Kalbe Hayat Veren Huşu’dur

Serbest Köşe – Mahmut Varhan / 2014 Mart / 16. Sayı

Azamet sahibi olan Allah’a hamdeder, kulları arasında Allah’ı en iyi tanıyan ve O’ndan en fazla korkan Efendimiz’e, onun âline, ashabına ve kıyamete kadar ihsan ile onlara tâbi olanlara salât ve selam ederiz. Şimdi:

Hayatın ruhu, Allah’a kul olmaktır. Allah’a hakiki kul olmak, muhabbet ve haşyet ile mümkündür. Bütün hayatı Allah-u Teâlâ’nın muhabbeti ve O’ndan haşyet etmek üzerine ikame etmek, kalbin hayatına ve ıslahına bağlıdır. Kalbi salih olanın, bütün hayatı salih olur. Kalbi fasid ve fâsık olanın, bütün hayatı bozuk ve fısk’u fücur içerisinde olur. İşte kalbe hayat veren ve kalbi ıslah eden en önemli azık, huşu ilmidir. Bu ilim, uzun zamanlardan beridir insanların arasından kaldırılmış ve unutulmuştur. Bu sebeple bu konunun üzerinde hassasiyetle durulmalı ve kalbin ilacı olan bu ilim elde edilmeye çalışılmalıdır. Tabi ki bu sadece okuyarak ve bilgi sahibi olarak elde edilecek bir şey değildir. Allah’ın tevfiki ile acı da olsa bu ıslahı sağlayacak bazı ilaçları kullanmak ve kuvvetli bir iradeye sahip olmak gerekir. Biz burada bir nebze de olsa huşu ilminin mahiyetinden ve gerekliliğinden bahsedeceğiz.

1- Huşu’nun Tarifi ve Hakikati

İbni Receb el-Hanbeli huşu’yu şöyle tarif eder: “Huşu’nun aslı; kalb yumuşaklığı, kalb inceliği, kalbin sükûneti, kalbin boyun eğmesi, kırıklığı ve ateşi/yanmasıdır. Kalb huşu’ya erince, onu diğer âza ve organlardaki huşu’ takip eder. Çünkü organlar kalbe tâbidir.”(1)

Görüldüğü gibi huşunun yeri kalptir. Kalb huşu sahibi olunca, diğer bütün organlar da ona tâbi olarak huşu sahibi olurlar. Çünkü kalb, bütün organların sultanı konumundadır. Dolayısıyla hem iyi olmakta ve hem de bozulmakta bütün organlar kalbe tâbidirler. İşte bunun içindir ki Nu’man b. Beşir’in rivayet ettiği hadis’i şerifte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “…Dikkat edin! Vücutta bir et parçası vardır ki, o iyi olduğu zaman vücudun tamamı da iyi olur. O bozulduğu zaman vücudun tamamı da bozulur. Dikkat edin ki o kalptir.”(2)

Tabiînin büyüklerinden olan Said b. Cübeyr rahimehullah, namaz kılarken elbisesiyle oynayan bir adamı görür ve şöyle der: “Şayet bunun kalbi huşu içerisinde olsaydı, âzaları da huşu içinde olurdu.”(3) Kalp huşu sahibi olunca kulak, göz ve diğer organlar da huşu sahibi olurlar. Bundan dolayıdır ki Hz. Ali b. Ebi Talib’in rivayet ettiği hadis’i şerifte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem rükûda iken şöyle dua ediyordu: “Allah’ım! Sana rükû ettim. Sana iman ettim ve Sana teslim oldum. Benim kulağım, gözüm, iliklerim, kemiklerim, sinirlerim (ve ayaklarımın taşıdığı vücudum) huşu içerisinde boyun eğerek Sana saygı ile eğilmiştir.”(4)

Kalbi huşu içerisinde bulunan bir kimse, bütün ibadetlerinde ve özellikle namazında Rabbini müşahede eder ve Rabbinin kendisini murakabe ettiğini hissederek hareket eder. Bu kimse hayatı boyunca Rabbinin kendisini görmekten razı olmayacağı bir yerde bulunmaz ve Rabbinin kendisini görmek istediği bir yerden de asla kaybolmaz. Artık onun bütün hayatı Allah için olur. İşte bu, en yüce mertebe olan ihsan mertebesidir ve bu mertebeye ancak huşu ile ulaşılır. Hz. Ömer radıyallahu anhu’dan rivayet edildiğine göre Cebrail aleyhisselam Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e: “Bana ihsanı anlat” der. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “(İhsan) görüyormuşsun gibi Allah’a ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, muhakkak O seni görmektedir.”(5)

