Kapak Dosya – Mahmut Varhan / 2023 Ağustos / 129. Sayı
“Biz ise yeryüzünde zayıf düşürülmüş mazlumlara lütufta bulunmak, onları imamlar/yöneticiler kılmak ve onları mirasçılar kılmak istedik. Onlara yeryüzünde iktidar verip, Firavun, Hâmân ve ordularına onlardan sakınıp durdukları şeyi göstermek istedik.”
(Kasas; 5-6)
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ederiz. O’nun Rasûlü Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e, âline ve ashabına, kıyamete kadar hak yolda onlara tâbi olanlara salât ve selam olsun.
Allah Azze ve Celle insanoğlunu belirli bir süreye kadar imtihan etmek üzere dünyaya yerleştirmiştir. İmtihanın gereği olarak insanlardan bir kısmı hidayet yoluna girmeye muvaffak olurken, diğer bir kısmı da hevâlarını ve nefislerinin kötü arzularını ilahlaştırmışlardır. Böylece hidayete tâbi olanlarla hevâlarını ilahlaştıranlar arasında şiddetli bir mücadele başlamıştır. Bu mücadelede hiç değişmeyen ilâhî kanun şu ayet’i kerimede ifade edilmiştir: “…İşte Biz bu günleri (galibiyet ve mağlubiyet günlerini) insanlar arasında döndürür dururuz…” (Âl-i İmrân; 140) Bu kanuna göre insanlık tarihi boyunca bazen hakka ve hidayete tâbi olan mü’minler galip gelmiş, nefislerinin hevâsını ilahlaştıran kâfirler mağlup olmuşlardır; bazen de hevâlarını ilahlaştıran kâfirler galip olmuş, hakka ve hidayete tâbi olan mü’minler mağlup olmuşlardır.
Son peygamber Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gönderildiğinde yeryüzünün tamamında hevâlarını ilahlaştıran kâfirler/müşrikler galip idiler. Yeryüzünün batısını müşrik Hıristiyanlar, doğusunu da putperest Persler sömürmekteydiler. Arabistan yarımadası ise putlarla dolup taşmaktaydı. Böyle kapkaranlık bir dönemde risâlet vazifesini tebliğ etmeye başlayan Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, yirmi üç sene gibi kısa bir sürede bütün Arabistan’ı tevhid bayrağı altında birleştirmeye muvaffak olmuştur. Yeryüzünde dalgalanmaya başlayan hakkın bayrağı gün geçtikçe yükselmiş, hulefâ’i râşidîn döneminde Pers devletinin bütün toprakları fethedilmiş, Bizans devletine tâbi olan toprakların da neredeyse yarısı fethedilerek İslam devleti yeryüzünün en güçlü devleti haline gelmiştir. Daha sonraki süreçte Müslümanlar Bizans’a ait olan bütün toprakları fethederek doğunun ve batının en büyük devletini kurmaya muvaffak olmuşlardır. Bu şekilde aynı rengin farklı tonları mesabesinde olan İslam devletleri aralıksız olarak bin seneden daha fazla bir süre yeryüzünde hâkim olmuştur.
Yukarıda beyan edilen galibiyet dönemlerinin insanlar arasında değiştirilmesi kanununa ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, “Muhakkak ki İslam garip olarak başladı, ileride tekrar garip olacaktır. Müjdeler olsun gariplere!” sözündeki gaybî habere mutabık olarak güçlü İslam devletinin bünyesinde çeşitli hastalıklar meydana gelmiştir. 19. Yüzyılın başlarında Müslümanların devleti zayıflarken, batılılar da güçlenmeye ve sömürü faaliyetlerini arttırmaya başlamışlardı. Müslümanlar arasında fakirlik, cehalet ve bölünüp parçalanma hastalıkları artarak devam ediyor, bu hastalıkların çözümü için de kendilerine zehirden başka bir şey sunmayacak olan düşmanlarına müracaat ediyorlardı. Düşmanları olan batılılar da onlara bal içerisine zehir katarak veriyor ve hastalıklarını iyice derinleştiriyorlardı. Netice olarak İngiltere, Fransa ve Rusya’nın hasta adam ilan ettikleri Osmanlı İslam Devleti sekerât haline girerek son nefesini verdi ve İslam âlemi başta İngiltere, Fransa ve Rusya olmak üzere diğer bütün küfür devletleri arasında paylaşıldı. Böylece Müslümanların en uzun ve en karanlık gurbet dönemi başlamış oldu.
