Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2024 Aralık / 145. Sayı
Ensâr kelimesi yardım edenler manasına gelir. Ensârullah; lügat anlamı olarak Allah’ın yardımcıları demektir. (Medine halkından olup Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i ve Mekke’den hicret eden muhâcirleri barındırıp onlara yardım eden Evs ve Hazrec kabilelerine de “Yardımcılar” anlamında “Ensâr” denilir.
Allahu Teâlâ, “Samed” yani hiçbir şeye ihtiyacı olmayıp bütün mahlûkatın kendisine muhtaç olduğu bir ilah olduğu için, Ensârullah ifâdesi, mecâzî olarak kabul edilmelidir. Bu sebeple Ensârullah kavramına: “Allah yolunun ve Allah’ın dininin yardımcıları” anlamı verilir. Ensârullah: Allah’ın dinini ve şeriatını koruyan ve bu hususta elden gelen gayreti sarf eden kimseler demektir.[1]
“…Allah, kendi (dini)ne yardım edene elbette yardım eder. Kuşkusuz Allah, kuvvetlidir, gâliptir.” (Hacc, 40) Ayeti kerime de geçen “Allah’a yardım”, Allah’ın dininin yerleşmesine, güçlenmesine yardım demektir.
İnsanları Allah’a yöneltmek üzere görevlendirilen insanlar, Allah’ın elçileri ve her çağda onların destekleyicileridir. Elçiler, hak dini yerleştirmek üzere insanların desteğine ihtiyaç duymuşlardır. Destekleyen olmadıkça hak dinin yerleşmesi elbetteki zordur. Hak dini destekleyenlere de Allahu Teâlâ yardım vaadinde bulunmuştur.
“İsa, İsrailoğullarının küfrünü, Allah’ın gönderdiği gerçekleri örtbas etme temâyüllerini fark edince sordu: “Kim Allah yolunda benim yardımcılarım olacak?” Havârîler dediler ki: ‘Allah’ın yardımcıları biziz (Allah yolunda senin yardımcıların biz olacağız). Allah’a iman ettik. Sen de şâhit ol ki şüphesiz biz Müslümanlarız.” (Al-i İmran, 52)
Bu âyette İsa aleyhisselam, havârîlerine: “Allah’a giden yolda bana kim yardımcı olur?” dediği zaman havârîler: “Biz Allah yolunun yardımcılarıyız” dediler ve Allah’ın dinini yaymak için çalıştılar. Fakat Hz. İsa aleyhisselam’ın içinde yetiştiği İsrâiloğullarının hepsi ona inanmadı, sadece az bir kesim ona inandı. Diğerleri inkâr ettiler. Böylece nihayetinde Allahu Teâlâ iman edenleri inanmayanlara üstün kıldı.
“Andolsun Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da: “Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır” diye yazmıştık.” (Enbiya,105)
Yüce Rabbimiz Hz. Muhammed aleyhisselam’a iman edenlere de aynı şekilde hitap ederek onların da Ensârullah olmalarını ve gönderdiği Rasûlüne yardım etmelerini bildirmiştir.
“Ey iman edenler, siz Allah’ın Ensârı (yardımcıları) olun. Nitekim Meryem oğlu İsa havârîlere: ‘Allah’a giden yolda benim Ensârım (yardımcılarım) kimlerdir?’ deyince, havârîler demişlerdi ki: ‘Biziz Ensârullah (Allah’ın -dininin/yolunun- yardımcıları) İsrâiloğullarının birtakımı böylece iman etmiş, birtakımı da küfre girmişti…” (Saff, 14)
Allahu Teâlâ, elçi olarak gönderdiği Hz. Muhammed aleyhisselam’a inanmayıp düşman olanlara karşı Müslümanlara yardım ve destek sözü vermiş, onları üstün kılacağını ve müslümanların sonunda düşmanlarına üstün geleceği müjdesini vermiştir.
