Cennete Giriş Ve Cehennemden Kaçış Yolları

Nebevi Damlalar – Yener Yılmaz / 2021 Eylül / 106. Sayı

Muaz bin cebel radıyallahu anh anlatıyor; “Ya Resulallah! Beni cennete sokacak ve cehennemden uzaklaştıracak bir ameli söyler misin?” dedim. Şöyle dedi:

– Sen büyük bir şey hakkında soru sordun. Muhakkak ki bu ancak Allah’ın kolaylaştırdığı kişilere kolay gelir. Allah’a ibadet edersin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namazı kılar zekâtı verirsin, Ramazan orucunu tutar beyti (Kabe’yi) hac edersin…”

Daha sonra şöyle dedi:

– Sana hayır kapılarını göstereyim mi? Oruç bir kalkandır, sadaka suyun ateşi söndürdüğü gibi hataları (günahları) söndürür, bir de kişinin gecenin ortasında kalkıp namaz kılmasıdır. Daha sonra şu ayeti okudu: “…yanları yataklarından uzaklaşır… Yaptıklarından dolayı…” (Secde, 16-17)

Daha sonra şöyle dedi:

– Sana işin başını, temel direğini ve zirvesini haber vereyim mi?

– Evet, ey Allah’ın Rasûlü! Şöyle buyurdu:

– İşin başı İslamdır, temel direği namazdır, zirvesi ise cihaddır.

Daha sonra 

– Sana bütün bunların özünü haber vereyim mi?

– Evet ya Rasûlallah!

Eliyle dilini tuttu ve “İşte buna hâkim ol” dedi. Ben “Ey Allah’ın Peygamberi! Biz konuştuğumuz şeylerden dolayı da sorgulanacak mıyız?” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Hay anası kaybedesice! İnsanları yüzüstü yahut da burunları üzerine cehenneme sürükleyen dillerinin ekip biçtiklerinden başka bir şey midir?” dedi.[1]

Detaylı açıklamalara geçmeden önce hadis-i şerifi bize aktaran ve bu değerli soruları soran Muaz bin Cebel radıyallahu anh ile alakalı birkaç kelam etmek gerekir;

Hadisin Ravisi: Muaz Bin Cebel r.a

Hicretten on sekiz yıl önce (m. 603) Medine’de dünyaya gelmiştir; On sekiz yaşında iken Müslüman olmuş ve İkinci Akabe Biatı’na katılmıştır. Kendi kabilesinden İslamiyet’i kabul eden arkadaşlarıyla birlikte geceleri Benî Selime oğullarından henüz Müslüman olmayan bazı kimselerin putlarını kırmış veya putların acizliğini ortaya koyacak eylemler yapmıştır.[2] Rasûl-i Ekrem hicretten sonra onunla Abdullah b. Mesud arasında kardeşlik bağı kurdu. Bedir Gazvesi başta olmak üzere Huneyn ve Taif dışındaki bütün gazvelere katıldı ve bunlarda kabilesinin bayraktarı veya temsilcisi oldu. Mekke fethinin ardından Rasûlullah Huneyn Gazvesi’ne giderken onu Mekke’ye önce emir, ardından Kur’an ve dinî bilgiler eğitmeni olarak tayin ettiği için Huneyn ve Taif gazvelerine katılamadı.

Muaz b. Cebel, 17 (638) yılında Ürdün’de Kusayru Hâlid’de “Amvâs taunu” diye bilinen veba salgınında 35 yaşındayken iki oğlu ve iki hanımıyla birlikte vefat etti.  Uzun boylu ve heybetli bir kimse olan Muaz’ın bir ayağı sakattı. Kaynaklarda Amvâs taununda ailesi ölünce soyunun tükendiği kaydedilir.[3]