Bu gurbet döneminde genel olarak bütün İslam âleminde çok büyük facialar ve dehşet verici katliamlar meydana gelmiştir. Bu faciaların ve dehşetli katliamların en şiddetlisi de Hindistan mıntıkasında gerçekleşmiştir. 1750’li yıllarda doğu Hint şirketi ismiyle Hint topraklarında iktisadî, siyasî ve askerî faaliyetlere başlayan İngiltere, 1803 yılında Yeni Delhi’ye girerek Hindistan üzerindeki işgalini perçinlemiştir. 1857 yılında gerçekleşen büyük ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastıran İngiltere, 1858 yılında son Babür kralı Bahadır Şah’tan yönetimi devralarak Hindistan’ı bir İngiliz eyaleti haline getirmiştir. Bu tarihten 1947 yılına kadar 90 yıl boyunca kadim İslam vatanı olan Hindistan, İngiliz valiler tarafından yönetilmiştir.
İngiltere, “böl, yönet” stratejisini uygulayarak Müslümanların çoğunlukta bulunduğu Hint alt kıtasını Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve diğer küçük devletçiklere bölerek Müslümanların gücünü kırmış ve putperest Hinduları bölgenin en güçlü milleti haline getirmiştir. İngiltere, Orta Asya’yı işgal eden Rusya’nın sıcak denizlere ulaşmasını engellemek ve sömürgeleştirdiği Hindistan kıtasını garantilemek gayesiyle Afganistan’ı işgal etmeye önem vermiştir. 19.yy’ın son yarısından başlayarak 20.yy’ın ikinci çeyreğine kadar İngilizlerle Afganlar arasında pek çok savaşlar meydana gelmiş ve İngilizler ezici bir hezimete uğrayarak Afganistan’ı işgal etmekten vazgeçmişlerdir. 1919’da Abdurrahman Han ile anlaşarak Durand hattını, Afganistan ile İngiliz sömürgesi olan Hindistan’ı birbirinden ayıran hat olarak kabul etmiştir. İngilizlerin dayatmasıyla oluşturulan bu hattı hiçbir Afgan yönetimi kabul etmemiştir. Tabii olarak Afganistan İslam İmareti de bu hattı kabul etmemekte ve Pakistan’ın Serhad bölgesinin Afganistan’a ait olduğunu benimsemektedir. Bundan dolayı da Afganistan ile Pakistan arasında sürekli olarak sınır kargaşası yaşanmaktadır.
Esasen tarih boyunca yukarıdan gelerek Hayber geçidini aşan kavimlerin Hind mıntıkası üzerinde büyük tesirleri olmuştur. Örnek olarak başkenti Afganistan’ın Gazni şehri olan Gazneliler Hind mıntıkasını fethederek Hindistan üzerinde islami bir hakimiyet kurmuşlardır. Daha sonra Bâbür Şah da Hayber geçidini aşarak Hindistan’ı hakimiyeti altına almış ve Hind mıntıkası asırlarca Müslüman Bâbür- Moğol İmparatorluğunun hakimiyeti altında kalmıştır. Bâbürluların son dönemlerinde Müslümanlar arasında dünyevileşme iyice artmış ve batılı bir hayat tarzı saraylara hakim olmuştu. Bunun neticesinde Hindular ve Sih’ler etkinliklerini artırmış ve bir çok bölgeye hakim olmuşlardır. Hinduların ve Sih’lerin fitnesi, önü alınamaz bir şekilde yayılınca Şah Veliyyullah ed- Dıhlevi, Müslüman Afgan lider Ahmed Şah Durrani’den yardım istemiştir.