“Nihâyet Biz o iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik de böylece üstün geldiler.” (Saff, 14)
“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Al-i İmran,139)
Gerçekten de öyle olmuştur. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’de çok sıkıntı çekmiş, Mekkeliler ona rağbet etmemişlerdir. Allah’ın Rasûlü aleyhisselam Hacc günlerinde: “Hangi adam, Rabbimin risâletini duyurmam için beni barındırır? Kureyş Rabbimin risâletini tebliğ etmemi engelledi” derdi. Nihâyet Allah azze ve celle, Medineli Evs ve Hazrec kabilelerinden bazı kimseleri ona bağladı. Bu kimseler ona bey’at ettiler ve kendi yurtlarına göçtüğü takdirde onu her türlü tehlikeden koruyacaklarına dair söz verdiler ve sözlerinde de durdular. Medine’ye göç eden Peygamber aleyhisselam’ı ve Mekke’den oraya hicret eden ashabını barındırıp korudular. Bundan dolayı Medinelilere Ensâr (yardımcılar) denildi. Bunlar Allah’ın dininin yayılması için birçok fedâkârlık gösterdiler, gerektiğinde mallarını ve canlarını İslâm uğrunda fedâ etmekten hiçbir zaman kaçınmadılar. Nihâyet Allah’ın vaadi gerçekleşti, hak, bâtılı yendi. Şayet bu ümmet de bir gün Ensarullah olmayı başarabilirse inşallah işte o zaman İslâm dünya üzerindeki bâtıl bütün dinlere üstün gelecek ve yeryüzü İslam ile şereflenecektir.
Öyleyse bunu bir meşakkat ve zül olarak görmemek gerekir, bunu omuzlarda bir yük ve büyük bir meşgale olarak algılamamak gerekir. Önemli olan bunun bir rahmet olduğu, Allah’ın büyük bir lütfu ve nimeti olduğunu anlayabilmektir. Eğer ki Allah’ın dinine yardım için az da olsa bir ter dökebiliyorsak bu bizim için bir yüz akı vesilesi olacaktır. Rabbimizin huzurunda bizim için bir nişane ve alâmet olacaktır. O’nun huzurunda başımız dik, alnımız ak bir şekilde durabilmek ve O’ndan bağışlanma talep edebilmenin bir yolu olacaktır. Öyleyse davaya hizmeti asla ve asla küçümsememek ve önemsiz bir iş olarak görmemeliyiz. Basit bahanelerle bu yoldan uzaklaşmamalıyız. Dünyayı ve şehvetlerini terk ederek bize âhireti kazandıracak işlere ve hizmetlere yönelmeliyiz. Bunun bizim için bizi cennete götürecek bir amel olacağı bilinciyle hareket etmeliyiz. Nitekim bu iş herkesin harcı değildir. Allah azze ve celle kendi davasına hizmet etmek için bazı insanları seçer. İşte seçilmiş olan insan, Rabbinin kendisini seçtiği bilinciyle hareket ederek kendini özel hisseder ve bu davada diğer insanlardan farklı olduğunu anlayarak kendisine verilen değerin gereğini yerine getirmek maksadıyla gücünün son noktasına kadar çalışır ve bu uğurda karşılaştığı bütün meşakkatlere ve zorluklara göğüs gerer. Bu karşılaştığı şeyler onun için bir zorluk değil bilakis ona lezzet veren ve imtihanın gereği olan telakki edilen şeylerdir. Rabbinin rızasını kazandığını hissettiren amellerdir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler, eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder; ayaklarınızı (hakkı koruma yolunda) sağlam tutar.” (Muhammed, 7).
Bu ayette Allahu Teâlâ kendi dinine yardım edenlere, yani tevhidin yerleşip güçlenmesine çalışanlara ve bu uğurda savaş verenlere yardım edeceğini, onların ayaklarını sağlam tutacağını ve çabalarının yarım kalmayacağını bildirirken bu âyetten hemen sonra da kâfirlerin yüz üstü yere kapanacaklarını (devrilip düşeceklerini), onların İslam’ı ve müslümanları engellemelerinin bir sonuç vermeyeceğini belirtiyor. “İnkâr edenlere gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır.” (Muhammed, 8)
İşte bu Sünnetullah’tır. Allahu Teâlâ, iman edenlerin ayaklarını sağlam bastırıp onlara yardım ederken, inançsızların ayağını kaydırıp deviriyor, yaptıkları planları ve kurdukları tuzakları da hedefinden saptırıyor. Böylece onların çabalarını boşa çıkarıyor. Onlar Allah’ın hükümlerini istemedikleri için Allah da onların plan ve eylemlerini boşa çıkarıyor.