Hz. Peygamber, hicretin 9. yılı rebiülahirinde (Ağustos 630) Muaz’ı, Ebu Musa el-Eş’arî ile birlikte Yemen’e elçi, zekât memuru ve kadı sıfatıyla gönderdi. Muaz’ı Yemen’e giden heyete başkan tayin ederek onun Yukarı Yemen’de, Ebu Musa’nın da Aşağı Yemen’de görev yapmasını istedi. İslamiyet’i kabul eden ilk Himyer meliklerinden Hâris b. Abdükülâl’e Muaz ile bir mektup gönderdi. Muaz’ın Yemen’de kadılık yaparken nasıl hüküm vereceğiyle ilgili olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile aralarında geçen konuşma meşhurdur.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sorularına cevap veren Muaz önce Allah’ın kitabına göre hükmedeceğini, aradığı delili Kur’an’da bulamazsa Resûl-i Ekrem’in sünnetini dikkate alacağını, aradığını orada da bulamazsa kendi kanaatine göre hüküm vereceğini söyleyince Hz. Peygamber memnun oldu ve Rasûlullah’ın elçisine Rasûlullah’ı hoşnut edecek şekilde cevaplar verdiren Allah’a hamd etti.[4] Ayrıca halka kolaylık gösterip zorluk çıkarmamalarını, müjde verip nefret ettirmemelerini tembih etti.[5] Yemen heyetini uğurlarken bir süre Muaz’ın yanında yürüyen Rasûl-i Ekrem’in ona belki bir daha görüşemeyeceklerini, Medine’ye döndüğünde sadece mescidini ve kabrini bulacağını söyleyince Muaz ağladı; Hz. Peygamber de onu teselli etti.[6]

Yemen’deki Benî Bekre kabilesinin Sekûn kolundan bir hanımla evlenen Muaz b. Cebel, orada peygamberlik iddiasında bulunan ve kısa sürede Yemen’in birçok bölgesine hâkim olan Esved el-Ansî’nin üç ay içinde ortadan kaldırılmasında önemli rol oynadı. 11 (632) yılında görevini tamamladı ve Rasûl-i Ekrem’in vefatından bir süre sonra Medine’ye döndü.

Muaz, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde Suriye fetihlerine katıldı ve o bölgelerde muallimlik görevini üstlendi. 

Abdullah bin Mesud, Muaz hakkında “Muaz, Allah yolunda bir cemaat gibiydi. Biz onu hep Hz. İbrahim’e benzetirdik. O; insanlara hayrı, iyiliği öğretir, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederdi” diye şehadette bulunmuştur.

Musab bin Umeyr’in delaletiyle 18 yaşlarında iken İslamla şereflenen Muaz bin Cebel genç, zeki, cesur ve çok cömertti. Az konuşur, çok dinlerdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Medine’ye hicret edince Muaz O’ndan hiç ayrılmadı. Kur’an’ı, İslam’ı onun tükenmez kaynağından öğrendi.

Asr-ı saâdet’te Kur’an-ı Kerim’in tamamını ezbere bilen birkaç kişiden biri olan Muaz, Rasûlullah’ın kendilerinden Kur’an öğrenilmesini tavsiye ettiği dört sahâbî arasında yer alıyordu. Yine o devirde fetva veren altı sahabiden biri olan Muaz’ı Rasûl-i Ekrem helal ve haramı en iyi bilen kişi olarak gösterir, kendisine “Muaz ne iyi adam!” diye iltifat eder, kıyamet gününde onun âlimlerin önünde yürüyeceğini söylerdi.[7] Muaz’ın Hz. Peygamber’in kâtiplerinden olduğu[8] ve hazinedarları arasında yer aldığı zikredilmiştir.[9] Allah ondan razı olsun.

Açıklama

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Müslümanları cennete götürüp cehennemden uzaklaştıracak ameli izah ederken ilk olarak İslam’ın beş şartını saymıştır. Bu durum, her şeyden önce dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşabilmek için İslam esaslarının yaşanmasının gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. 

