir kenara atılırsın.’ “ (Ta-ha, 124-126)
Kendisine gönderilen kitabı unutarak Allah’ın kitabı Kur’an’a göre yaşamayan birinin yarın ölüp Allah’ın huzurunda; davranışından, ticaretinden, amellerinden hesap vereceksin! Diye uyarılması, Allah hidayet verirse elbette bir dönüşüm gerçekleştirir. Fakat günahlarında ısrarcı biriyse bu nasihat onun için bir anlam ifade etmeksizin kulağına ağırlık olarak geri dönecektir. Rabbim bizi Müslümanca yaşatarak, Müslümanca öldürsün.
Allah’ın buyruklarından gafil olarak bir hayat süren insanın aklına tıpkı çocukken olduğu gibi garipsenen ancak bir o kadar da doğru yola götüren sorular gelmez. Gelse de “nerden buldun bu ahiret sorularını” gibi abes bir söylem geliştirecektir. Çünkü artık kalbi çocukluğundaki gibi temiz değildir. Günahlar sebebiyle kalbi katılaşmış ve Allah hidayet vermediği müddetçe hakka kapanmıştır. Böyle bir kalbe sahip bir insanın, yeryüzünde kendisinden önce kaç insan gelip geçtiği, gökyüzüne kaçıncı insan olarak baktığı, bu muazzam kâinatın varoluş amacını, bizden önceki milletlerin mezarlığının dünya oluşu, kimsenin taşınabilir ya da taşınmaz mallarını kendiyle beraber dünya dışına çıkaramaması gibi birçok tefekkürü derinleştiren soruların cevaplarını aradığını göremeyiz. Çünkü bu sorular ve cevapları fatura ve kira ödeme konusunda yardımcı olmamaktadır. Bu sebepten dolayı insan, daha çok dünyalık biriktirme telaşı ile kabre doğru ilerlemektedir. Rabbimizin buyurduğu gibi:
“Dünyalıklarla böbürlenmek, oyaladı sizleri. Tâ boylayıncaya kadar kabirleri!. Hayır (geçici dünya zevklerine bağlanmak doğru değil, sakının bundan) ileride bileceksiniz!. Evet, evet! İleride bileceksiniz!” (Tekasür, 1-4)
Yeryüzünde Allah’ın nimetlerini yerken, içerken ve gezerken hiç düşünüyor muyuz ki, bu içme bu yeme ve gezme alışkanlıklarımız bir gün son bulacak ve bizde, bizden önce yaşayan ve bizim gibi her nimetin en güzeline, en çoğuna gözünü dikenler gibi bir sonla karşılaşacağız. Yemeklerin en lezzetlilerini damağında gezdirenler gibi, içeceklerin en keyifli, soğuk ve sıcak olanlarını tüketenler gibi, eşyaların en çetrefilli, en gösterişli olanına hücum edenler gibi, bineklerin en sağlamına ve son modeline koşanlar gibi, kadının en güzelini aramaya yönelenler gibi, malın en çoğunu daha çoğaltmak için çabalayanlar gibi, binaların en yükseğini ve görkemlisini inşa etmek için uğraşanlar gibi, makamının basamaklarını arttırma mücadelesi verenler gibi, hayatını zevk alma, haz alma merkezli yaşayanlar gibi ve buna benzer birçok insan örnekleri bu varlık dünyasından başka bir varlık dünyasına intikal ettiler, gittiler ve bir daha da dünya ya geri gelmeyecekler. Peki, hayatlarının son demlerinde hayatlarının amacına ulaştılar mı? Evet, gidiyorum ama dünyada her şeyden gözü ve gönlü doymuş olarak gidiyorum diyen insan sayısı kaçtır? Hayır, biz şunu biliyoruz ki, dünyayı kovalayanlar, dünyaya daha çok bağlanırlar. Dünyaya daha çok bağlananlar ise ölümü unutarak yaşarlar. Ölümü unutanların, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in buyurduğu “Lezzetleri kaçıran ölümü hatırlamayı arttırınız” hadisi hayatlarında ne kadar yer kaplamaktadır. Ne yazık ki ölümü hatırlamayı arttırmaktan çok, ölümün kendisini unuttuk. Ölüm bir topluluk içinde bir