Yüce Rabbimiz apaçık mucizelerle elçiler göndermiş, insanların, adâleti yerine getirmeleri için peygamberlerle birlikte Kitab’ı ve adâlet ölçütünü indirmiştir. Bununla birlikte bir de bu adâleti ikame etmek maksadıyla indirdiği en önemli esası da hemen peşinden bildirmiş ve buna ehemmiyet verilmesi halinde Müslümanların bir güç elde edeceğini ve bunun dışında da bazı birtakım faydaların da gerçekleşeceğini haber vermiştir. İşte bu güç, adâleti tesis edecek olan “Demir”dir. Allahu Teâlâ, demirin gücü sâyesinde düzenin korunmasını sağlamıştır. İndirdiği demirdeki bu gücü ve yararları, kimlerin Allah’a ve elçilerine yardım yolunda kullanacağını, yani kimin, gerektiğinde Allah’ın verdiği güç ve sağlık sâyesinde, silâhını kuşanıp Allah’ın dininin ve elçilerinin üstün gelmesi için çalışacağını ortaya çıkarmak istediğini de bildirmiştir.
“Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adâleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın, dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür.” (Hadid,25)
Âyetin sonunda Allah’ın Kavî ve Azîz sıfatları vurgulanmak suretiyle, Hakk’a yardım edenlerin gâlip geleceğine işaret edilmektedir. Çünkü Allah onların yardımcısıdır. Allah’ın tarafını tutanlar ise Allah’ın izniyle her zaman gâlip geleceklerdir.
İşte bu ve benzeri ayetlerde bizlere yani tüm iman edenlere yönelik bir çağrı yapılmaktadır. Ensârullah olmak için yapılan bir çağrı… Yani Allah’ın dininin yardımcıları şeklindeki bir ifâde tarzı… Subhanallah! Biz âciz kulların, hiçbir yardım ve desteğe ihtiyacı olmayan yüce Rabbimiz tarafından kendi yüce isminin yanında zikredilerek taltif edilmesi… Bundan daha büyük bir nimet olabilir mi? Bundan daha yüce bir bahtiyarlık olabilir mi? Samed olan Allah’a yardımı… Anlamakta zorlandığımız incelik… Müslüman bir kul için bu mevkîden daha yüce bir makam olabilir mi? Nimetleri içinde bundan daha büyük bir ikram, izzetler içinde bundan daha ileri derecede bir izzet ve şeref düşünülebilir mi? Allah’ın bu sıfatlarla tavsîfi; yani “Allah’ın yardımcıları” şeklindeki bir tabir mümin kişi için ne kadar da güzel bir ifadedir. Yardımdan ve yardımcıdan münezzeh olan şânı yüce Rabbimiz, oldukça güzel ve bir o kadar da etkileyici olan bir çağrı ile bizleri dinine yardım etmeye teşvik etmektedir. Oysa O, bizim yardımımıza değil; biz O’nun yardımına muhtacız.
İşte burada Yüce Rabbimizin yardımının ne zaman olacağının bilgisi ile karşılaşıyoruz. İşte Allah’ın yardımının formülü…O’nun destek ve zaferinin anahtarı: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar, kaydırmaz.” (Muhammed, 7)
Kulluk bilinci ile İslâmî sorumlulukları kuşanmak için bundan daha mükemmel bir ifade tarzı mümkün müdür? Bu ifadenin ne kadar da güzel olduğunu idrak edip Allah’ın yolunda gücümüzün en son noktasına kadar çalışmak için ne kadar da teşvik edici bir isimdir Ensârullah/Allah’ın yardımcıları kelimesi… Allah’ın yardımıyla buluşmanın ve O’na kavuşmanın yoludur. Yarsız ve yardımcısız kalmamanın garantisi, yardım üzere olmaktır. Allah’ın dâvâsını sahiplenmektir. Allah’tan bize sunulanı O’nun yolundan esirgememektir. Ayaklarımızın sâbit olmasıdır. Direniş ruhunun tazelenmesi, çözülmenin ve dökülmenin önlenmesidir. İşte bütün bunların hepsi ancak “Yardım ediyor olmak” ile mümkündür. Yaradan’ın yardımına müstehak olmanın mutlak esası, Ensâr olabilmektir. O’nun yardımını beklemeden mevcut imkânları O’nun için tahsis edebilmektir. “O verirse ben de veririm” değil; Onun vermiş olduklarını yine O’nun rızası için elden çıkarabilme gücünü kendinde bulabilmektir.
