Tarihin Puslu Olayları – Nedim Bal / 2023 Haziran / 127. Sayı
‘Tarihin puslu olayları’ adlı köşemizde bu ay 31 Mart Vakası’nı ele almaya çalışacağız inşallah.
“31 Mart Vakası” olarak bilenen hâdise İslam dünyası açısından bir dönüm noktasıdır. Çünkü 31 Mart olayları Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine gerekçe gösterilmiştir. Dini konularda en yüksek yetkiye sahip olan ve dini fetvaları kanun niteliği taşıyan Şeyhülislam, halifenin tahttan indirilmesi fetvasını bu olay üzerine vermiş ve zayıflayan devlet hızlı bir çöküş sürecine girmiştir.
Sultan II. Abdülhamid’in tahttan darbe yapılarak indirilmesiyle yönetimi ele geçiren mankurtlaşmış batı hayranı beyinsizler, devleti Birinci Dünya Savaşı’na sokmuş Kudüs, Medine ve Mekke gibi Müslümanlar tarafından kutsal sayılan yerler de elden çıkmıştır. Bunun yanında Balkanlar, Afrika, Mısır, Hicaz, Ortadoğu’daki topraklar da kaybedilmiştir.
Bu gelişmelerin sonucunda İslam coğrafyası on parçaya bölünerek emperyalistlerin sömürü ve işgaline açılmış ve Müslümanlar ehli küfrün karşısında himayesiz kalmıştır. Âlemi İslam’ın 600 yıl sancaktarlığını yaparak Allah’ın dini İslam’ı yeryüzüne yayma mücadelesi vermiş olan devletin yüzü bir anda doğudan batıya çevrilmiş, şanı yüce Allah’ın hükümleri terk edilerek İslam hukukundan vazgeçilmiş, işgalci Avrupa’nın kanun ve yasaları esas alınarak yeni bir cumhuriyet rejimi kurulmuştur.
Tüm bu hadiseler 31 Mart Vakası bahane edilerek Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra 14 yıl gibi kısa bir süre içerisinde gerçekleşmiştir. Bu sebeple 31 Mart olayları Osmanlı tarihinde bir dönüm noktası sayılmıştır.
Abdülhamid tahttan indirildiğinde takriben 7 milyon metrekare toprağa sahip olan Osmanlı Devleti, bu süreçlerin sonunda 783 bin metrekarelik yeni bir devlete dönüşmüştür.
Kaybedilen sadece toprak değildir. Yeni kurulan rejimin muktedirleri, başta halifelik olmak üzere İslam ile alakalı ne varsa ortadan kaldırılma çabası içine girmiştir. Kurulan yeni devleti “la dini” yani “din dışı” bir yönetim felsefesi üzerine yeniden inşa etmişlerdir.
Abdülhamid dönemine istibdat, baskı, diktatörlük diyenler, topluma eşitlik, hürriyet, özgürlük, adalet vaat edenler iktidarı ele geçirince Abdülhamid dönemini mumla aratacak zulüm ve zorbalıklara imza atmışlardır. Ülkenin birçok yerinde darağaçları kurarak kendi düşüncelerine katılmayan ve dinsizlik akımına karşı direnen on binlerce masum insanı ulu orta darağaçlarında asarak yeni rejimi ve devrimleri halka zorla kabul ettirmeye çalışmışlardır.
Tarih, Müslümanlar için önemlidir. Geçmişini bilmek, yapılan hataları tespit etmek önemlidir. Çünkü tarih şuuru ve tecrübesine sahip olmayan balık hafızalı toplumlar her daim aldatılmaya, sömürülmeye ve düşmanın elinde oyuncak olmaya mahkûmdur. Hatta Müslümanlar kendi içlerindeki çalışmalarda bile geçmişte meydana gelen hadiselerden ibret ve dersler çıkarmalı ve bu tecrübeye göre geleceklerini inşa etmeye çalışmalıdırlar.