laf arasında geçiverse, dünyaya kendini kaptıran insanlarımız: “ağzımızın tadını kaçırma! Şimdi nerden çıktı bu ölüm daha genciz” “daha anne olmadım”,” daha baba olmadım”, “daha emekli olmadım”, “daha yaşlanmadım” gibi birçok mazeret sayıp ölümü düşman olarak görürlerken, sahabeden Huzeyfe radiyallahu anh’ın dudaklarından ise ölüm, “Tamda ihtiyaç halinde gelen sevgili!” olarak telaffuz edilir. Sahabenin ölüme bakış açısından ne kadarda uzağız. Biz kendimize ölümü yakıştırmaya duralım. Bununla beraber dünyada her yıl ortalama 52 milyon insan, her gün ise ortalama 145 bin insan ölmektedir. Her geçen saatte ortalama 6 bin kişi ölmektedir. Kimin garantisi vardır ki, bu büyük rakamların içinde kendisi yer almayacaktır. Sen daha gençsin, o daha işini büyütmedi, öteki daha evlenmedi ise bu ölenler hep yaşlılar mı? Bir yılda 52 milyon insan ölmesine rağmen, dünyanın toplam yaşlı nüfusu 6,5 milyondur. Şayet hep yaşlanarak ölmek olsaydı, sokakta ve caddede yaşlıları göremezdik. Şu asıl sondan ve başka bir hayatın başlangıcından hep kaçar olduk. Ölüm bizi hep ürkütür oldu. Oysa ölümün kendisi değil mümin isek Allah’a verilecek olan hesap bizi ürkütmeliydi. Ölümün kendisinden korkma hastalığımıza Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şu hadis ile nasihat etmektedir: “Âni ölüm, kâfir için gazab-ı ilâhî’nin bir yakalamasıdır; mü’min için de bir rahmettir.» (Ebû Dâvud, Cenâiz 14)
Hayatımızın eksenine; işimizi, eşimizi, dünyevi ideallerimizi koymak yerine; Allah’ın kitabını ve Rasûlullah’ın sünnetini merkez alan bir yaşam sürersek evet Allah Rasûlü doğru söyledi. O zaman mümin için ani bir ölüm, Allah’ın izniyle rahmet olacaktır. Neden olmasın ki, mümin dünyada bütün işlerinde Allah’ın rızasını gözetir. İnsanları ölçü olmaktan çoktan çıkarır, Allah yolunda kınanma korkusundan sıyrılırdı. Ticaretini nebevi ölçüyle gerçekleştirir, doğru sözlü olmaya itina gösterirdi. Neden ölüm mümin için rahmet olmasın ki, o yetimlerin başını okşar, cüzdanından dul bacıların payını ayırırdı. Namazı devamlı kılar, zekâtı verirdi. Neden ölüm mümin için rahmet olmasın ki, mümin kardeşlerine güler yüzlü davranır, kalp kıracağına kafasının kırılmasını yeğlerdi. İhtiyaç sahibini boş çevirmez, yaptığı iyiliği başa kakmazdı. Neden ölüm mümin için bir rahmet olmasın ki, anne-babaya iyi davranır, komşularını rahatsız edecek davranışlardan kaçınırdı. Akrabalar arasında fakir-zengin ayrımı yapmaz, kişiler arasında adaletli olurdu. Neden ölüm bir mümin için rahmet olmasın ki, boş şeylerden tamamıyla yüz çevirir, yüzünü, özünü bütünüyle Allaha çevirirdi. İffetli, edepli, hayâ sahibi bir kişilik olarak yaşar, eşini ve çocuklarını da şeref sahibi olarak yaşatırdı. Neden bir mümin için ölüm rahmet olmasın ki, Allah’ın kendisini af etmesi için gece gündüz gözyaşı dökerek tevbe ederken, Gafur ve Rahim olan Allah neden mümin kuluna merhamet etmesin. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kullarıma haber ver ki (günahları örten) gafur, (ihsanı bol olan) rahîm Ben’im.” (Hicr, 49)