“Kendi dönemindeki siyasî meselelerle yakından ilgilenen Şah Veliyyullah, Bâbürlü hükümdarına, yönetici ve ileri gelenlere gönderdiği mektuplarda ekonomik, idarî ve sosyal reformlar yapmalarını ve ülkeyi muhtemel saldırılara karşı güçlendirmelerini istemiştir. Onun önemli bir siyasî girişimi de Afgan hükümdarıyla temasa geçmesidir. Hindu gruplarının yayılmacı faaliyetlerini önlemesi ve müslümanların güvenliğini sağlaması için Ahmed Şah Dürrânî’ye mektup yollayarak onu Delhi bölgesine sefer yapmaya çağırmış, Hindistan’daki Bâbürlü yöneticilerinin kendi aralarında bölünüp cihad yapmaktan kaçındıklarını, dolayısıyla İslâm topraklarının kaybedilmesi tehlikesiyle karşı karşıya gelindiğini bildirerek harekete geçmesini istemiştir. Şah Veliyyullah’ın kısa dönemdeki amacı müslümanların dağılmaya mâruz kalmalarını önlemek, uzun vadede ise onların Hint alt kıtasında yeniden güçlü bir konum elde etmelerini sağlamaktı. Ahmed Şah, Rûhile bölgesi lideri Necîbüddevle ile birlik olarak 1760’ta Hindistan’a girmiş ve Şah Veliyyullah’ın vefatından kısa bir süre önce Hindularla yaptığı savaşı kazanmıştır.”[1]
İngilizler, Afganistan’dan çekildikten sonra Ruslar, Afganistan üzerinde etkin olmaya çalışmışlardır. Uzun bir süre Afganistan’ı direkt işgal etmeyip, Hindistan’da bulunan İngiliz ordularıyla aralarında bir tampon bölge olarak kalmasını uygun görmüşlerdir. Ancak 1970’lerde Rusların desteğiyle ayakta kalan komünist yönetim zor durumda kalıp yıkılmaya maruz kalınca, Rusya 1979’da Afganistan’ı askeri olarak işgal etmiştir. On sene süren savaşta SSCB, Müslüman Afgan halkı tarafından ezici bir hezimete maruz bırakılmış ve perişan bir şekilde Afganistan’dan çekilmek zorunda kalarak dağılma sürecine girmiş ve 1991’de dağılmıştır. Böylece Rusya İmparatorluğu da Britanya İmparatorluğu gibi Müslüman Afgan milletinden okkalı bir Osmanlı tokadı yemiş ve sarsılarak ölmüştür.
Rusya’nın çekilmesinden sonra Rusya’ya karşı müslüman halkın cihadına öncülük eden hizipler bir türlü istikrarlı bir hükümet kurmaya muvaffak olamamış ve dış devletlerin de etkisiyle Afganistan’da iç savaş başlamıştır. Müslüman Afgan halkının ve onlara destek için cihada katılan on binlerce muhacir mücahidin emeklerini zayi etmeyen yüce Mevlâ, Ruslar’a karşı cihadda büyük fedakârlıklar göstermiş olan Molla Muhammed Ömer’i ortaya çıkarmış ve onun kurduğu Taliban sancağı altında samimi bütün mücahitleri birleştirerek hiziplerin fitnesine son vermiştir. 1994 yılında Molla Muhammed Ömer ve arkadaşları tarafından kurulan Taliban hareketi, 1996 yılında Kabil’i de alarak Afganistan İslam İmaretini kurmuştur. Hulefa-i Raşidin’in siyaset biçimini esas alan Emirlik, İslam fıkhını tavizsiz bir şekilde uygulamaya başlamış ve yeryüzündeki cihadi hareketlerin dikkatlerini üzerinde toplamıştır. Yeryüzünün farklı ülkelerinden on binlerce mücahit Afganistan’a gelerek orayı adeta bir eğitim merkezi gibi kullanmışlardır. Bu vakıayı gören Uluslararası Derin Güçler, bu durumun dünya üzerinde kurdukları sömürü düzenine karşı ciddi bir tehlike oluşturduğuna karar vererek, yerli yersiz çeşitli sebepleri bahane ederek 2001‘de Birleşmiş Milletlerin onayıyla Afganistan’ı işgal etmişlerdir. Bu işgal Birleşmiş Milletlerin onayıyla gerçekleştiğinden dolayı adeta bütün küfür devletleri birleşerek İslam Devleti olan Afganistan’ı işgal etmişlerdir. Zayıflaştırılmış bir devlete karşı, bütün dünya birleşmiştir.
