PEYGAMBER (AS) ZAMANINDA MEVCUT EĞİTİM SİSTEMİ

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2025 Eylül / 154. Sayı

Allah azze ve celle insanları yaratıp onları başıboş bırakmamış, akıl nimeti gibi büyük bir nimeti de onlara vererek diğer yarattıklarından üstün olabilme meziyetini de akıllarını kullanmaya bağlamıştır. Bununla birlikte bir kitap indirerek bu kitabın tatbik edilmesinin onların menfaati ve maslahatı açısından ne kadar önemli olduğunu da bildirmiştir.

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder.” (Kıyamet, 36)

“Şimdi size öyle bir kitap indiriyoruz ki, uymanız gereken bütün kâideler onun içinde yer aldığı gibi, bütün şerefiniz de o kâideleri tatbik etmenize bağlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Enbiya, 10)

“Öyleyse ey iman etmiş akıl sahipleri! Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının. Gerçek şu ki Allah size neyin iyi neyin kötü olduğunu bildiren ve size öğüt veren bir kitap indirdi.” (Talak, 10)

Akıl nimetini kullanarak mahlûkatın en şereflisine dönüşen insanoğluna aklını kullanmadığı ve indirilen bu kitaba uygun yaşamadığı takdirde mahlûkatın en aşağılık varlığına dönüşeceğini de bildirmiş, böylece aklı kullanmanın önemini ön plana çıkarmıştır. Böylece insanlık ya aklını kullanıp yücelecek ve en üstün bir varlık haline gelecek veyahut da akıl nimetini gereği gibi kullanmadığı ve gereğini yapmadığı için aşağılık bir varlığa dönüşecek ve bütün mahlûkattan daha değersiz bir duruma düşecektir.

“Yoksa sen onların çoğunun gerçeği dinlediklerini veya akıllarını kullandıklarını mı sanıyorsun? Onlar tıpkı hayvan sürüsü gibidir. Hatta izledikleri yol bakımından hayvanlardan daha şaşkın durumdadırlar.” (Furkan, 44)

İnsanlar kendilerini akıllı görebilir. Akıl seviyelerinin bütün insanlardan daha yüksek olduğunu zannedebilir. Hatta okuyarak ve kendini yetiştirerek dünyevi planda büyük bir bilim adamına dönüşebilir. Ancak bu gerçek manada akıllı kişinin tanımı olmaz. Gerçek akıl sahibi kişi Rabbimizin tanımladığı gibi olan kişidir.

“Onlar ki sözü can kulağıyla dinler ve onun en güzel tarafını, sevabı en çok olanını tatbik ederler. İşte bunlar, Allah’ın kendilerini doğru yola erdirdiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de işte bunlardır.” (Zümer, 18)

 Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem de akıllı kişi ile ilgili olarak şöyle bir tanım yapmaktadır.

“Akıllı kişi nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel eden kişidir.”[1]

Vahye teslim olmak için aklın önemi anlaşıldıktan ve bu akıl nimetini kullanmayanların da değersizliği ortaya çıktıktan sonra diğer bir önemli mesele olan peygamberlere ihtiyaç duyma konusu gündeme gelir ki, Yüce Allah’ın razı olacağı bir hayatın nasıl yaşanacağını bizlere en güzel şekilde öğretecek olan kişi, elbette ki bizzat yüce Rabbimiz tarafından seçilen ve örnek model olarak bize sunulan peygamberlerdir.

Bu peygamberler bizlere bilmediklerimizi öğretmek ve bizleri en doğru metotlarla eğitip terbiye etmek için gönderilmişlerdir. Bu peygamberler ilahi vahiy doğrultusunda aldıkları emirlerle toplumlarını en doğruya ve en güzele yönlendirerek onların felahı ve refahına katkı sağlamışlardır.

Geçmişte olduğu gibi vahiyle terbiye edilen ve asrı saadet ortamlarında yaşamakla şereflenen insanlığın günümüzde de bu eğitim metoduna şiddetle ihtiyacı vardır.