Önemli olan Müslüman kişinin tercihini, yardım beklemeden önce, yardım etmekten yana yapabilmesidir. Nitekim şu ayeti kerimede bunu apaçık görebilmek mümkündür. “Nitekim Meryem oğlu İsa havârîlere: ‘Allah’a giden yolda benim ensârım (yardımcılarım) kimlerdir?’ dedi…” (Saff, 14) Yani yardım istemeden önce mutlaka Allah’ın dinine yardım edin, böylece zaten yardıma müstehak olursunuz.
Hz. İsa aleyhisselam gibi bir peygamberden böylesi bir soru ve talebin sâdır olması ne demek oluyor? Bir peygamber buna ne diye ihtiyaç duysun? Vahiyle desteklenen, Allah’ın koruması altında bulunan Hz. İsa aleyhisselam’ın dudaklarında “Men ensârî? / Ensârım, yardımcılarım kim?” sorusunu sormasındaki hikmet ne olabilir? Bu yolda, bu dâvâda “Ben yalnız yaparım, mücâdelemi tek başıma verebilirim” anlayışı esas alınmıyor. İman edenler müşterek bir sorumluluğa çağrılıyor ve öncelikle bu vurgulanıyor, Hz. İsa aleyhisselam’ın şahsında cemaat ruhu ve şuuru pekiştiriliyor.
“Birlikte yola çıkabileceğim kim var?” sorusu iman edenlere aynı zamanda bir yol ve yöntem öğretiyor. Bir yapılanma ve bir cemaat olgusuna işaret ediyor. Teşkilatlanma ve örgütlenme esasının gereğine dikkat çekiyor… Allah’a giden yolda bireyselliği aşarak cemaat olmayı öğretiyor. Aynı fikir üzere bir araya gelen, ortak dava anlayışına sahip büyük bir gücün oluşumunun gereğine değiniyor. Burada İlâhî irâdenin murâdının, ferdî irâdenin cemaat irâdesi ile bütünleşmesi olduğunu üzerinde duruluyor. Ve neticede maksat hâsıl oluyor: “…Havârîler demişlerdi ki: ‘Biz Ensârullah’ız (Allah’ın -dininin/yolunun- yardımcılarıyız) …”
Bizler tek tek, fert fert değil; birlikte, müştereken Ensârullah’ız. Ben değil, biz. Tekil değil, çoğul zamiri. Ayrıca şu soruya da cevap vermemiz gerekmektedir: Acaba Hz. İsa aleyhisselam’ın “Allah’a giden yolda benim ensârım kim?” sorusunu ve çağrısını sadece onun yaşadığı zaman dilimi ile sınırlamak mümkün müdür? Yalnız o döneme ve o topluma münhasır bir olay olarak mı görmeliyiz? “Men ensârî?” sorusunun, bugün, bizler için hiçbir geçerliliği yoktur diyebilir miyiz? İşte konumuzun asıl can alıcı noktası; bulunduğumuz konumda, şartlarımız her ne olursa olsun; “Bizler de Ensârullah’ız” diyebilmektir. Yaşadığımız çağda hayatın koşuşturması ve gürültüsü içinde, “Kim ensâr olacak?” çağrısını duyabilmek ve duyurabilmektir. Hiçbir zaman ve mekanda güncelliğini ve geçerliliğini kaybetmeyen hayatî bir sorudur bu… “Ey iman edenler!…” şeklinde gelen hitap da zaten bu esasın tüm zamanların mü’minlerini kuşattığının bir ispatıdır.
Geriye şu soru kalıyor: Nasıl bir Ensâr olmalıyız? Bu oluşumun vasıfları neler olmalıdır? Ensârullah olabilmek için hangi meziyetler ile donanmış olmamız gerekir?
