Mutlu Evliliğin Sırları-2

Nebevi Aile – Halime Yılmaz / 2024 Kasım / 144. Sayı

Hamd, insanı diğer insanlara muhtaç yaratan, ona mutluluk yollarını gösteren Allah’a aittir. Salat ve selam rehberlerin en hayırlısı olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e, onun güzide ailesi ve ashabına olsun. Allah’ ın selamı, rahmeti, bereketi, inayeti ve hidayeti Müslüman fertlerin ve ailelerin üzerine olsun.

İnsanların çoğu dışardan mutlu görünür. Çoğu, evliliğindeki sıkıntılarını kimselerle paylaşamaz. Sadece kendi evliliğinde problem varmış zannederek aile içi sorunlarını içine atar, kimseyle paylaşmaz, kendini bile kandırarak mutluluk oyunu oynar. Ama içten içe çok mutsuzdur. Bir şeyler yolunda gitmiyordur. Ama o gidiyormuş gibi davranmaktan çok sıkılmıştır. İçine attığı dertler kendisini mutlaka dışarı atar. Ya bedenen ya ruhen bir hastalıkla kendisini gösterir. “Beni yok sayıyorsun ama ben buradayım ve sen beni çözmediğin sürece burada kalmaya devam edeceğim” der. Ya da bir davranış problemi olarak ortaya çıkar ve “Ben buradayım” der. Yani işin özü şu ki içe atılan, çözülmeyen sorunlar, mutlaka bir gün ayyuka çıkacaktır. Onları yok saymanız, görmezden gelmeniz, halı altına süpürmeniz bu gerçeği değiştirmeyecektir.

Çoğu zaman evlilikte yaşadığımız sorunları bastırıyor, erteliyor, görmezden geliyor, umursamıyor ya da normalleştiriyoruz. Ama bu küçük gördüğümüz sorunlar birike birike zamanla dağ yığınına dönüşüp sırtımıza taşıyamayacağımız bir kambur haline geliyor. O zaman da telaşa kapılıyor, çareler aramaya başlıyoruz. O güne kadar belki de kimselere anlatmadığımız derdimizi tüm dünyaya anlatasımız geliyor. Durdurulamayan taşkın sular gibi coşuyoruz. Etrafımıza zararlar verebiliyor, bunun farkına bile varamıyoruz. Çözüleceğini zannettiğimiz problem, arşı aşmaya başlıyor ve boyumuzu çoktan aşmış dertler yumağına dönüşüyor. İşte orada pes ediyor, kendimizden de evliliğimizden de çabucak vazgeçebiliyoruz. Çünkü yorulduk, çok yorulduk. Kolay değil günlerce belki de yıllarca biriktirdiğimiz sorunlar, üstesinden gelemeyeceğimiz bir hal aldı. Yorgunluğumuz sebebiyle yaptığımız hataların sebep olduğu insan kayıpları da işin cabası. İşte o zaman eşimizi de kendimizi de çevremizi de kaybedebiliyor, dönüşü olmayan yollara kendi elimizle kendimizi sokabiliyoruz.

Bu bir senaryo. İçinde yaşadığımız toplumdaki çoğu evliliğin yaşadığı bir senaryo maalesef. Ama bunların hiçbirine gerek yok. Bunların hiçbirini yaşamak zorunda değiliz. Biz de evliliğinde mutlu olmayı başaranlar gibi mutlu olabiliriz. Bu yazımda bunu başarmanın bazı yollarını siz değerli okurlarıma sunmaya çalışacağım. “Evliliklerdeki bazı sorunlar ve çözümleri” başlığıyla yazmaya başladığım geçen ayki yazımın devamı niteliğindeki bu yazılar, seri halinde gidebildiği yere kadar devam edecek. Kelimelerimi kaleme almam için güç veren, bu konuda fehmetmemi sağlayan Allah’a hamd ederim. O’nun yüce kitabı Kuran ve Rasûlünün sünneti bu konuda öncelikli başvuru kaynaklarım olacaktır. Diğer yandan değerli eşim Yusuf Yılmaz ile şahitlik ettiğimiz birçok aile içi sorunlar ve bu sorunlara kendisiyle birlikte Kuran ve sünnet ışığında bulmaya çalıştığımız çözümlerin deneyimlerinin de yazılarımın oluşumunda etkisi büyüktür. Aynı zamanda bakış açımı genişleten, bu alanda mütalaa ettiğim kitapların katkısını es geçemeyeceğim. Tüm bunların birlikteliğiyle yazdıklarımın evli olan olmayan her okura faydası olacağını umuyorum. Gayret bizden, başarı ise Allah’ tandır.