Yine, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hayır yollarını bildirdikten sonra “İşin başı İslam’dır” tespitinde bulunmuş böylece hem kötülüklerden uzak kalmak hem de hayır ve iyiliklere kavuşabilmek için temelde İslam’ın vazgeçilmez şart olduğunu iyice vurgulamıştır. Çünkü İslam olmadan ne din binası ne de toplum/ümmet binası ayakta duramaz. Namaz bu temelin varlık ispatı, cihad ise o temel üzerinde yapılabilecek ihya hareketlerinin ortak adı ve zirvesidir.

Tüm bu tavsiyelerinin ardından dilini gösterip “Bunu koru!” demesi Müslümanın dünya ve ahiret hayatını temelden etkileyen şeyin dil olduğunu ifade eder. Bugün Müslümanlar arasındaki olumsuzlukların asıl sebepleri gereksiz sözler, yanıltıcı propagandalar, saptırmalar ve yanıltmalar olduğu açıkça görülmektedir. Buna eğitim sistemleri, kitle iletişim araçları da katıldığı zaman dili korumanın millet ve ümmet adına ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır. İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen bu organı korumak, dünya ve ahiret mutluluğuna sahip çıkmak ya da o mutluluktan vazgeçmek anlamına gelmektedir. Bu yüzden bu iş son derece ciddi ve önemli bir iştir.

“Sen büyük bir şey hakkında soru sordun”

Hadisin bir başka rivayetinden öğrendiğimize göre, Tebük Gazvesi’ne giderken aşırı sıcak sebebiyle herkes bir tarafa çekilmiş ve büyük sahabi Muaz, kendisini bir an için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında buluvermiştir. Bu fırsattan istifade ederek hemen hadisimizde yer alan sorusunu sormuş ve daha sonra Hz. Peygamber ile aralarında hadiste geçen konuşma cereyan etmiştir. 

 “Bu ancak Allah’ın kolaylaştırdığı kişilere kolay gelir”

Allah azze ve celle merhametiyle birçok insana salih amel işleme fırsatı verir. İman ve amel ancak Allah’ın nasip ettiği kişilere kolay gelir. Ancak Allah’ın bu teysirini (kolaylaştırıp nasip etmesini) hak etmek gerekir. Yapamadığımız hayırlı işlere yönelebilmeyi ve salih amelleri arttırabilmeyi önce yüce Rabbimizden talep etmemiz ve ardından gayret etmemiz gerekir. Allah azze ve celle gayretleri boşa çıkarmaz, yapılan dualara icabet eder. Kişi önce hayrı murad etmelidir. Eğer nefsinde hayırlı işlere karşı bir yönelme yoksa kirlenmiş kalbini temizlemesi için Rabbine yalvarması gerekir… 

“İşin başı İslam’dır”

İslam yani Allah’a teslim olmak, işin başı olarak isimlendirilmiştir. Başı olmayan bedenin bir hükmü olmadığı gibi İslam’ı kabul etmeyen, Allah’ın razı olduğu bu dine girmeyen, Allah’a teslim olmayan herhangi bir insanın zerre kadar değeri bulunmaz. Kişi teslimiyet ile Allah katında değer bulur, Allah’a yakınlığı ile dünya ve ahirette kıymetli olur. Allah’ı bilip de inkâr edenler, bu dini görüp de ondan yüzçevirenler Allah katında değersiz olacak, hor ve hakir bir şekilde haşrolacaklardır. “Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır” (Enfal, 55).

“Temel direği namazdır”

Namaz birçok ayet ve hadisin önemine vurgu yaptığı ibadetlerdendir. Hatta Kur’an-ı Kerim’de namazla birlikte anılmak, diğer ibadetler için bir değer ölçüsü olarak görülmüştür. Hadis-i şeriflerde namaz, kalbî bir eylem olan imanın görünür ve yaşanır ölçüsü olarak kabul edilir. Namazın terk edilmesi, farklı yorumlar olmakla birlikte “küfür” kelimesiyle de ifade edilmiştir. Kişiyi kafirlerden ayırt eden en önemli alamet olan bu ibadetin zayi edilmesi imana zarar verecektir. Hakkını vererek ifa edildiği takdirde kişiyi huzura götüren, ahlaksızlık ve çirkin işlerden alıkoyan namaz kişinin kurtuluş vesilesidir. 