31 Mart Vakası, Şeriattan Şenaate dönüşümün nasıl olduğunu anlamak ve bu süreçlerde Müslümanların yapmış olduğu hataları tespit etmek açısından önemli bir olaydır. 31 Mart olaylarını incelerken meseleyi en başından yani Osmanlı devlet yapısından başlayarak ele almaya çalışacağız.
Osmanlı Devlet Yapısı
Osmanlı İmparatorluğu, adını devletin kurucusu olan Osman Gazi’den almıştır. Devletin kuruluşundan yıkılışına kadar geçen altı asırlık uzun dönemde tahta geçen 36 padişahın tamamı Osmanlı hanedanına mensuptur. İmparatorluğu bu hanedansız düşünebilmek imkânsızdır. Bu nedenle tarihî kaynaklarda Osmanlı Devleti’nin adı “Devlet-i Âl-i Osman” olarak geçmektedir.
Oğuzların Bozok Kolu’nun Kayı Boyu’na mensup olan Osmanlı Hanedanı, Selçuklu Sultanı’nın Söğüt bölgesini Osman Gazi’ye mülk olarak vermesi ve onu buraya Bey olarak tayin etmesiyle ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nin askerî ve idarî açıdan asıl teşkilatını kazandığı dönem, Orhan Bey (1324- 1362) zamanıdır. Orhan Bey’le kurulan Osmanlı hanedanı içinde devlet başkanının seçimi, II. Murat’ın (1421- 1451) hükümdarlığına kadar ahiler, akıncı gaziler ve ulema gibi nüfuzlu şahsiyetler ile Bey’lerin ellerindeydi. Bu grupların desteğini alanlar ancak tahta oturabilirlerdi.
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi ve daha sonra tahta geçen Orhan Bey (1324- 1362) ve I. Murat (1362- 1389) dönemlerinde Osmanlı padişahları, yönetici-padişah veya mutlak hükümdar değildi. Bundan daha ziyade merkezî örgütlenmeyi ve askerî gücü elinde bulunduran çeşitli uç beyleri arasındaki koordine ve birliği sağlayan toparlayıcı bir unsurdu. Yani eşitler içinde öne çıkarılandı.
Uç beyleri, yeni fethedilen bölgeleri idare etmiş ve kendi ordularına sahip olmuşlardır. Ancak bir tehlike anında faaliyetlerini birleştirmiş ve padişahın emrine sunmuşlardır.
İmparatorluğun temellerinin sağlam bir şekilde atılarak merkezî-mutlak bir yönetimin gerçekleştirilmesi özellikle Fatih Sultan Mehmet (1432-1481) döneminden itibaren başlamıştır. Bu dönemde padişahın iktidar ve otoritesi devletin her kademesindeki siyasî, idarî ve askerî gruplar üzerinde hâkim bir duruma yükselmiştir.
Özellikle Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı Devleti’nde bütün teşkilat, padişahın mutlak ve ortak olunamaz egemenliğini gerçekleştirmek üzere kurulmuştur.
Bütün güç padişahta toplanmış, devlet yönetiminde tek otorite olan padişah, güçlü bir iktidara sahip olmuştur. Devletin merkez ve taşra yönetim birimleri ile ordu, doğrudan padişaha bağlı bir bütün olarak teşkilatlandırılmıştır.
Bu bütünün merkezinde padişah ve saray teşkilatı bulunuyor ve ülkenin her tarafındaki bütün birimler bu merkezden yönetiliyordu. Devletin mutlak hâkimi olan ve halkı adaletli bir şekilde yönetmekle sorumlu tutulan padişah, idarî, askerî, malî ve hukukla ilgili her konuda söz sahibi idi. Ancak bu yetkiler onun her istediğini yapabileceği anlamına gelmiyordu. Osmanlı padişahlarının sınırsız bir yasama yetkisi yoktu. Padişah, yasa ve kanunların dışına çıkamazdı. İslam şeriatı ve örfî hukukun sınırları padişahın yasama yetkisinin de sınırlarını oluşturmaktaydı. Yürütmenin başı olan padişah, bu yetkisini dünya işlerinde sadrazamlara, dinî işlerde ise önceleri kazaskerlere, daha sonra şeyhülislamlara devretmişti. Fakat bu iki makama yapılacak tayin ve azillerde padişah mutlak yetki sahibiydi.