Allah’ın râzı olduğu ensâr olabilmek, zulümât içinde bulunan yeryüzüne aydınlık ışıkları olabilmekle mümkündür. Karanlıkla kavgalı, aydınlık için koşuşturan, zulmün hasmı, direniş ve diriliş erleri olabilmektir. Ensâr olmanın ilk temsilcileri olan ilk nesil sahabe topluluğu bunu şu şekilde ispatlama yoluna gitmişlerdir: Akabe günü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen en ağır şartları bile teslimiyet ve tevekkülle karşılamışlardı. Yesrib’lileri temsîlen orada bulunan Esad bin Zürâre: “…Bütün bunlara dillerimizle, gönüllerimizle, güçlerimizle, getirdiğine iman ederek, kalplerimize yerleşen bilgiyi tasdik ederek ‘evet’ dedik. Hepsi için sana biat ediyoruz. Rabbimize ve sana biat ediyoruz. Allah’ın kudreti hepimizin kudretinin üzerindedir. Kanlarımız senin kanını, vücudumuz senin vücudunu koruma yolunda feda olsun. Öz canlarımızı, çocuklarımızı ve kadınlarımızı koruduğumuzdan daha fazla seni koruyacağız. Bunları ancak Allah için yapacağız. Ey Allah’ın Rasûlü, sözümüz sözdür…” diyerek Ensârullah’ın nasıl olması gerektiğini bizlere öğretmişlerdi.
Ensâr olmanın ifâdesi olan bu sözleşme, zorlu bir sınava dönüştü. Karşılığı cennet olan alış-verişte ahde vefa gösterildi. Onlar yaptıkları biâtın bedelini ödemekten kaçınmadılar. Bedir savaşında bu durum kendini apaçık gösterdi. Savaş öncesi değerlendirmede Ensârın görüşü şu ifadelerle tarihe geçiyordu: “Yâ Rasûlallah! Eğer savaşmamızı istersen biz sana İsrâiloğullarının Mûsâ aleyhisselam’a dedikleri gibi “Sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada oturacağız” (Maide, 24) demeyiz. Bizi Berku’l-Ğımad’a[2] sevketmiş olsan bile senin peşinden gideriz. Bize, denize dalmamızı emretmiş olsan, tereddütsüz dalarız…”[3]
Ensâr nasıl olunur?” konusuyla ilgili bilmemiz gereken ikinci esas: Nefsî ve hevâ tutkularının aşıldığı, kardeşlik ruhunun öncellendiği bir Ensar olmak gerekir. Çünkü temiz gönüller, netice de tertemiz bir toplumu oluşturur. Nefsini ön plana çıkaran ve hep kendini düşünen bencil egoistler Ensar olamazlar. Yüce Rabbimizin Ensar’ı tanıtımı şöyledir: “Daha önceden (Medine’yi) yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler (ensâr), kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendilerinde fakru ihtiyaç içinde olsa bile, (onları) kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 9)
Ebu Hureyre radıyallahu anh’den gelen şu rivâyet konuyu daha da anlaşılır kılmaktadır: Bir şahıs Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek:
“Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben açım.” dedi. Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, hanımlarından birine haber salarak yiyecek bir şeyler göndermesini istedi. Fakat mü’minlerin annesi:
“Sen’i peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok” dedi. Diğer hanımlarının da aynı durumda olması üzerine Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ashâbına dönerek:
“Bu gece bu şahsı kim misâfir etmek ister?” diye sordu. Ensâr’dan biri:
“Ben misâfir ederim, yâ Rasûlallâh!” diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına:
“Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Hanımı:
“Hayır, sâdece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var” dedi. Sahâbî:
“Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misâfir içeri girince de lambayı söndür. Biz de sofrada yiyormuş gibi yapalım” dedi.