Günümüzde de eğitim ve öğretim, toplumların en önemli meseleleri arasındaki yerini korumaktadır. Kişilerin ve toplumların gelişmesinde eğitim ve öğretimin katkısı oldukça büyüktür. Eğitim ve öğretim alanındaki başarı hiç şüphesiz diğer alanlardaki başarıyı da beraberinde getirecektir. Bu sebeple eğitim ve öğretime gereken önemi vermek kişilerin ve toplumların geleceği açısından büyük bir öneme sahiptir.

Bizler geçmişte selefimizin yaşantısına bakarak nasıl yüceldiklerini ve nelere önem vererek dünyada üstün bir duruma geldiklerini iyice öğrenmeli ve bu metotları tatbik ederek geçmişte olduğu gibi yeniden dünyada söz sahibi olacak bir duruma gelmek için gereken gayreti göstermeliyiz. Çünkü bizler geçmişi olmayan ve tarih sayfalarında gözükmeyen bir ümmet değiliz. Tarihin ilk zamanında ilk atamız Âdem aleyhisselam ile başlamış ve diğer peygamberlerin tevhid mücadelesiyle devam eden ve Peygamber efendimiz ve sahabesiyle oldukça yücelerek dünyaya yayılan ve yüzlerce yıl dünyaya adâletle hükmeden ve uzun bir geçmişi olan bir ümmetin fertleriyiz. Öyleyse geçmişimizden alacak çok dersler var. Doğru ve yanlışı tecrübe eden bir ümmetin nesli olarak ikinci bir tecrübeye ihtiyacımız yok. Öyleyse başarının anahtarı da yolu da metotları da bellidir. Tek yapılması gereken ise tekrardan bunları ele alıp gereğini yapmaktır. Öyleyse şimdi bunların neler olduğu konusuna değinelim.

Rasûlullah aleyhisselam, kendi toplumunu Yüce Rabbimize kul etme mücadelesine başlarken kulaktan dolma salt bir bilgi ile yola çıkmamıştı. Geçmişten aldığı hikâye ve masallarla insanları yönlendirmeye kalkmamış, daha ilk başta inen vahiy ile taptaze bir şekilde anlık olarak vahyin gereğini yerine getirmişti. “Oku” emriyle önce kendini ardından yakınlarını daha sonra da ulaşabildiği herkesi vahye göre şekillendirmeye başlamıştı. Ayetler sadece bir bilgi olarak kulaklara gelen ve ardından da kalbe inmeden diğer kulaktan çıkarak kaybolan buyruklar değildi. Her biri defalarca okunan, ezberlenen, yaşanılan ve yaşatma mücadelesi verilen ayetlerdi. Sadece kendi göğsünde gizlenen ve ferdi olarak yaşamak için öğrenilen bilgiler de değildi. Topluma anlatılan ve bu uğurda başa gelecek eziyetlere de tahammül edebilme gayretini gösteren yiğitlik ve fedâkarlık gerektiren kısacası bedel ödemeye razı olan insanların tercih edeceği bir yoldu.

Peygamberimiz bu uğurda yakınlarına davetini sunduktan sonra onları sadece bir kez çağırıp da kendi hallerine terk etmemiş, ilahi vahiyle onları eğitmek adına öncelikle “Daru’l Erkam” eğitim kurumunu kurarak Erkam b. Ebi’l Erkam’ın evinde Mekke’li müşriklerin gözlerinden uzakta, tedbirli bir şekilde müntesiplerini muhafaza ederek, zor şartlar altında onları yetiştirme gayretine girmiştir. Şartların zorluğu ve verilecek mücadelenin çetin oluşu eğitim ve öğretimi hiçbir zaman aksatmamıştır. Sadece bununla da yetinmemiş, ev ev, kabile kabile, şehir şehir dolaşarak davetini tüm ulaşabildiği yerlere yaymak uğruna da birçok meşakkate de katlanmıştır. Panayır zamanlarında çadırlara giderek yapılan davetlerden gereken sonuçlar alınmasa da yine de karamsarlık ve ümitsizlik göstermemiş, Mekke’nin çevresinde bulunan şehirlere giderek bu uğurda Allah’ın dinine davete devam etmiştir. Taif’te olduğu gibi peşpeşe gelen olumsuzluklar, davete yönelik tehlikeler, insanların daveti kabul etmeyişleri hiçbir zaman Onun başarısızlığı kabul edip kenara çekilmesine müsaade etmemiş, bilakis Allah’ın emri doğrultusunda davetine devam etmiştir. Büyük bedeller ödemesine, yakınlarının ve kavminin zulümlerine maruz kalmasına rağmen kendisine inanan kişilerle üzüntü içerisinde başka beldelerde davaları uğruna yaşamayı kabullenmiş, bu uğurda malını, mülkünü ve tüm sevdiklerini terk ederek Yüce sevgili uğrunda davalarını yaşama gayretine girmişlerdi.