Osman Gazi’nin liderliğinde, Selçuklu Devleti ile Bizans İmparatorluğu arasındaki sınır boyunda, Söğüt ve Domaniç civarında küçük bir uç beyliği olarak 1299’da kurulan devletin toprakları, 17. yüzyılın sonlarına gelindiğinde (1683) üç kıtada çok geniş bir alana yayılmıştı. (Orta Avrupa’nın bir bölümü, Balkanların tamamı, kuzey Afrika’nın bir bölümü, Hicaz, Mezopotamya, Kafkasya’nın bir bölümü ve Anadolu’nun tamamı. Toplam 19 milyon 900 bin kilometrekarelik bir alanda hâkimiyet kurulmuştu. Şu an Türkiye’nin yüz ölçümünün 783 bin metrekare olduğunu düşündüğümüzde Osmanlı Devleti’nin sınırlarının ne denli geniş olduğunu daha iyi anlayabiliriz.)
17. yüzyılda Osmanlı hâkimiyetindeki geniş coğrafyada birbirinden çok uzak bölgeler, tek bir siyasal otoritenin egemenliği altında bulunuyordu.
Osmanlı Devleti’nin takriben 600 yıllık tarihi sürecinde yönetim anlayışı hem kendi içinde hem de kendi dışında dünyanın başka bölgelerinde meydana gelen siyasi ve fikri değişimlerden olumlu ya da olumsuz etkilenmiştir.
Bu yüzden tarihçiler uzun Osmanlı döneminin idari sistemini incelerken üç ana başlık altında incelemişlerdir. Klasik dönem, klasik sonrası dönem ve modernleşme dönemleri… Bu üç ana dönemde de değişmeyen tek şey devletin hukuk sisteminin İslam şeriatı olmasıdır.
Klasik dönem, devletin belirli bir tarihî süreçte ortaya çıktığı, temel sistemlerini oluşturduğu ve bu sistemler içine yerleştirilen kurumlarını işleterek onlara dayalı siyaset uyguladığı zaman dilimidir.
Bu birinci dönem, Osmanlı tarihçileri arasında genel olarak kabul edilen görüşe göre, devletin kuruluşundan 16. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir. Bu dönem; “Osmanlı Devleti’nin altın çağı” denilen dönemdir. Bu klasik dönemde Osmanlı Devleti dünya üzerinde hem siyasi hem de askeri olarak gücünün zirvesine ulaşmıştır.
Osmanlı Devleti ilk dönem olan klasik dönemde, kendisinden önceki Türk ve İslam devletlerinin tecrübe birikimlerini 14. yüzyılın sonuna kadar kullanmıştır. Bu dönemde Osmanlı Devleti, vezirleri de (bakan veya vali gibi üst düzey görevliler) çoğunlukla ulema sınıfından olup aynı zamanda devletin yönetim ve kurumsallaşmasını sağlayabilecek tecrübeye sahip yöneticilerdi.
Osmanlı Devleti Yönetim Teşkilatlanması
Devletin Hukuku
Osmanlı Devleti’nde hukuk sistemi üç ana temele dayanmaktadır. Bunlar sırasıyla, İslam hukuku (şeriat), – İslam’a ters olmamak şartıyla- örfi hukuk ve fethedilen yerlerin mahalli hukukudur. Böylelikle Osmanlı Hukuk Sistemi’nde iki hukuk kodu ortaya çıkmıştır; birincisi şer-i şerif denen dini hukuk, diğeri ise kanun-ı münif denilen şeriat hükümleri -dini hukuk- dışında kalan uygulamaları içeren adet ve gelenek hukukudur.