Sofraya oturdular. Misâfir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar. Sabahleyin o sahâbî, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına gitti. Onu gören Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allâhu Teâlâ, bu gece misâfirinize yaptıklarınızdan ziyadesiyle memnun oldu.”[4]
Ensar olmak ne tür fedakârlıklar gerektirir? sorusuna verilecek en güzel yanıtlardan birisi belki de şu olacaktır: Ensar olabilmek dünyaya gereğinden fazla değer vermemeyi ve ona bağlanmamayı gerektirir. Dünyevi ihtiraslardan uzak kalabilmeyi ve dünya için çekişmemeyi gerektirir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Huneyn sonrası, Kureyş’ten bazılarının kalplerini İslâm’a ısındırmak için ganîmetlerden fazlaca ihsanda bulunması, bazı ensâr gençlerinin sızlanmasına neden olmuştu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onları topladı, yaptığı konuşmada: “Ey ensâr! İnsanların dünya nimetlerine, sizinse Allah’ın Rasûlüne sahip olmanız, O’nu yurdunuza götürmeniz sizi memnun etmiyor mu?” Ensâr gözyaşları dökerek: “Rab olarak Allah’tan, pay olarak Rasûlullah’tan râzıyız” dediler.[5]
İşte Ensârullah olma kararlılığını taşıyanlara hareket noktası. Maalesef bizler bu çağda “Ensârsız” bir dünyanın garipliğini yaşıyoruz. Çileli ümmet ve çaresiz beşeriyet, Ensârını hasretle bekliyor. Akîdesinden aldığı güçle Akabe gecesinde verdiği sözle Medine’sini ve devletini projelendirecek ensârını bekliyor.
“Men ensârî?” sorusu, İman edenlerin gündemini ve görevini belirleyen bir sorudur: “Kim ensâr olacak?”
Mazlum Filistin, mahzun Kudüs… “Rabbimiz! Katından bize bir sahip, tarafından bize bir yardımcı gönder” (Nisa,75) diyen mustaz’aflar, ağlayan anneler ve çocuklar, gördükleri zulümden dolayı acı çeken müslümanların Arş-ı Alâ’yı titreten feryatları… Mazlum halkın çaresizliği, dünya küfrünün acımasızlığı, Lânetli Yahûdinin iğrenç hesapları, yıkılmak istenen Mescid-i Aksâ… Yani hepimizin onuru ve özgürlüğümüzün sembolü olan o kutsal mescid… Mescid-i Aksâ’dan yükselen çığlıklar; “Men ensârî? Yok mu ensârım? Kim bana yardım edecek? Ben sahipsiz miyim?” feryatları…
İşte bu çığlıktır ki, Selâhaddin Eyyûbî’ye “Mescid-i Aksâ ağlarken ben asla gülemem!” dedirten…
Acaba şimdilerde “Men ensârî? Yok mu ensârım? Kim bana yardım edecek? Ben sahipsiz miyim?” soruları bizim tarafımızdan da cevap bulabilecek mi? Yoksa Abdulmuttalib’in yaptığı gibi mi yapacağız. Yoksa onun tutumuna mı özeneceğiz? Çağımızın Ebrehe’lerinin işgâline getireceğimiz yorum şöyle mi olacak? “Kâbe’nin Rabbi var, ona sahiplik edecek, onu koruyacak olan O’dur. Mescid-i Aksâ’nın da sahibi Allah’tır. Biz ise davar sürülerimizin, ticaretimizin ve sermayemizin sahibiyiz.” Sonuçta sürü ile (sahibi olarak) sürünmek ve sürüleşmek (güdülecek kitleler haline gelmek) … Yapılması gerekenleri Ebâbil kuşlarına bırakmak… Tıpkı Abdulmuttalib’in yaptığı gibi yüksek tepelerden Mekke’ye ve Ebrehe’nin ordusuna bakarak gelişmeleri seyretmek, üst tepeden yorumlar yapmak… Dün Mekke’nin tepelerinden bugün ise ekranlardan Ebrehe’lerin ve Ashâb-ı Uhdud’ların dikkatli ve meraklı izleyicileri olmak… Ebâbiller olmayıp Ebâbiller’i beklemek… Beklerken olup bitenleri gözetmek… Bugün, sanki gökyüzünde uçan Ebâbil kuşları Gazze’deki müslümanların ta kendisi… Yahudinin kafasına attıkları o taşlarla onların vazifelerini üstlenmişler. Ellerindeki o küçücük fakat bir o kadar da etkili olan, füzelerden ve bombalardan daha ürkütücü ve tesirli taşlarını atmaya devam ediyorlar. Filistinli kardeşlerimizin Yahudilerin bağrına attıkları taşlar, Ebâbillerin taşlarına ne kadar da benziyor… Nasıl da isâbet ediyor onların o lanetli bedenlerine… Kararlı, korkusuz bir atış… Bize düşen de işte tam olarak budur, bizden istenen de onların üzerine ebabiller olmaktır. Onların üzerlerine siccil’den taşlar atmaktır.