Kahramanlığı Müslüman atalarından miras alan Müslüman Afgan halkı, yirmi yıl sürecek olan bu işgale karşı da cihad bayrağını açmış ve akıl almaz derecede zorlu şartlarda yirmi yıl gibi uzun bir süre aralıksız olarak işgalcilere karşı savaşmışlardır. İslam aleminde bulunan münafık ve mürted yönetimlerin hemen hepsi işgalcileri desteklemelerine rağmen, İslam Ümmetinden dini bütün Müslümanlar kardeşleri olan Müslüman Afganları maddeten ve manen desteklemişlerdir. Bütün devletler, bu süreçte cihad bayrağını dalgalandıran Taliban hareketini terörist bir hareket olarak gördükleri ve onları destekleyen Müslümanları da terörist olarak fişledikleri için, Amerika ve uşaklarına karşı verilen bu cihad önceki dönemlerde Rusya’ya karşı yapılan cihaddan çok daha zorlu olmuştur. Ancak bütün zor şartlara rağmen on binlerce yiğit mücahitler tüm zorlukları aşarak kardeşleri olan Taliban mücahitlerinin saflarında işgalcilere karşı cihad etmeye muvaffak olmuşlardır. Savaş, çok zor ve uzun sürse de hakkın galibiyeti ve batılın mağlubiyeti ile sonuçlandı. Nitekim Taliban’ın önde gelen yöneticilerinden Muhammed Nebi Ömeri, uzun bir süre kaldığı ve şiddetli işkencelere uğradığı Guantanamo’da kendisine hakaret eden ve asla galip gelmeyeceklerini söyleyerek alay eden Amerikalı subaylara şu hakikati haykırır:” Sabah vaktinde güneşin doğduğuna nasıl kati olarak inanıyorsam, Afganistan’da sizin mağlubiyetinize de aynı şekilde yakinen inanıyorum.” İşte bu muhterem zat şu anda Afganistan’da iç işleri bakanı yardımcılığı görevini yürütmektedir. Bütün uşaklarıyla birlikte Amerika yenilmiş, Afganistan İslam İmaretinin kelime-i tevhidli beyaz bayrakları ülkenin son karışına varıncaya kadar her yerinde dikilmiştir.
Böylece büyük Britanya ve SSCB İmparatorlukları gibi ABD İmparatorluğu da bütün uşaklarıyla birlikte Afganistan’da acı bir hezimet tatmıştır. Allah’tan temennimiz şudur ki, seleflerinin uğramış olduğu zayıflama ve dağılma sürecine ABD’yi de uğratsın ve diğer imparatorluklar gibi onu da paramparça eylesin! 2001’de Bush oğlu Bush’un, ”Haçlı Seferleri başlamıştır; ya yanımızdasınız veya karşımızdasınız” diyerek bütün dünyayı özellikle İslam alemini tehdit ederek başlattığı Afganistan işgali, vahşetin her türlüsüyle ve büyük bir barbarlıkla 2021 yılına kadar sürmüştür. Bush oğlu Bush’un bu tehdidine karşı Emiru’l- Mü’minin Molla Muhammed Ömer “Bush bizi tehdit ederek yenilgiye uğrayacağımızı söylüyor, Allah ise bize zaferi vaad ediyor; Allah’ın vaadinin mi daha hak, yoksa Bush’un sözünün mü daha doğru olduğunu hep birlikte göreceğiz” buyurarak zaferin kesin bir şekilde İslam ümmetine nasip olacağını beyan etmiş ve 20 yıl sonra 2021 Ağustos ayında mücahidler Kabile girerek bu haberin doğruluğunu ispat etmişlerdir. Bush yalan söylemiş, Allah ise vaadine sadık kalmıştır. Nitekim işgalin başında bazı Taliban liderleri savaşın yirmi sene süreceğini ve yirmi sene sonra batılıların yenilerek Müslümanların zafer kazanacağını açık bir şekilde söylemekteydiler. Allah onların da bu haberini doğru çıkarmıştır. Rasulullah efendimiz’in şu sözünde geçtiği gibi:” Saçı-başı dağınık, toz toprak içinde ve kapılardan geri çevrilen nice insan var ki, Allah adına yemin etse Allah yeminini yerine getirir.”[2]
İnsanlık tarihi boyunca küfür taifelerinin meydana getirdiği en büyük ittifaka karşı, dünyanın uygar(!) milletleri tarafından değersiz görülen mücahidlerin kazandığı bu büyük zaferin elbette pek çok sebepleri bulunmaktadır. Biz bu sebepleri derinlemesine tahlil etmeden başlıklar halinde şu hususlara dikkat çekmek isteriz:
a) Kafirler hasis/değersiz dünyevi çıkarları için savaşırken, mücahidler hiçbir dünyevi çıkar gözetmeden sadece Allah rızası için cihad etmektedirler. İşte bu ihlas sırrı onların zaferinin anahtarıdır.