Mutlu evliliğin sırlarını maddeler halinde vermeye devam edelim:

5. Kendinle Tanış

Evet yanlış okumadınız. Kendinizle tanışarak işe başlamanız gerekiyor. İnsan, zannettiğinin aksine en çok kendisinden uzaktır, en çok kendisini tanımaz. En çok kendisinden kaçar. En çok kendisinden korkar. En çok kendisiyle ilgili kaygılarından dolayı hata yapar.

İnsan en çok kendisine karşı acımasızdır. En çok kendisine kızar. En çok kendisine tahammül edemez. En çok kendisine değer vermez. En çok kendisine zarar verir. En büyük kötülükleri kendisine yapar.

İnsan, eşine karşı bencilken aslında kendisiyle ilgili korku ve kaygılarından kaçarken bencillik yapar. Eşine öfke kusarken en çok kendisine kızar. Eşini aldatırken onu değil içten içe kendisini değersiz gördüğü için böyle bir hataya düşer. Eşini aşağılarken içine düşüp de çıkamadığı aşağılık kompleksinin dışavurumunu sergiler. Eşini döverken kendisine duyduğu nefretten kurtulmaya çalışıyordur aslında.

Peki bir insan kendisine neden bunları yapar? Bir insan neden kendisine bu gibi kötülükleri reva görür?

Cevap oldukça basit: Çünkü kendisini tanıdığını zannediyordur. Ama hiç tanımıyordur. Kendisini kötü sözlerle, yanlış davranışlarla, eşine yaptığı zulüm ve haksızlıklarla yavaş yavaş öldürüyordur. Ama ne bunu kabullenir ne de farkına varır. Bu kısır döngü, farkına varılmadığı zaman kişinin kendisini de eşini de içine çeker, mutsuz eder, uzun vadede ise mutsuzluktan öldürür. Mecazi anlamda ölmekten bahsediyorum. Ama mutsuzluktan ölen ve çoğu maddi sebeplere dayandırılarak geçiştirilen nice insanların varlığını da biliyoruz. Bu yüzden Rabbimizin buyruğuna kulak verelim:

Kendinizi öldürmeyin” (Nisa, 29)

İnsan kendini sadece intihar ederek mi öldürür? Kendini öldürmek, canına kıymak en büyük günahlardan değil midir? Peki bu sadece bedenin yok edilip ruhun kabre sokulmasıyla mı olur?

İnsan kendini sadece intiharla öldürmez. Kendini yok sayarak da ölür. Kendini değersizleştirerek de ölür. Kendisinin kıymetini bilmeyerek, kendisini kaygılarına, korkularına, üzüntülere, dünya metaına, şeytana, cinlere, başkalarına, yani Allah’ tan başka her şeye ve herkese teslim ederek de insan kendisini öldürür.

İnsan kendisini, Allah ve O’nun zikriyle meşgul etmekten mahrum ederek ruhunu öldürür. Böylece yavaştan şeytana, cinnî varlıklara teslim olmaya, onların vereceği vesveselere açık hale gelmeye başlar. Allah’ a teslim olması gereken ruhu, artık başka diyarlarda yanlış mekanlarda gezinip durmaktadır. Zamanla bu teslimiyet yerini, büsbütün şeytanlaşmaya bırakır. İnsanın kendisine yapabileceği en büyük zulüm budur. Bu kendini en ağır şekilde cezalandırmak, en acıtıcı silahla kendini öldürmek değil midir?