“(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (Enfâl, 17).
Önemli olan atmaktır. Yani vazifeyi yapmaktır. İşi neticelendiren ise Yüce Allah’tır. Atışın öldürücü bir darbeye dönüşmesi için, tam bir sadâkatle Allah’a yönelip elin taşa uzanması ve eylemin gerçekleşmesi şarttır. Düşman çok büyük, taş ise küçük olabilir. Bu hiç önemli değildir. Unutmayalım: En büyük olan Allah’tır. Bu bilinçle atalım. Allahu ekber diyerek en büyük olanın Allah olduğunu haykırarak atalım. Böylece hakikatte sivrisinekten bile daha hakir olan sahte büyüklerin o hakir vızıltılarını Allahu ekber sesleriyle yok edelim. Onların İslam ümmetinin kanını emmelerinin cezasını ve o ısırıklarının acılarının bedelini onları avlayarak ve ellerimizin arasında onları ezerek verelim. Böylece onların bu rahatsız edici seslerini keselim.
Ellerimiz her ne kadar etkili olsa da yeterli olmaz. Atan el olduğu gibi duâya duran ellere de ihtiyaç vardır. Dualı eller olmak gerekir. Yardım talep eden diller gerekir. Vücutla bütünleşen eller ve diller gerekir. Öncelikle iş yapabilecek fonksiyonel bir el olmak zorundayız. Eller devreye girmeden yalnızca dil ile Ebû Leheblerin ellerinin kurumasını beklemeye hakkımız yoktur. Bu şerefi Rabbimiz bize teklif ediyor: “Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezâlandırsın, onları rezil etsin ve size de yardım etsin, mü’min toplumun kalplerini ferahlatsın.” (Tevbe, 14)
Bugünün müslümanları Ensar olmayıp Ensârullahı bekleye dursunlar!
“Metâ nasrullah?” (Allah’ın yardımı ne zaman?), “men ensârî?” (Allah’ın dininin Yardımcıları kimler?) feryatları karşılık bulmasın. Sessizce bekleyedursun bakalım cevap vermesi gerektiği halde cevap vermeyenler… Ancak şu asla unutulmasın ki şayet bu çağrılar karşılıksız kalacak olursa, Allah muhafaza bu taleplerin cevapları âhirete ertelenirse, o zaman böyle büyük bir sorumluluğun altından gerektiği şekilde nasıl kalkacağız? Bunun vebalinden nasıl kurtulacağız? Allah’ın huzurunda bunun hesabını nasıl vereceğiz?
“Onlar, sadece ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol zikredilen manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, azîzdir/gâliptir.” (Hacc, 40)
İşte asıl meselemiz ve sorunlarımızın çözümü bu sorulara cevap verebilmemizdedir. Rabbimize olan imanımızı, tevekkülümüzü ve gücümüzü yenileyerek: “İşte biziz ENSÂRULLAH!” diyebilmeliyiz artık. İşte o zaman Allah’ın vaadi gerçekleşir ve yardım gelir. “Biliniz ki, gerçekten Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214). İşte o zaman yardımın aslında bizler olduğu hakikati de ortaya çıkacaktır. Çünkü bizler gerçekte Ensârullahız. Allah’ın yardımının ta kendisiyiz. Bizler bir vücudun azaları gibiyiz. Vücudumuzdaki bir organın acısı bizi ateşli hastalıkla ve uykusuz kalmakla rahatsız eder. Acaba bizler uykusuz kalıyor muyuz? Tüm bu acıların sıkıntısını bütün vücudumuzda hissediyor muyuz?
“(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve onlar öylesine sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara), ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi).” (Bakara, 214)
Selam ve Dua ile…
[1]. Bu ifâde, Kur’an-ı Kerim’ de Âl-i İmrân, 52; Hacc, 40; Muhammed, 7; Hadîd, 25; Haşr, 8; Saf, 14 âyetlerde geçmektedir.
[2]. Mekke’nin deniz sahilini takiben beş günlük mesafedeki bir yerdir.
[3]. Ahmed bin Hanbel, Müsned
[4]. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 10; Tefsîr, 59/6; Müslim, Eşribe, 172
[5]. Buhârî