b) Kafirler nefislerine, şeytana ve dünyevi güçlerine itimat ederek savaşırlarken, mücahidler sadece Allah azze ve celle’ye tevekkül ederek cihad etmektedirler. Güçlerinin yettiği bütün sebepleri yerine getirmekle birlikte netice ve zaferi Allah’tan beklemektedirler. Allah’a tevekkül edeni, Allah elbette muzaffer kılacaktır.
c) Kafirler heva ve heveslerine dayanarak ve hiçbir kural gözetmeksizin savaşırlarken, mücahidler İslam’ın savaş hukukuna riayet ederek cihad etmektedirler. Bir tarafta savaş ahlakı bulunmayan barbar/vahşi canavar sürüleri, diğer tarafta savaş ahlakı ve hukuku bulunan medeni mücahidler… Başlangıçta vahşi canavarlar her tarafı yıkıp tahrip etseler de, nihayette ahlaka, hukuka ve fıtrata riayet eden medeni mücahidlerin galip geleceğinde şüphe yoktur.
d) Mücahidlerin, cihad ile birlikte ilmi ihya etmeleri ve medreseleri yaymaları Müslüman halkın itimadını kazandırmış ve onlara büyük bir destek sağlamıştır. Zira Afgan Müslüman toplumu alimlere son derece hürmet gösteren ve onlara ittiba eden bir toplumdur. Bu özellik İslam aleminde en fazla Afganistan’da bulunmaktadır. Taliban hareketinin liderlerinin alimlerden oluşması ve bütün kademelerde alimlerin bulunması halkın çoğunluğunu hareketin etrafında birleştirmiştir. Aynı şekilde ilmin ve alimlerin hakim olmalarından dolayı cihadi hareket ifrat ve tefritten sakınmış ve vasat/mutedil bir çizgi takip etmiştir. Bu da hareketi başarıya ulaştırmış ve İslam nizamının kurulmasını sağlamıştır.
e) Kafir, Mürted, münafık ve hainlerin oluşturduğu zahiri ittifaka karşı; mücahidler hakiki bir vahdetle hareket etmişlerdir. Kafirler her ne kadar sureten ittifak etmiş görünseler de gerçekte aralarında pek çok ihitlaflar bulunmaktadır. Halbuki mücahidleri gaye ve menhec birliği birleştirmiş ve Allah azze ve celle lütfuyla onların kalplerini birleştirmişti.
f) Kafirlerin her türlü vahşetine, akıl almaz zulümlerine ve asker sivil ayrımı yapmaksızın bombardıman yapmalarına karşılık; mücahidler Müslüman halka merhametle muamele etmiş ve zulümden şiddetle sakınmışlardır. Mücahidlerin bu merhamet ve adaletleri onları muvaffak kılmıştır. Zira zulümle abat olanın akıbeti berbat olur. Aynı şekilde Allah azze ve celle zalime mühlet verse de asla onu ihmal etmez.
g) Güçlerine aldanarak galip geleceklerini sanan ve akıbeti görecek bir basiretten mahrum olan kafirlerin karşısında, basiret ve yakîn sahibi olan ve akıbeti görecek keskin bir nazarı bulunan mücahidler, batılın mağlup olacağına ve hakkın da galip geleceğine yakinen inanıyorlardı.
h) Saldırgan ve vahşi sırtlan sürülerinin karşısında mukavemet gösteren mücahidler, adeta aslanlar gibi dayanıklı, sabırlı ve sebatkar davranmışlardır. Zaferin en temel şartı olan sabır ve sebat, şu dünya milletleri arasında en fazla Afgan Müslüman toplumunda bulunmaktadır. Bu, Allah’ın onlara özel bir ikramıdır.