İbni Receb el-Hanbeli der ki: Seleften ârife bir hanım şöyle demektedir: “Her kim Allah’ı müşahede edercesine Allah Celle Celâluhû için amel ederse, o kimse âriftir. Her kim de Allah Celle Celâluhû’nun kendisini müşahede ettiğini hissederek Allah için amel ederse, o kimse de muhlis/ihlaslıdır.” Bu ârife hanım burada iki makama işaret etmektedir:

Birinci Makam: İhlas makamıdır. Bu, kulun Allah’ın kendisini müşahede ettiğini, Allah’ın ona muttali olduğunu ve Allah’ın ona yakınlığını düşünerek Allah Celle Celâluhû için amel etmesidir. İşte kul amelinde bunu hissettiği ve bu hal üzere amel ettiği zaman, Allah için ihlaslı olmuş olur. Çünkü kulun amelinde bunu hissetmesi, Allah’tan başkasına iltifat etmekten ve ameliyle Allah’tan başkasını irade etmekten onu alıkoyar.

İkinci Makam: Müşahede makamıdır. Bu, kulun kalbiyle Allah-u Tebâreke ve Teâlâ’yı müşahede edercesine amel etmesidir. Bu da kalbin iman ile nurlanmasından ve basiretin Rabbini tanımasından kaynaklanır.(6) İşte huşunun hakikati budur. Huşunun semeresi de bu hadis’i şerifte ifade edilen ihlas ve müşahede makamlarıdır. Allah-u Teâlâ bizlere huşulu bir kalp nasip ve müyesser eylesin! Amin!

2- Huşu’nun Fazileti ve Önemi

Huşu, ibadetlerin ruhudur. Kişinin ibadetlerinden nasibi, huşusu oranındadır Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ kitabında huşu sahiplerini övmüş, kalpleri katı olanları ise yermiştir. Allah-u Teâlâ, huşu sahiplerinin imamları olan birçok peygamberini zikrettikten sonra şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz bunlar hayırlı işler yapmaya koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi. Bize huşu ile derinden saygı duyarlardı.” (Enbiyâ: 90)

Allah-u Teâlâ, O’nun kelamını duyduklarında huşu ile secdeye kapanan ve boyun eğen ilim sahiplerini övmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlara ayetlerimiz okununca çenelerinin üzerine yüz üstü secdeye kapanırlar ve: “Rabbimizi tenzih ederiz. Gerçekten Rabbimizin va’di kesin olarak gerçekleşir” derler. Ve ağlayarak çeneleri üstü (secdeye) kapanırlar ve bu, onların kalplerini daha çok huşu sahibi kılıp yumuşatır.” (İsrâ: 107-109)

İşte gerçek ilim sahipleri… İlimlerini özümsemiş ve ilimden hakkıyla faydalanmış olan âlimler… Bunlar Rabblerinin ayetlerini duyduklarında bu şekilde etkilenir, kalpleri yumuşar ve boyun eğerek secdeye kapanırlar. Nitekim başka bir ayet’i kerimede Allah’u Teâlâ bu ilim sahiplerini şu şekilde övmektedir: “(O mu) yoksa, ahiretten korkarak, Rabbinin rahmetini umarak, gece saatlerinde kıyamda durarak, secde ederek itaatte bulunan kimse mi (hayırlıdır?) De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak özlü akıl sahipleri öğüt alır.” (Zümer: 9)

İşte hakikaten Allah’tan korkan ve Allah-u Teâlâ’nın ayetlerini az bir pahaya değişmeyen gerçek ilim sahipleri bunlardır. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kulları arasında Allah’tan ancak âlimler korkar…” (Fâtır: 28)

Yine Allah Celle Celâluhû şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak kitap ehlinden öyleleri vardır ki Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene -korku, huşu ve itaatle- iman ederler. Onlar, Allah’ın ayetlerini az bir pahaya değişmezler. İşte onların ecirleri Rabbleri katındadır. Şüphesiz Allah hesabı çabucak görendir.” (Âl-i İmrân: 199)

Mü’minler bütün ibadetlerinde ve hayatları boyunca huşu içerisinde olurlar. Özellikle de ibadetlerin tacı olan, mü’minin en şerefli ve yüce hâli olan namazlarında huşuya azâmi derecede önem verirler. İşte Allah-u Teâlâ, mü’minleri namazlarında huşu sahibi olmakla niteleyip onları övüyor ve şöyle buyuruyor: “Mü’minler gerçekten felah bulmuşlardır. Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler.” (Mü’minûn: 1-2)