“Zirvesi ise cihaddır”

Cihad; İslam’ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret sarf etmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir. Daha açık bir ifade ile Allah azze ve celle tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnsanın maddi-manevi bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk’ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması cihaddır.
İslam’da cihad farzdır. Allahu Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:

Hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı.” (Bakara,216),

“Herhangi bir fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla çarpışın” (Bakara, 193),

Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kişilerle savaşınız” (Tevbe, 29),

“Sizinle toptan savaştıkları gibi siz de müşriklerle savaşınız.” (Tevbe, 36).

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de “Cihad kıyamete kadar devam edecek bir farzdır”[10] buyurmuştur.

Yalnız, bu farz bazı hallerde farz-ı ayn, bazı hallerde ise farz-ı kifayedir. Müslümanlar içinden sadece bir grup cihadın gayesini gerçekleştirebiliyor, Müslümanların yurt, mal, ırz, namus ve haysiyetlerini düşmanlara karşı koruyabiliyorsa o taktirde cihad farz-ı kifaye olmuş olur ve diğer Müslümanların üzerinden sorumluluk kalkar. Şayet fert fert gücü yeten her Müslümanın düşmana karşı koyma gereği varsa o zaman farz-ı ayn olur, herkesin bizzat cihad etmesi icab eder.

Cihadın gayesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir. İslam’da savaş; intikam, öldürme, yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil, bunları ortadan kaldırmak için yapılır. Müslüman olmayanları zorla İslam’a sokmak yoktur. Cihaddan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslam’ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızalarıyla Müslüman olabilecekleri ortamları hazırlamaktır…

Son Olarak

Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, bütün bu söylediklerinin can alıcı noktası olarak mübarek dilini gösterip “Şunu koru!” buyurması, önemli bir uyarıdır. Günümüzde insani münasebetlerde yaşanan pek çok sıkıntı, dilin yanlış kullanılmasından kaynaklanır. Zira dil, hayrın anahtarı olabileceği gibi, doğru kullanılmadığı zaman şerre de anahtar olabilir. Bunun için dilimizin kalpleri inciten bir diken olmamasına çok dikkat etmemiz gerekir. Dolayısıyla konuşmadan önce düşünmek, sözün varacağı noktayı iyi hesaplamak gerekir. Zira konuşmak, eline bir taş alıp atmak gibidir. O taşın nereye düşeceğine dikkat etmelidir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de bu hakikate işaretle: “…Özür dilemeni gerektiren bir sözü söyleme!” buyurmuşlardır.[11]

Söylenmiş bir söz, yaydan çıkmış bir ok gibidir; bir daha geri dönmesi mümkün değildir. İnsan, söylemeden önce sözünün hâkimi iken, söyledikten sonra onun mahkûmu olur. Söylenmemiş bir sözü her zaman söyleme imkânı vardır. Fakat söylenen bir sözü de daima müdafaa etmek veya hesabını vermek gerekir.

Hikmetli müminler, evvelâ söyleyecekleri sözün fayda verip vermeyeceğine dikkat eder, kendilerine veya muhataplarına zarar verecekse sükûtu tercih ederler. Zira susmak ateşe katlanmaktan daha kolaydır, hadis-i şerifte buyrulduğu gibi: “Kişi bir söz söyler ve onda bir sakınca görmez. Hâlbuki o söz sebebiyle yetmiş yıl cehennemin dibine doğru düşer.”[12]

Ayrıca, hikmetli ehlinin bir özelliği de hangi sözü hangi seviyede ve nasıl söyleyeceklerine dikkat etmeleridir.