Medine’ye geldiğinde de ilk olarak Mescidi Nebevi’yi tesis etmiş, kendi beldelerinde davet vazifesini yüklenecek Ashabı Suffe denilen kişileri orada yetiştirmişti. Suffe ashabı denilen bu kimseler Peygamber aleyhisselam’a gelerek ondan İslam’ı öğrenirler, bilmedikleri birçok meseleyi öğrenerek kavimlerine döndüklerinde öğrendikleri bilgiler doğrultusunda kavimlerini Allah’a davet etme vazifesini yüklenirlerdi.  Onlar Peygamber efendimizden eğitim ve öğretim metotlarını ve doğru bir şekilde davetin nasıl yapılacağını öğrenerek ilahi bir terbiyeden geçerlerdi. Onlar Peygamberimizin bizzat ahlâkından olan; hataları yüze çarpmamak, güzel bir şekilde uyarmak, ilim öğrenmeye ve öğretmeye teşvik etmek, faydasız ilimden uzak durmak, konuşmalarının tane tane olması, belirgin ve açık kelimeler kullanması, söylediği söz anlaşılsın diye üç kez tekrarlaması, konuşmayı gereksiz yere uzatmaması ve aşırı derecede kısa tutmaması, herkesin seviyesine göre hitap etmesi vb. gibi daha nice hususları öğrenerek kendi yaşantılarını öğrendikleri esaslara göre şekillendirirlerdi.

Tabi ki bütün bunları yaparken de sadece şekilci bir tutum sergileyerek değil, olması gereken esasları tüm benlikleriyle özümseyerek tatbik ediyorlardı. Bu sebeple en büyük ve en kâmil muallim olan Rasûlullah aleyhisselam’ın gerek yaratılış güzelliğinden gerek ahlâk güzelliğinden gerek sözlerindeki güzellikten gerekse de davranış güzelliğinden etkilenerek bu esaslara göre hayatlarını şekillendiriyorlardı.

Âlemlere rahmet ve öğretici olarak gönderilen Peygamber Efendimiz aleyhisselam tüm bu özellikleri kendisinden barındırdığı için, bütün mahlûklardan üstün kılındığı açıkça görülmektedir. Öyleyse izinden gidilecek, adımlarına uyulacak ve yaşantısı birebir tatbik edilecek tek kişi Allah azze ve celle’nin bizzat peygamberlikle şereflendirerek âlemlere rahmet olarak gönderdiği kişi olmalıdır. Ayetlere ve hadislere göre yaşanılacak bir hayat hem bu dünya da hem de ahirette kuruluşu mümkün kılacaktır.

Peygamber efendimizin eğitim ve öğretimdeki metodu hiçbir zaman mala ve menfaate odaklı olmamıştır. Nitekim bu esas bütün peygamberlerin öncelikli ilk esasıdır.

“Hem bu görevim için, sizden dünyevî bir karşılık da beklemiyorum. Benim ücretim, ancak Alemlerin Rabbine aittir.” (Şuara, 109)

Bir diğer esasta muhatabın tanınması ve onun seviyesine göre konuşmanın gerekliliğidir. Muhatabın seviyesine inerek konuşmak ilâhî bir ahlâktır. Maalesef günümüz insanlığı, dînî terim ve tabirlere yabancı bulunmaktadır. Onlara, yine onların anlayabilecekleri dille konuşmak gerekmektedir. Onlara yabancı terim ve lafızlarla konuşmak muhataba bilmediği bir dille yapılan tebliğe benzer. Muhatabınız Türk iken, ona Kürtçe veya İngilizce yaptığınız bir tebliğ bu dilleri bilmediği takdirde hiçbir fayda sağlamadığı gibi farklı ve anlaşılmaz kelimeler kullanılarak yapılan bir tebliğin hiçbir faydası olmayacağı gibi bıkkınlık verici olacaktır. Yine bu hususu çocukların anlayışına uygun konuşmakla da misallendirebiliriz. Çocuklara karşı yapılan garip ve anlaşılmaz konuşmalar, onların eğitim ve öğretimlerine hiçbir katkı sağlamayacağı gibi kelime dağarcıklarına da hiçbir şey ilave etmeyecektir.