Osmanlı idaresi, İslam dininin toplum düzeninin sağlanması için koyduğu emir ve yasaklardan oluşan şeriat hukukunu hukuk sisteminin temeli olarak kabul etmektedir. Şeriat hukukunun kaynakları Kur’an, hadis, icma ve kıyastır.
Devletin Başı
Osmanlı Devleti idari yapılanmasının başında padişah bulunur. Padişah Farsça bir kelimedir. Padişah, devletin en başındaki kişidir. İktidar sahibi, hükümdar, devlet başkanı anlamında kullanılır. Hükümdar/padişah olmanın baş koşulu ise Osmanlı Hanedanı’na mensup olmaktır.
Padişahın Yetkileri
Padişah; İslam şeriatına bağlı olduğu sürece mutlak itaat edilmesi gereken bir makamdır. Şeriatın düzenleme yaptığı her hangi bir alanda ona bağlı kalmakla yükümlü padişahın düzenleme yapma yetkisi yoktur. Dolayısıyla bir padişah, ancak Allah’ın iradesine ve peygamberin sünnetine uygun hareket etmekle meşru olabilir.
Padişah bazı harb, katl gibi konularda fetvaya muhtaçtır. Ayrıca mevcut kanunlar, örf ve adet ilk etapta onu bağlar. Böylelikle padişahın mutlak otoritesi, ulemanın onayı, kurulu düzen, gelenekler tarafından sınırlandırılmaktadır.
Şer’i şerif’in çizdiği çerçeve içerisinde Osmanlı Devleti bütün teşkilatlanmasını Padişahın mutlak ve ortak olunamaz egemenliğini gerçekleştirmek üzere kurulmuştur. Yani yasama, yürütme ve yargı birbirinden bağımsız düşünülmemiş bu yetkiler farklı farklı erklere dağıtılmamıştır. Devlet düzeni bu anlayışı gerçekleştirmek üzere kurulmuştur. Hükümet, eyaletlerin yönetimi ve ordu doğrudan padişaha bağlı bir bütün olarak teşkilatlandırılmıştır. Bu bütünün merkezinde ise padişah ve saray teşkilatı bulunmaktadır.
Merkez teşkilatı denildiğinde; padişah, vezir-i azam, saray, divan-ı hümayun ve ordu kurumları akla gelmektedir. Ayrıca Osmanlı devlet yönetiminin temel kurumlarından biri olan kul sistemi ile de imparatorluğun merkezi olan saraydan ülkenin en uzak köşelerine kadar merkezî otoritenin ağırlığı ve işlerliği sağlanıyordu.
Divan-ı Hümayun
Osmanlı Devleti’nin birinci dönemi sayılan Klasik dönemde, padişahın yasama, yürütme ve yargı yetkilerini uygulayabilmek ve devlet gelirlerini toplayıp kullanabilmek için merkezde Divan-ı Hümayun denilen bugünkü ifade ile bir meclis bulunuyordu. Divan-ı Hümayun; devlete ait önemli konuların görüşülüp karara bağlandığı meclisti.
Divan-ı Hümayun hem devlete ait önemli konuların görüşülüp karara bağlandığı bir şûra, hem de karara bağlanan hususlar ile ve devlet işleyişini devam ettiren yani yürütmeyi yapan hükümetin bulunduğu ortak bir meclisti. Divan-ı Hümayun, devletin yönetildiği en üst idari meclisti. İslam’a aykırı olmadığı müddetçe hem şûra üyeleri hem de yürütmeyi yapan hükümet üyeleri padişaha mutlak şekilde itaat etmekle mükellefti.