ı) Dünya küfrünün her türlü baskısına rağmen şeriata riayet etmekten ve ilahi şeriatı tatbik etmekten asla taviz vermemeleri, mücahidleri muzaffer kılan en önemli husustur. Zira onlar, kendisi uğrunda savaştıkları şeriata ilk önce kendileri riayet ediyor ve bütün dünyanın baskısına rağmen Allah’ın dininden taviz vermiyorlardı.
i) Mücahidlerin savaşmakla birlikte siyaset-i şer’iyye’yi en güzel bir şekilde uygulamaları da onları muvaffak kılan sebeplerden biridir. Zira savaş alanında her türlü cengaverliği sergilemekle birlikte, barış ve ateşkesin şartlarının konuşulduğu masada da siyasi dehalarını ispat etmişlerdir.
Burada saydığımız sebeplerden her birine dair onlarca örnek bulunmaktadır. Ancak biz sadece hatırlatmakla yetinmiş olalım.
Bu büyük cihadın neticesinde iblisin, ifritlerini ve beni ademden oluşan yardımcılarını kullanarak yeryüzünde kurmuş olduğu şeytani düzene karşı İslam nizamı tesis edilmiştir.
Afganistan’da kurulan İslamî İmaret, laikliği ve demokrasiyi reddettiği gibi; monarşik ve oligarşik krallık düzenlerini de reddetmektedir.
İslami İmaret, Hz. Peygamberin ve Hulefa-i Raşidin’in siyasi menhecine ittiba etmektedir.
Devlet başkanı olan Emiru’l- Müminin alimler şurası tarafından seçildikten sonra, devletin önde gelen yöneticilerini atama yoluyla tayin etmektedir.
Devlet, şeriat ahkâmını tatbik etmek hususunda tam bir hassasiyete sahiptir. Bu konuda dış baskılara asla boyun eğmemektedir. Şeytani düzene teslim olmuş bütün dünya devletlerinin ciddi bir sorun olarak kabul ettikleri kadınlarla ilgili düzenlemeleri dahi islam fıkhını esas alarak yürürlüğe koymaktadır.
Toplumun ıslahı, talim ve terbiyesi, iktisadi olarak refahı ve her türlü tehlikeden korunmasını devletin en temel vazifesi olarak görmektedir. Bundan dolayı emniyet sağlanmış, toplumun iktisadi ihtiyaçlarının karşılanması için ciddi bir gayret ortaya konulmuş, uyuşturucu maddeleri gibi toplumun bünyesini sarsan her türlü zarara karşı ciddi önlemler alınmıştır. Öyle ki yirmi yıllık Nato ve Birleşmiş Milletler döneminde zirveye çıkan ve bütün dünyayı zehirleyebilecek boyuta ulaşan uyuşturucu maddeleri, daha iki yılı bile dolmayan Afganistan İslam İmareti döneminde neredeyse bitme noktasına gelmiştir.
Devlet dairelerindeki idari fesat, rüşvet alma, toplumun parasını zimmete geçirme ve adam kayırma gibi devleti ve toplumu çürüten olaylara karşı ciddi önlemler alınmış ve bu mefsedeler hemen hemen bitirilmiştir.
Durumun bu şekilde devam etmesi halinde çok yakın bir zamanda iktisadi olarak ayakları üzerinde duran ve dışarıya muhtaç olmadan toplumun bütün ihtiyaçlarını gideren bir devlete dönüşmesi beklenmektedir. Bütün dünyanın boykot uyguladığı İslami İmaretin bu durumu, islam şeriatını tatbik etmesinin bereketidir. Nitekim Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:
“Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur’an’ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından yerlerdi (yeraltı ve yerüstü servetlerinden istifade ederek refah içinde yaşarlardı). Onlardan aşırılığa kaçmayan (iktisatlı, mutedil) bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!” (Maide: 66)
[1]. Muztar, s. 140-163; Ghazi, s. 95-109, 126-131
[2]. Müslim: 1675