Sa’dî Şîrazi der ki: “Gün görmüş, tecrübeli, hikmet ehli, olgun bir insan ilk önce düşünür, sonra söz söyler. Sen de düşünmeden söze başlama. İyi konuş, geç konuşsan da bir ziyânı yok. Önce düşün, sonra gerektiği kadar konuş. Başkaları seni susturmadan sen susmasını bil…”

 Muaz bin Cebel hazretleri, insanların söylediklerinden dolayı sorumlu olacaklarını elbette biliyordu. O “Biz konuştuklarımızdan da sorumlu tutulacak mıyız?” derken “Her sözümüzden sorumlu tutulacak mıyız?” demek istemiştir. Peygamber Efendimiz ise gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koymuş, insanları cehenneme yüz üstü sürükleyen şeyin dillerinin ürettikleri, yani söyledikleri sözler olduğunu bildirmiştir.

Hadisten Çıkarılacak Dersler

İslamsız hiçbir şeyin anlamı ve kıymeti yoktur.

“Oruç kötülüğe karşı bir kalkandır.” Oruç kişiyi ahirette ateşten korur. Müslüman oruç ile Allah’ın emrini yerine getirerek kendi şehevi arzularından vazgeçer. Bu durum onu dikkatli bir şekilde dinini yaşamaya sevk eder böylece takvayı elde eder, kendini dünyada haramlardan ahirette ise ateşten koruyan bir kalkan elde etmiş olur.

“Sadaka günahları yok eder.” Allah yolunda verilen tek bir kuruş dahi boşa gitmez. Allah yerini doldurur. Kişinin gelirine, parasına, malına bereket verir ve verdiği sadaka oranınca kişinin başına gelebilecek belaları def eder. Sadaka kişiyi cennete yaklaştırır, Allah’ın sevgisini celbeder. Cömert davranmak ve sadakayı arttırmak dünyada insanların sevgi ve saygı duymasına neden olur. İmam Şafii’nin dediği gibi “Cömertlik her kusuru örter”

Gece namazı kılmak hayır kapılarını aralamak demektir. Gece uykusunu bölerek Rabbine ibadet eden, tatlı uykusundan feragat ederek meşakkatlere katlanan kişiler için hayatta karşılaşacakları sıkıntılara göğüs germek kolaylaşacaktır. Bu ibadet vesilesiyle Müslüman, Allah’ın af ve rahmetinin bolca dağıtıldığı o zamanlarda gafil insanların elde edemeyeceği huzur, hayır ve berekete mazhar olacaktır. Konuyla alakalı bir başka hadis-i şerif şöyledir: “Gece namazına devam edin. Çünkü gece namazı kılmak sizden önceki salih kulların âdetidir. Rabbinize karşı bir taattır, kötülükleri örtücü ve günah işlemekten alıkoyucudur.”[13]  Allah azze ve celle bu tavsiyelerle amel edebilmeyi hepimize kolaylaştırsın.


[1].  Sahih Hadis -İbn Mâce, Tirmizî ve Ahmed rivayet etmiştir.

[2].  İbn Hişâm, II, 95-96; ayrıca bk. AMR b. CEMÛH

[3].  Nüveyrî, XIX, 355

[4].  Ebu Davud, “Aḳżıye”, 11; Tirmizî, “Aḥkâm”, 3

[5].  Buhârî, “Meġāzî”, 60; Müslim, “Cihad”, 7

[6].  Müsned, V, 235.

[7].  Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 8, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 16; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 119; Tirmizî, “Menâḳıb”, 32; İbn Sa‘d, II, 347, 350

[8].  M. Mustafa el-A‘zamî, s. 102-103

[9].  DİA, XVII, 141

[10].  Ebu Davûd, el-Cihad, 33

[11].  İbn-i Mâce, Zühd, 15

[12].  Tirmizi, Sıfatu’l-kıyame, 50

[13].  Tirmizî, Deavât, 101