Allah’ın mesajını görmezden gelen kimseye bir şeytan tahsis ederiz; artık bu onun arkadaşıdır. Kendilerini doğru yolda zannederken bu şeytanlar onları yoldan saptırıp dururlar. Sonunda o kişi bize gelince -şeytana hitaben- “Keşke seninle aramız doğu ile batı kadar uzak olsaydı!” der. Ne kötü arkadaş!” (Zuhruf, 36-38)

Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendilerine zulmettiler. Rabbinin azap emri gelince, Allah’ı bırakıp da taptıkları ilâhları kendilerine hiçbir fayda sağlamadı. İlâhları onların sadece ziyanlarını artırdı.” (Hud, 101)

İnsan, kendisini korku ve kaygılarına, üzüntü ve kederlerine, şikâyet ve homurdanmalarına teslim ederek de ölür. Nasıl mı? Her insanın korkuları, kaygıları, üzüntüleri, homurdanmaları vardır. Ama kimi onlarla nasıl baş etmesi gerektiğini bilirken kimi onları baş tacı eder, kimi de kendisini onlara teslim eder. İşte bu son ikisi sıkıntılara sebebiyet verir. Kişinin evliliğini alt üst edebilecek kadar cüretkardır bu duygular. Bazen hepimiz başa çıkamayabiliriz. Ama başa çıkanlar da vardır. Peki onların yöntemi nedir? Evliliğimizi ve hayatımızı karartabilecek kadar gözü kara bu duygularla nasıl baş edebiliriz? 

Öncelikle geçmişte veya günümüzde yaşadığımız ya da yaşamakta olduğumuz olaydan kaynaklı bu duyguya kapıldığımızı ve bunun insani bir durum olduğunu kabul etmeliyiz. Bu duygulara esir olmamanın başat şartı kabul etmektir. Kabul etmeden başaramayız. Kabul ettikten sonra bizi bu duyguya götüren sebeplere inmeliyiz. Düşünmeliyiz. Bu duyguyu ilk defa yaşadığımız ana kadar gitmeli ve orada ne hissettiğimizi yakalamalıyız. Bu yakalayışın ardından o duygudan dolayı utanmamalı, herkesin böyle duygulara kapılabileceğini düşünerek kendimizi rahatlatmaya çalışmalıyız. Bu duygular çoğunlukla çocuklukta öğrenilir ve bununla yüzleşmeden kolay kolay insanın yakasını bırakmaz. Bu yüzleşmeyi herkes kendi kendine yapamayabilir. Hatta bazıları için tehlikeli bile olabilir. O zaman yapılacak şey bellidir. İmanı ve takvasına güvenilen Müslüman bir uzmandan yardım alarak bu yüzleşmeyi yapmak gerekecektir.

Kendisini yavaştan öldüren duygularla yüzleşen insan, kendi değerinin farkına varmaya başlar. Artık başkaları için değil sadece Allah’ı razı etmek için ve kendi değerleriyle yaşayarak kınayanın kınamasından korkmadan özgüven içinde hayatına devam eder.

Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Maide, 54)

Kendisini seven, Rabbini ve O’nun yolunu da sever. Aksi mümkün değildir. Zira alemlerin hâkimi, Kendisinden kaçışın olmadığı, eninde sonunda huzuruna varıp hesap vereceği ve dünyaya geliş amacı O’nu razı etmek olan insan, nasıl olur da aklı selim ise O’nun dininden yüz çevirebilir? Rabbine duyduğu sevgi arttıkça kişinin kendisine sevgisi artar. Kendisini seven, özünü ve köklerini de sevmeye başlar. Onlara tutunur. Onlardan utanmaz. Kökleri zamanla uzar. Öyle uzar ki özü de çoğalır. Bereketlenir. Aynı kökten olmayan ama aynı dinden olan diğer ağaçların kökleriyle birleşir. Bu birleşme sevgi doğurur. Bu sevgi de şefkat ve tevazuyu zorunlu kılar. Artık sevgi seli, bir değil binlerce ağacın köklerinde derinleşir. Kendilerine yaklaşan her iyi ve temiz gövdenin arkadaşı olur. Onlar artık birdir. Birbirlerini bir sayarlar. Kendilerinden olmayan, Rablerine sırt çevirdikleri için kök salamayan, kök salamadığı için de kötülüğün her türlüsüne başvurmakta bir beis görmeyen kafirlere karşı dimdik ve izzetli dururlar. Onlar, kendilerini kınasa da eziyet yapsa da yollarına taş koysalar da onlardan korkmazlar. İşte bu, ilahi bir lütuftur. Rahman, kullarından dilediğine verir.