“Nabza göre şerbet” tabiriyle söylenmesi mümkün olan, yani kişiye uygun ve gerek duyacağı bilgiyi sunmak da eğitim ve öğretimin diğer bir esasıdır. O esnada hâle uygun olmayan bir bilgi muhatap açısından gereksiz görüleceği için önemsenmeyebilir. Örnek olarak hasta olan kişiye verilmesi gereken ilaç hastalığına uygun ve tedavi edici özelliği olan bir ilaç olmalıdır. Başı ağrıyana karın ilacı, dişi ağrıyana kan sulandırıcı veya soğuk algınlığı ilacı vermek acaba hastalığa fayda verir mi?

Peygamberimizin eğitim ve öğretimde gözettiği bir diğer esas da itidalli olması ve muhatabı usandırmaması idi. Eğitim ve öğretimde yapılacak aşırı yükleme bazen muhatapta ters bir etki yaparak onun her şeyden soğumasına ve bıkkınlığa sebebiyet verebilir.

Ebû Mûsâ radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashabından birini herhangi bir iş için gönderdiğinde: “Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız” diye emir buyururdu.”[2]

Abdullah bin Mes’ûd radıyallahu anh insanlara perşembe günleri vaaz ederdi. Bir kimse ona: “Ebû Abdurrahman! Keşke bize her gün vaaz etsen” dedi. İbn-i Mes’ûd radıyallahu anh şunları söyledi: “Sizi usandırmamak için her gün vaaz etmiyorum. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de bıkıp usanmayalım diye, dinlemeye istekli olduğumuz günleri kollardı.” [3]

Diğer taraftan muhataba ihtiyacına yetecek kadar gerekli olan ve anlayabilecekleri şekildeki bir bilgi sunulmalıdır. Çabuk iyileşmek uğruna birden fazla ilacı bir kere de yutmak acaba iyileşmeye mi yoksa zehirlenmeye mi sebep olur? Bu sebeple de Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Biz peygamberler topluluğu, daima insanların seviyelerine inmek ve onların anlayabilecekleri şekilde konuşmakla emrolunduk.[4] 

Ve yine şöyle buyurmaktadır: “İnsanlara akılları nisbetinde konuşun.”[5] 

Peygamberimiz insanları eğitirken onları okul sıralarındaki gibi sadece 40 dakikayla değil, hayatın her alanında gerek mescitte gerek yolda yürürken gerek evinde gerekse de en meşakkatli yerlerden olan savaş sahalarında dahi eğitmiş, her fırsatta insanlara bir şeyler öğretmeyi amaç edinmiştir.

Diğer taraftan eğitim ve öğretimdeki metot tedricilik üzere yavaş yavaş ve devamlı olmasıdır. Sadece bir kere yapılıp da terk edilecek bir vazife değildir. Belli bir zamana ve mekâna da has değildir. Yeri geldiğinde her türlü şartta yapılması gereken kutsal bir vazifedir.

Yine başka bir esas da Peygamberimiz aleyhisselam hiçbir zaman kendini diğer insanlardan üstün görecek bir kibre de kapılmamıştır. Kendisini nübüvveti sebebiyle üstün görenlere; “Ben de sizin gibi Mekke’de kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” diyerek onlara yakın davranmıştır. Çünkü davette insanlara tepeden bakmak onları daha çok kendinden soğutarak uzaklaşmalarına sebep olacaktır.

 Bir diğer esas da yaparak ve yaşayarak öğretme yöntemidir. Bir işi bizzat kendimiz yapmadan insanlara anlatmak muhatapta bir etki sağlamayacaktır. Basit bir örnekle sigaranın zararlı olduğunu ve terk edilmesi gerektiğini telkin eden bir kişinin elinde sigara gören kişi üzerinde yapacağı tesir sizce ne kadar etkili olabilir?