Günahları örten, ihsanı bol olan bir Rabbimiz varken, hala dünyanın geçici nimetlerine saplanıp ölümü unutarak mı yaşayacağız? Hadi! Sen ölümü unuttun ama o seni unutacak mı sanıyorsun? Öyle ya da böyle o karanlık çukurda kendini bulacaksın. Ne çocukluk anıların seni kurtaracak, ne o ihtişamlı işin, ne sadakatli eşin nede göz bebeklerin olan çocukların elinden tutacak, sen büyük bir pişmanlıkla o karanlık dehlize yuvarlanırken. Bu beklenmeyen terk edilişi Rehberimiz Allah Rasûlü sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur : “Kul kabrine konulup yakınları da ondan ayrılınca -ki o, geri dönenlerin ayak seslerini işitir- kendisine iki melek gelir. Onu oturtup:
‘Muhammed (s.a.s.) denen kimse hakkında ne diyorsun?’ diye sorarlar. Mü’min kimse bu soruya:
‘Şehâdet ederim ki O, Allah’ın kulu ve Rasûlüdür!” diye cevap verir. Ona: ‘Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı cennette bir mekâna tebdil etti’ denilir. (Adam bakar) her ikisini de görür. Allah da ona, kabrinden cennete bakan bir pencere açar.
Eğer ölen kâfir ve münâfık ise (meleklerin sorusuna): ‘(Sorduğunuz zâtı) bilmiyorum. Ben de herkesin söylediğini söylüyordum!’ diye cevap verir. Kendisine: ‘Anlamadın ve uymadın!’ denilir. Sonra kulaklarının arasına demirden bir sopa ile vurulur. (Sopanın acısıyla) öyle bir çığlık atar ki, onu (insan ve cinlerden ibaret olan) iki ağırlık dışında ona yakın olan bütün (kulak sahipleri) işitir.” (Buhârî)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi vesellem’e iman etmek, onu anlamak, ona uymak, onun izince yol almak bize ölüm gibi kederli bir sonu bile rahmet dolu ebedi bir başlangıca dönüştürecektir. Ama Allah Rasûlüne iman ettiğimizi söylediğimiz halde ondan uzak bir hayata sahipsek, onu anlamak yerine eski yunan filozofların varlık yorumlamalarına dalmışsak, ona uymak yerine kendimize başka rehberler arıyorsak, onun izini başka izler ve izm’ler ile karıştırıyorsak o zaman ölüm işte ilahi bir gazap ve sonu olmayan bir elemdir. “Her canlı ölümü tadacaktır. Siz ey insanlar, çalışmalarınızın ücretini ancak kıyamet günü tam bir şekilde alacaksınız. O vakit, kim ateşten uzaklaştırılıp cennete yerleştirilirse, işte o muradına ermiştir. Yoksa bu dünya hayatı, aldatıcı ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir.” (Âl-i i İmrân, 185)
İşte öldün ve en sevdiklerin ve sevenlerin seni terk edip gitti. Ne kadar acınası bir durumda aciz ve bedbahtsın. Dünyadayken; villâlarda, yalılarda ya da apartmanlarda geçen hayatının sonu işte bu tek kişilik alelade kazılmış bir çukurdan ibarettir. Odandaki avizelerin gözünü kamaştırdığından değişikliğe gider eski avizelerine elveda derdin. Şimdi o karanlık toprak kokulu odada bir mum ışığına muhtaçsın. Havadar olsun diye en son klima sistemleriyle havanı tazelerdin şimdi sevdiklerin burnunu toprakla doldurdu. Modalarla değişen elbise seçeneklerinin yerine basit beyaz bir kumaş sarıyor titrek bedenini. Yine mi bu yemekler diyerek yemek seçtirdiğin damağına toprak doluyor. Aynada saatlerce baktığın o güzel yüzünü, böcekler çiğniyor. Kremlerle beslediğin derin, kemiklerinden ayrılıyor. Bu kadar musibete karşı var mı sadece Allah içindir diyebileceğin amellerin varsa sevinmekte haklısın, yoksa ne elde ne de avuçta o zaman kederlenmekte haklısın.
“De ki: “Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O size (bütün) yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma, 8)
“Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387)