Rabbini, kendini ve özünü seven bir mümine köksüz bir insan, ne yaparsa yapsın zarar veremez.

Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez.” (Maide, 105)

Eziyet de zarar da insanın kendi içindedir. Dışardaki zarar en fazla bedenedir. O da zamanla unutulur. Yeter ki insanın ruhu yeterince güçlü olsun. Kendisine yeterince değer versin.

Onlar size eziyetten başka bir zarar veremezler.” (Ali İmran, 111)

Eziyet de az bir şey değildir. Ama bedenin acısı çabuk geçer. Yeter ki ruh yara almasın. Ruhun yaralanmasına izin veren de insanın kendisidir.

İnsanın kendisine değer verdiği nasıl anlaşılır?

Kendisiyle ve çevresiyle barışıktır. Özgüven sahibidir. Kibir, yalan gibi kötülüklere tevessül ve tenezzül etmez. Ailesi ve Müslüman kardeşlerine gereken ihtimamı gösterir. Konuşurken konuştuğu kişi kendisiyle ilgisini kesene kadar sadece onunla ilgilenmeye çalışır. Ona değer verdiğini hissettirir. Gözlerinin içine bakar. Bir yandan onunla konuşurken bir yandan telefona eli uzanmaz. Anı yaşar. Anın tadını bilir. Anın tadını çıkarır. Geçmişte takılıp kalmadığı gibi gelecekle meşgul olurken bulunduğu anı kaçırmaz. İnsanları sever, onlar tarafından sevilir. Ahlakı güzeldir. Kendisinin nelerden hoşlanıp hoşlanmadığını bilir. Gerektiği yerde hayır demesini bildiği gibi gerektiğinde de sevdikleri için fedakarlıklar yapmaktan çekinmez. Bencil değildir. Muhatabını anlamaya çalışır. İnsanlarla ilgili genel yargılardan kaçınır. En önemlisi de Allah ile arası çok iyidir. En çok O’nu razı etmeyi dert edinir. Bu asil davranışlarda örneği, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’ dir.

Şüphesiz sen, yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 4)

Ebu Hureyre dedi ki: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birisi tokalaştığı zaman, karşısındaki elini bırakmadıkça o, onun elinden elini çekmezdi. Karşısında birisi otururken dizlerini o kimsenin dizinden ileriye uzattığı görülmemiştir. Biri ile karşılaştığında, karşısındaki yüzünü çevirmedikçe Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yüzünü çevirmezdi. Sözünü bitirmeden ondan ayrılmazdı”[1]

Hz. Ali radıyallahu anh ’in torunlarından İbrahim b. Muhammed: “Dedem Hz. Ali, Rasûlullah Efendimizi tanıtırken şöyle derdi: ’Rasûlullah Efendimiz, yürürken, âdeta yokuş aşağı inercesine, ayaklarını sertçe kaldırırlardı.”[2] O mübarek yürüyüşteki özgüvene bakar mısınız? Ya insanlara ayrı ayrı gösterdiği şu özene ne dersiniz?

Amr b. el-As anlatıyor: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, yüzüyle ve sözüyle, topluluk içinde en hayırlı olan kimseye yönelirdi. Bu tavrıyla o, insanla yakınlık kurmaya çalışırdı. Bana da böyle yüzüyle döner, sözüyle iltifat ederdi. Hatta ben o topluluk içinde en iyi olduğumu zannettim ve: “Ya Rasûlallah! Ben mi daha iyiyim, Ebu Bekir mi?” diye sordum. “Ebu Bekir!” dedi. Ben yine: “Ya Rasûlallah! Ben mi daha iyiyim, Ömer mi?” diye sordum. “Ömer!” dedi. Ben yine: “Ya Rasûlallah! Ben mi daha iyiyim, Osman mı?” diye sordum. “Osman!’’ buyurdu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e sordukça benden uzak durdu. Keşke sormasaydım, diye düşündüm.[3]


[1]. Hadisi Bezzâr ile el-Mu’cemu’l-evsatta Taberânî rivayet etmiştir. Taberânî nin isnadı hasendir

[2]. Tirmizi Şemail-i Şerife, 1. cilt,

[3]. Taberânî rivayet etmiştir. İsnadı hasendir,