Yine başka bir diğer esas da Peygamber aleyhisselam’ın kendisine soru sormak maksadıyla gelen kişilere bireysel farklılıklarını gözeterek cevap vermesi idi. Nitekim O, gerek fiziki ve bedensel farklılığı bakımından olsun, gerek cinsiyet bakımından olsun, gerek ekonomik ve iktisadi bakımdan olsun, gerek inanç ve düşünce, gerek ilgi ve kabiliyet, gerek İslam’daki  durum ve seviye, gerek kültür ve örf, gerek meslek ve iş alanı, gerek mizaç ve karakter farklılığı, gerek nesep ve soy bakımından, gerek sağlık ve fiziki engellilik açısından, gerek siyasal ve toplumsal konum bakımından, gerek zeka ve bilgi açısından olsun herkese aynı şekilde davranmaz, onlara özelliklerine göre muamele ederdi.

İnsanların parmak izleri ne kadar taklitten uzak bir orijinallik arz ediyorsa, onların yüzleri ve ruhî kimlikleri olan şahsiyetleri de o kadar orijinal ve birbirinden farklıdır. Bu fark onların derece derece zekâlarında, duygu ve heyecanlarında, özel kâbiliyetlerinde vs. kendini gösterir. Aynı durum ve şartlar altında farklı duyuş, düşünüş ve davranış içinde bulunabilirler. Bu sebeple herkesin aynı özelliklerde olmasını, ihtiyaçlarının ilgi ve alakalarının aynı olmasını beklemek pek de doğru bir yaklaşım değildir. Bugün dünya üzerinde yaşayan yaklaşık 8,2 milyar insanın her biri gerek fiziki gerekse de psikolojik ve ruhsal bakımdan birbirlerinden farklıdır. Bu sebeple her birine has özelliklere sahip olan bu kişilere yine onlara uygun usul ve üslupta yaklaşmak gerekmektedir.

Peygamber Efendimiz’e farklı kültürlerden, farklı kabîlelerden ve farklı seviyelerde insanlar gelirdi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, onların anlayacağı dille karakter ve ihtiyaçlarına göre hitâb ederdi. Sorularına durumlarına göre cevap verirdi. Meselâ: “Amellerin en fazîletlisi hangisidir? sorusuna, muhâtaba ve zamâna göre:

“Allah’a îmân, Allah yolunda cihâd ve hacc-ı mebrûr!”[6]

“Zikrullah!”[7]

“Allah için sevmek!”[8]

“Namaz!”[9]

“Anne ve babaya hizmet!”[10]

“Hicret!”[11] şeklinde farklı cevaplar vererek her birine, kendisi için en münâsip olan ameli tavsiye etmiştir.

Nitekim Peygamber Efendimiz muhâtabının ihtiyacını, imkân ve durumunu çok iyi şekilde tahlil edebiliyor ve yapması gereken hususu öne çıkarıyordu.

Sadakanın hangisi en fazîletlidir? diye soran ve fakîr bir kimse olan Ebû Hureyre radıyallahu anh’e: “Fakir olanın, güç ve kuvvetiyle insanlara yardımda bulunmasıdır.”[12] buyururken, aynı suali soran ve bir kabile reisi olan Sa’d bin Ubâde radıyallahu anh’e: “Kuyu kazdırarak su çıkarmaktır.” cevabını vermiştir.[13]

Bir kimse Nebî aleyhisselam’a: “Bana öğüt ver” dedi. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de ona:

“Kızma!” buyurdu. Adam dileğini birkaç kez tekrar etti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de (her defasında ısrarla): “Kızma!” buyurdu.[14]

Ukbe bin Âmir radıyallahu anh, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e:

“Ya Rasûlallah! Kurtuluş nerededir?” diye sorunca Allah Rasûlü aleyhisselam (onun hâlet-i rûhiyesine ve ihtiyacına binaen):

“Diline sâhip ol, (fitneler ortalığı kapladığında) evine sığın ve günahlarına gözyaşı dök.” buyurmuştur.[15]

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem İbn-i Abbas radıyallahu anh’e: “Ey İbn-i Abbas, insanlara akıllarının almayacağı bir söz söyleme. Zira böyle yapman fitneye düşmelerine sebep olur.” tavsiyesinde bulunmuştur.[16]