Osmanlı İdari Sisteminde Görevli Kimseler
Osmanlı idari sisteminin içinde kökenleri itibariyle iki sınıf bulunurdu. Birincisi ilmiye sınıfıdır. Bunlar; medreselerden yetişmiş, kadılık, müftilik, müderrislik, kazaskerlik, defterdarlık, şeyhülislamlık gibi mevkilere gelmiş olan kimseleri kapsamaktadır. Bu gruba ulema da denmektedir.
Osmanlı Devleti’nin idari yapısı içinde yer alan ikinci sınıf ise ümera sınıfıdır. Bunlar; Enderun veya diğer okulda eğitim görmüş kapıkulu ve tımar mensupları ile ağalık, subaşılık, sancakbeyliği, beylerbeyliği ve vezirlik gibi rütbelerde bulunan kimseleri kapsamaktadır. Bunlara ehl-i örf veya ehl-i seyf de denmektedir.
Şûra meclisi ile icra’nın (hükümetin) aynı çatı altında toplandığı Divan-ı Humayun’da hem ulema hem de umera sınıfından kimseler bulunuyordu.
Divan-ı Hümayun’un Görev ve Yetkileri
Ülke yönetiminde en başta gelen ve birinci derece sorumlu olan Divan-ı Hümayun’un görev, yetki ve sorumlulukları genel olarak siyasi, hukuki ve idari olmak üzere üç gruptur.
Siyasi görev ve yetkileri; devletin bütün tebaasının güvenliğini temin etmek, güvenliğe yönelik yapılmış olan olayları bastırmak, teşebbüs edenleri cezalandırmak, nüfus hareketlerini kontrol altında tutmak, konar-göçer ve göçebe toplulukların kontrolünü sağlamak divanın iç işlerdeki yetki ve sorumluluğudur. Ayrıca Divanın, dış ilişkilerle ilgili yetkileri genel olarak devletin güvenliğini sağlamak, barışı korumak, devlet çıkarlarını sağlamak ve İslam’ı yaymaktır. Yabancı elçilerin karşılanması da divanın sorumluluğundadır. Uluslararası hukukta daimî temsilcilikler ilk defa Osmanlı Devleti’nde kurulmuştur.
İslam’a karşı suç işlemiş olanlar büyük bir gösterişle divan tarafından cezalandırılırdı. Gayrimüslim olup Müslüman olmak isteyen kimseler, sadrazam önünde Müslüman olurlar ve onlara tasadduk akçesi verilirdi. Devletin bürokrasi ve maliye işleri ehl-i kalem sınıfına mensup olan nişancı ve defterdarlar vesilesi ile icra edilirdi.
Divan-ı Hümayun’un hukuki görev ve yetkileri; yasama ve yargılama işleri yine Divan-ı Hümayun’un görev ve yetkisindeydi. Padişahın yargı gücünü uygulayanlara ehl-i ilim denirdi. Divanda kazaskerlerce temsil edilen ve şeyhülislamın da aralarında bulunduğu ilmiye sınıfı mensupları, kaza (yargı), tedris (öğretim) ve iftâ (fetva) görevlerini yerine getirirlerdi.
Osmanlı Devleti’nde, padişahın fermanları, emirleri ve buyrukları gibi özel nitelik taşıyan kanunlar dışındaki bütün yasalar divanda bu sınıf tarafından hazırlanır ve uygulamaya konurdu.
Divan-ı Hümayun’un idari görev ve yetkileri; bütün üst düzey yöneticilerin ve kadıların atamasını yapmak, din işleri, vakıf, eğitim ve tüm idari mekanizmanın denetimini sağlamak, nüfus listeleri yaptırmak, buhranlı dönemlerde tedbirler almak, mahkeme sayısını artırmak, hazineden para çıkarılması ve vergi işlerinin düzenlenmesi de Divan-ı Hümayun’un görevleri arasındaydı.