Aynı şekilde Allah-u Teâlâ, ancak huşu sahiplerinin namazı muhafaza edebileceklerini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Bir de sabır ve namaz ile (Allah’tan) yardım isteyiniz. Gerçi bu (Allah’tan) korkan huşu sahiplerinden başkasına elbette (bir zorluk gibi) ağır gelir. Onlar gerçekten Rabblerine kavuşacaklarını ve sonunda yalnız O’na döneceklerini bilirler.” (Bakara: 45-46)

Allah Teâlâ, razı olduğu kullarının sıfatlarını saydığı ve her müslümanın üzerinde ciddiyetle durup düşünmesi gereken Ahzâb Suresi 35. ayet’i kerimede onların sıfatlarından birini de şöyle ifade etmektedir: “Allah’a huşu içerisinde zilletle boyun eğen erkeklerle boyun eğen kadınlar…” Ve bunların mükâfatlarını da şu şekilde belirlemektedir: “Allah bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”

Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de huşuyu övmüş ve Allah Celle Celâluhû’nun korkusundan göz yaşı dökenlerin faziletinden bahsetmiştir. Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği hadis’i şerifte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Yedi sınıf insan vardır ki, hiçbir gölgenin olmadığı (kıyamet) gününde Allah Teâlâ bunları kendi gölgesinde gölgelendirecektir:

1- Âdil olan imam/yönetici;

2- Rabbine ibadet etmekle yetişen bir genç;

3- Kalbi mescidlere bağlı olan kişi;

4- Allah için birbirlerini seven ve bunun üzere bir araya gelip, bunun üzere ayrılan iki kişi;

5- Güzellik ve mevki-makam sahibi bir kadın kendisini davet ettiğinde: “Ben Allah’tan korkarım” diyen adam;

6- Sol eli sağ elinin neyi infak ettiğini bilmeyecek derecede gizli bir şekilde tasadduk eden kişi;

7- Ve tek başına olduğu bir halde Allah’ı zikreden ve bundan dolayı gözleri yaşaran kişi.”(7)

Hiç şüphesiz ki bu hadis’i şerifte bahsedilen bütün bu vasıflar, huşunun farklı tezahürleridir. Zira huşu, insanın hayatı boyunca karşılaştığı bütün durumlarda Allah-u Teâlâ’yı müşahede etmesi ve O’nun murakabesi altında olduğunu hissetmesidir. Bunun neticesi olarak da bütün hayatı sadece Allah’ın rızasını gözeterek yaşamasıdır.

Yine Ebû Hureyre radıyallahu anh’ın rivayet ettiği bir hadis’i şerifte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Memeden çıkan süt, tekrar oraya geri dönmedikçe Allah korkusundan dolayı ağlayan insan da ateşe girmeyecektir. Allah yolunda yapışan toz ile cehennemin dumanı bir araya gelmez.”(8)

İnsanlar arasında Allah-u Teâlâ’yı en iyi tanıyan ve Allah-u Teâlâ’dan en çok korkan Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, huşu, ihlas ve müşâhede makamlarının da zirvesine çıkmıştı. Zira diğer bütün konularda olduğu gibi bu hususta da insanların biricik örneği ve mutlak imamı o idi. İşte Abdullah b. Şıhhir anlatıyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i namaz kılarken gördüm. Ağlamaktan dolayı onun göğsünden (ateşte kaynayan) kazanın çıkardığı ses gibi bir ses geliyordu.”(9)

3- Kalp Katılığı ve Tehlikesi

Huşunun tam zıddı kalp katılığıdır. Bir kalpte huşunun azalması oranında katılık ve sertlik artar; huşunun artması oranında da katılık ve sertlik azalır. Bazı kalpler vardır ki müşâhede, murakabe, huşu ve ihlas onları tamamen kapladığından katılık ve sertliğin izine rastlanılmaz. Bazı kalpler de tam aksi o kadar katılaşmıştır ki taşlardan bile daha sert olmuştur. Diğer kalpler de bu iki mertebenin arasında gidip gelmektedir. Bu mertebelerin bir ucu A’la’yı İlliyyine, diğer ucu ise esfel’i safiline kadar uzayıp gitmektedir. Bir tarafta Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ, Hz. İsa, Hz. Muhammed ve diğer peygamberler (salavâtullâhi ve selâmuhû aleyhim ecmain) diğer tarafta ise Firavun, Nemrut, Ebû Cehil ve diğer zalimler… Bu iki mertebenin arasında ise insanlar ve cinler sayısınca mertebeler…

Allah’u Teâlâ ve Rasul’i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, kalbin katı olmasını yermişler ve bu durumun yol açacağı kötü sonuçlara ve tehlikelere karşı bizi uyarmışlardır. Çünkü kalbin katı olması ve huşu ile Allah’ın huzurunda boyun eğmekten uzak olması, Allah’tan korkmamaya ve Allah’ın kullarına merhamet etmemeye yol açar. Bu da hiç şüphesiz ki Allah’ın rahmetinden mahrum kalmaya sebep olacaktır. Acaba dünyada ve ahirette bundan daha büyük bir tehlike ve bedbahtlık düşünülebilir mi?