Muâz bin Cebel radıyallahu anh şöyle anlatıyor: Ben, merkeb üzerinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in terkisinde idim. Bana: “Ey Muâz! Allah’ın kulları üzerinde, kulların da Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?” buyurdu. Ben: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı, onların sadece Allah’a kulluk etmeleri ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamalarıdır. Kulların da Allah üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak tutmayanlara azâb etmemesidir” buyurdu. Ben hemen: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bunu insanlara müjdeleyeyim mi?” dedim. “Müjdeleme, onlar buna güvenip tembellik ederler.” buyurdu.[17]

Peygamber efendimizin eğitim ve öğretimde gözettiği bir diğer esas, soru-cevap yöntemi idi. O muhatabın meseleyi anlayabilmesi için önce onun dikkatini çekecek bir soru ile başlayarak onu kendisine yönelmeye teşvik eder, ardından onun bu sorusuna anlayacağı şekilde cevap vererek meseleyi kavramasına yardımcı olurdu. Böyle yapmasındaki maksat dinleyenlerin dikkatlerini toplamak, vereceği cevaba yoğunlaştırmak ve bilgiyi kalıcı hâle getirmek içindi.

Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah aleyhisselam: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb: “Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir” dediler. Rasûlullah aleyhisselam: “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnâd ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biten, sonra da hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip cehenneme atılan kimsedir” buyurdular.[18]

Yine birgün Rasûlullah aleyhisselam: “Ne dersiniz? Birinizin kapısının önünde bir nehir olsa da o kimse her gün bu nehirde beş defa yıkansa, kirinden bir şey kalır mı?” diye sordu. Sahâbîler: “O kimsenin kirinden hiçbir şey kalmaz.” dediler. Rasûl-i Ekrem: “Beş vakit namaz işte bunun gibidir. Allah beş vakit namazla günahları silip yok eder” buyurdular.[19]

Efendimiz aleyhisselam mukayese ve temsil yöntemi, teşbih ve benzetme yöntemi, toprak üzerine şekil çizme yöntemi, beden dilini kullanma, konuları pekiştirme- dikkat çekme yöntemlerini de kullanarak toplum arasında konuların daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.

Aynı zamanda Efendimiz aleyhisselam’ın, yazıyı ve dil eğitimini tebliğ ve öğretimde önemli bir araç olarak gördüğü ve Ashabını dil öğrenmeye ve öğretmeye teşvik ettiğini de unutmamalıyız. Nitekim bu sebeple sahabilerden Zeyd b. Sabit radıyallahu anh İbranice ve Süryanice’yi öğrenmiş yine sahabe arasında Farsça, Rumca, Kıptice, Habeşçe, İbranice, Aramice, Süryanice öğrenenler olmuştur.

Muhatabını aklî ve mantıkî izahlarla iknâ ederdi. Ebû Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor:

“Rasûlullah’ın sağlığında Kudâa kabilesinin Beliyy boyuna mensup iki zât birlikte İslâm’a girmişlerdi. Bilâhare birisi şehid düşmüş, diğeri de bir sene daha yaşayıp öyle ölmüştü. Talha bin Ubeydullah, “Rüyamda, bir sene sonra vefât edenin şehid düşenden daha önce cennete girdiğini gördüm ve hayret ettim!” diye anlattı. Sabah olunca Talhâ’nın bu rüyâsı Peygamber Efendimiz’e anlatıldı. Rüyâyı dinleyen Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, başta namaz olmak üzere, bütün ibâdetlerin mükâfatını gösteren şu cevâbı verdi: “O, şehid olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı, bir senede altı bin şu kadar rekât namaz kılmadı mı? (O halde ikisi arasında bu kadar fark tabiî ki olacak!)”[20] 

Zina etmeyi düşünen bir gence böyle bir şeyi kendi akrabaları için isteyip istemeyeceğini sordu. Genç: “Allah beni senin yoluna kurban etsin, hayır, vallahi istemem yâ Rasûlallah!” cevâbını verince: “Diğer insanlar da böyle bir şeyi istemezler” buyurdu. Daha sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem mübârek elini gencin üzerine koyup: “Allah’ım, bunun günahlarını affet, kalbini temizle ve iffetini muhâfaza eyle!” diye duâ etti. Genç bundan sonra böyle bir şeye hiç tenezzül etmedi.”[21]