Ayrıca hakkında şikâyet olan bir yöneticinin tahkikatını yaparak neticelendirmek, gerektiğinde rütbesi ve unvanı ne olursa olsun bir memurun azil ve uzaklaştırılması yanında adli ceza da verebilme yetkisi vardı.
Tüm bu görevler padişaha bağlı sadrazam ve atanan idare (hükümet) tarafından yürütülürdü.
Divan-ı Hümayun Üyeleri
Padişah: Devletin başıdır ve aynı zamanda Divan-ı Hümayun meclisinin de başıdır.
Vezir-i Azam (Sadrazam)
Padişahın mutlak vekilidir. Bundan dolayı padişahın mührünü de taşıyan kimsedir. Her türlü hükümet işlemlerini padişah adına onaylayarak resmileştirir. Fatih Dönemi’nden itibaren Divan toplantılarına başkanlık eden vezir-i azam, mülki ve askeri büyük makamlara atamalarda bulunurdu. Padişah sefere katılmadığı takdirde “Serdar-ı Ekrem” unvanıyla ordunun başında sefere çıkardı. Ayrıca başkentteki düzen ve yönetimden de sorumluydu.
Vezir (ler)
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında padişahın yardımcısı konumunda olan tek vezir bulunmaktaydı. Ancak I. Murad Dönemi’nden (1362) itibaren ülke sınırları ve sorunlarının artmasına bağlı olarak vezir sayısı da artmış ve bu nedenle birinci vezire “vezir-i azam” denilmiştir. Divandaki diğer vezirler, vezir-i azamın sağında yer alırdı. Önceleri vezirler ilmiyeden seçilirdi. Daha sonraki dönemlerde idari-askerî görevlerde senelerce tecrübe kazanan devlet adamlarının arasından da vezirler seçilmiştir. Sayıları dönemlere göre üç ila yedi arasında değişmektedir. Divan toplantıları 16. asırdan itibaren Topkapı Sarayı’nda Kubbealtı denilen mekânda yapıldığından dolayı “Kubbealtı Vezirleri” ismiyle anılır olmuşlardır. Devletin merkez teşkilatlanmasında doğrudan kendilerine bağlı ve sorumlu oldukları her hangi bir idari birim mevcut değildi. Bunlar devlet işlerinde danışman gibidirler. Divan-ı Humayun’da baş vezirin yanında başka vezirlerinde bulundurulmasının bir sebebi de ileride devlet idaresinde zafiyet yaşanmaması için tecrübe sahibi kişilerin yetiştirilmesine olan ihtiyaçtır. Kanuni Dönemi’nden itibaren önemli eyaletlere atanan valiler, vezirler arasındandır.
Kazasker
İlmiye sınıfından atanırlar. Adalet işlerinden sorumludurlar. Medrese işlerine bakar, kadı ve müderrislerin atamalarını yaparlar. Taşrada kadıların çözemediği davaları çözmeye çalışırlar. Fatih Sultan Mehmet, döneminden itibaren Anadolu ve Rumeli kazaskeri olarak sayıları ikiye çıkarılmıştır.
Defterdar
Mali alandaki tüm işlemlerden sorumlu kişidir. Devlet gelirlerinin dış hazineye teslimi ve bunların harcamaya dönüştürülmesi en önemli görevidir. Divanda iki defterdar bulunurdu. Rumeli defterdarı baş defterdar olarak Anadolu defterdarından daha geniş yetkilere sahipti. Baş defterdar yatırım, para basımı ile ilgili girişimleri ve hazırladığı bütçeyi önce sadrazama sunar, padişah onayı ile de uygulamaya koyardı.
Nişancı
Divanda, padişah adına alınan her türlü ferman ve berata padişahın tuğrasını çekerdi. Fethedilen bölgelerdeki arazileri tapu tahrir defterlerine kaydederdi. Tevki’i ya da Tuğra’i olarak da bilinirdi. Kanuni Dönemi’nden itibaren, tımarların sisteminin düzeni ve dağıtımı da nişancıya aitti.
Şeyhülislam
İlmiye sınıfının başıdır. Divan’da alınan kararların İslam dinine uygun olup olmadığı konusunda fetva verir. Şeyhülislamın bu kararına da fetva denirdi. Şeyhülislamın fetvası kanun niteliği taşırdı.
Reisülküttap
Divan-ı Hümayun’un asli üyesi olmayan reisülküttaplar, Divan kâtiplerinin ve kalemlerinin şefi konumundaydılar. 17. yüzyıl sonlarına kadar nişancıya tabi olarak görev yaptılar. Reisülküttapların görevleri, Divan’da kabul edilen fermanlara uygun olarak emirleri yazmak, padişah ve vezir-i azama gelen mektupları tercüme ettirerek bunlara cevaplar hazırlamaktı.
Kaptanıderya
Divan-ı Hümayun’un asli üyesi olmayan Kaptanıderya Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nden itibaren Divan’ın asli üyesi olmuştur. Denizcilik işlerinden sorumlu en büyük komutan sıfatındaydı. Tersaneye ait işlere bakar, donanma ile ilgili çalışmaları yürütürdü.
Yeniçeri Ağası
Askeri konularda gerek görüldüğü zaman Divan’a çağrılırdı. Kapıkulu askerlerinin her türlü sorununu Divan’a iletirdi. Aynı zamanda başkent İstanbul’un da güvenliğinden sorumluydu.
Divanın Toplanma Usulü
Osmanlı Devleti’nin birinci döneminde Divan, cuma günleri hariç her gün sabah namazından öğle yemeğine kadar toplanıyordu. Daha sonra haftada üç güne daha sonraları ise iki güne düşürüldü.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fatih dönemine kadar padişahlar bizzat Divan-ı Hümayun toplantılarına katılmışlar ve başkanlık yapmışlardır. Devlet protokolünde değişiklikler yapan Fatih Sultan Mehmet, Divan-ı Hümayun toplantılarına bizzat başkanlık yapmayı bırakmıştır. Bu toplantılara artık Vezir-i Azam (Sadrazam) başkanlık yapmaya başlamıştır.
Fakat Fatih Sultan Mehmet divan toplantısına bizzat katılmamakla beraber Divan odasına bakan ve oradaki tüm konuşmaları rahatlıkla duyabileceği, kasr-ı adalet ismi verilen bir bölüm yaptırmış ve divan-ı hümayun toplantılarını buradan takip etmiştir.
Fakat daha sonraki dönemlerde padişahlar özel bir durum olmadıkça divan toplantılarına artık katılmamış bu toplantılara sadrazamlar başkanlık yapmışlardır.
Sonuç olarak;
Osmanlının kuruluşundan en parlak dönemi olan 16. yüzyılın sonlarına kadar ufak tefek değişikliklerle beraber devletinin yönetim sistemi şu şekilde olmuştur:
Devlet idaresinin en başında padişah vardır. İslam şeriatına bağlı olduğu sürece padişah mutlak itaat edilmesi gereken kişidir. Padişahın mutlak ve ortak olunamaz egemenliği vardır.
Padişahın altında ise ona bağlı “Divan-ı Humayun” adı altında bir şura meclisi vardır. Divan-ı Hümayun; devlete ait önemli konuların görüşülüp karara bağlandığı meclistir.
Divan-ı Hümayun’un içinde Sadrazama’a (padişahın vekili) bağlı çalışan ve devlet işlerini yürüten bir idare (hükümet) vardır. Yani Şura Meclisi ile hükümet aynı çatı altında birleştirilmiştir. Divanın başında ise padişah bulunur. Daha sonraları bu meclisin toplantılarına padişahın vekili olması hasebiyle sadrazamlar başkanlık etmiştir.
-Devam edecek-