Bunlardan başka muhatabınıaklî ve mantıkî izahlarla ikna  etmesi, zekâlarını açmak ve bilgi seviyelerini ölçmek için sorular sorması, sözle beraber jest ve mimiklerini de kullanması,hakkında bilgi vermek istediği şeyi yukarı kaldırıp göstermesi,sorusorulmadığı hâlde söze başlayarak mühim bir meseleyi anlatması, muhatabının sorusuna ne eksik ne fazla tam cevap vermesi, ihtiyaca binaen bazı durumlarda soruya fazlasıyla cevap vermesi, bazen muhatabını, sorduğu şeyden daha mühim bir hususa yönlendirmesi, bazen kendisine yöneltilen soruyu tekrarlatması, muhatabın aldığı cevabı tekrar etmesini istemesi, muhâtabını imtihan edip, doğru cevap verdiğinde onu takdir etmesi, latife ve şaka yoluyla bazı şeyleri öğretmesi, meselenin ehemmiyetini göstermek için oturuşunu ve duruşunu değiştirmesi, bazen cevabı tehir ederek tekrar tekrar seslenmesi, sözlerinin kalıcı olması için muhâtabın omzunu veya elini tutması, önce veciz bir şekilde söyleyip sonra tafsilat vermesi, bazen konuları maddeleştirmesi, vaaz ve nasihat ederek öğretmesi, tergîb ve terhîb metodunu kullanması, önceki insanlara dair kıssa ve haberler nakletmesi, hayâ edilen meseleleri öğretirken nâzik bir giriş yaparak başlaması, bilhassa kadınlara öğretmeyi ve nasihat etmeyi ihmal etmemesi, temâyülleri hayra yönlendirmesi, devamlı hayırlı şeyleri telkin etmesi, bazı mühim hataları hemen düzeltmesi, îcâb ettiğinde az da olsa kızması, tâlim ve tebliğde yazıyı kullanması, ümmetinin terbiye ve tezkiyesi için dua etmesi gibi esasları da sayabiliriz.

Özetle burada değindiğimiz esaslar bu kısa yazımızda belirttiğimiz konuların sadece başlıklarının bir kısmıdır. Tamamını burada örneklendirerek aktarmak ise konumuzun bir hayli uzamasına sebep olacağından dolayı kısmen zikretmekle yetindik. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bütün metotları bunlardan ibaret olduğunu zannetmek elbetteki pek de doğru bir düşünce olmaz.  Onun hayatını, hadislerini inceleyen herkes bunlardan daha fazlasını görecektir.

Rabbimiz bizi Peygamberimizin ahlâkıyla ahlâklanan, onun gibi bir muallim ve mürşid olma yolunda gayret gösteren, özü ve sözü bir olan, eğitim ve öğretime önem veren, ümmetin kurtuluşunu bu yolda gören muvahhid Müslümanlardan eylesin. Âmin…

Selam ve Dua ile…


[1]. Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 25

[2]. Müslim, Cihâd, 6; Ebû Dâvûd, Edeb, 17/4835

[3]. Buhârî, İlim, 11-12

[4]. Zebidî, İthaf’u Sade, 2/65

[5]. Ebû Davud, Edeb, 20; Münâvî, Feyzü’l-Kadir, 3/75

[6]. Buhârî, Hacc, 4

[7]. Muvatta, Kur’ân, 24

[8]. Ebû Dâvûd, Sünnet, 2

[9]. İbn-i Mâce, Tahâret, 4

[10]. İbn-i Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV, 330

[11]. Nesâî, Bey’at, 14

[12]. Ebû Dâvûd, Zekât, 40

[13]. Ebû Dâvûd, Zekât, 41

[14]. Buhârî, Edeb, 76

[15]. Tirmizi, Zühd, 61

[16]. Deylemî, V, 359

[17]. Buhârî, Cihâd, 46; Müslim Îmân, 48, 49

[18]. Müslim, Birr 59. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 2

[19]. Buhârî, Mevâkît 6; Müslim, Mesâcid 283

[20]. Ahmed, II, 333

[21]. Ahmed, V, 256-257; Heysemî, I, 129