Allah’u Teâlâ bizlere, kalpleri katılaştığından dolayı Allah’ın dinini ve kitabını, peygamberlerinin yolunu ve sünnetini tahrif eden yahudileri örnek vermekte ve onlar gibi olmamamız için bizi uyarmaktadır. Çünkü onlar gibi kalplerimiz katılaşacak olursa, onların maruz kaldıkları Allah Teâlâ’nın gazabına biz de maruz kalırız. Allah Teâlâ bizleri muhafaza eylesin. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Sonra bunun ardından yine kalpleriniz katılaştı. Kalpleriniz taş gibidir; belki taştan da katı. Çünkü öyle taşlar vardır ki ondan ırmaklar kaynar, yine öyle taşlar vardır ki yarılıp ondan su fışkırır. Öylesi de vardır ki Allah korkusundan yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara: 74)

İşte bunların kalpleri, huşudan ve zilletle Allah’a boyun eğmekten uzaklaşmış, en sert ve katı bir madde kabul edilen taştan da daha katı hale gelmiştir. Zira bu sert kayalar, hayatın kaynağı olan suyun menba’ları iken; onların kalpleri hakiki hayat olan hayat’i islamiyyeden uzak, huşu ve ihlastan nasipsiz, ilâhi nura karşı kayıtsız, Allah sevgisi ve Allah korkusundan gafil olan en sert ve en katı maddeler halini almıştır.

Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, bunlar gibi olmamamız için bizleri uyararak şöyle buyurmaktadır: “İman edenlerin kalplerinin, Allah’ın zikrine ve inen hakka karşı yumuşayarak huşu ile boyun eğecekleri zaman ve kendilerine önceden kitap verilip de üzerlerinden uzun bir zaman geçti diye kalpleri katılaşmış bulunanlar gibi -ki onların çoğu fâsık kimselerdir- olmamaları zamanı gelmedi mi? (Hadid: 16) Abdullah b. Mes’ud (Allah ondan razı olsun) dedi ki: “Müslüman olmamızla Allah’ın bu ayetle bizi azarlaması arasında sadece dört sene geçmişti.”(10)

Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de yumuşak kalpli olmayı övmüş, katı kalpli olmayı da yermiştir. Nitekim kalplerinin yumuşak olmasından dolayı Yemen ehlini övmüş, doğu (Medine’ye göre doğu) ahalisini ise, kalplerinin katı olmasından dolayı yermiştir. Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği hadis’i şerifte Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “İşte Yemenliler geldi. Şüphesiz ki onların kalpleri daha yumuşak ve (hakkı kabul etmek hususunda) daha zayıftır (hakkı daha çabuk kabul eder). İman Yemenlidir. Hikmet de Yemenlidir. Sükûnet ve itmi’nan koyun-keçi ehlindedir. Atalarla övünme ve böbürlenerek (insanları) küçümseme ise, doğu tarafında bulunan ve seslerini yükselterek (bağırıp çağırarak) konuşan çadır ehlindedir.”(11)

Yine Ebû Hureyre radıyallahu anh dedi ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Atalarla övünme ve böbürlenerek insanları küçümseme, deve sahiplerindedir. Sükûnet, itmi’nan ve vakar ise; koyun keçi sahiplerindedir.”(12)

Cabir b. Abdullah dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kalplerin katı oluşu ve sertlik, doğuda; iman ise, Hicaz ehlindedir.”(13)

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem huşusuz kalpten Allah Celle Celâluhû’ya sığınmıştır. Zeyd b. Erkam (Allah ondan razı olsun) dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua ediyordu: “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, huşu sahibi olmayan kalpten, doymak bilmeyen nefisten ve icabet edilmeyen duadan Sana sığınırım.”(14)

Ne kadar veciz bir dua! Nefislerin azgınlaştığı, kalplerin katılaştığı, ilimlerin faydasızlaştığı ve bütün bunların sonucu olarak duaların cevapsız kaldığı âhir zamanda yaşayan bizler, bu duayı yapmaya ne kadar da muhtacız! Gerçekten hava, su ve ekmekten daha çok buna muhtacız.

4- Huşu İlminin Kaldırılması

Huşu ilmi, insanlar arasından ilk kaldırılacak ilimdir. Bundan dolayı da bu konuya özen göstermek ve huşuyu insanın kalbinde meydana getirecek olan sebepleri yerine getirmek daha bir önem kazanmaktadır.

Cübeyr b. Nüfeyr dedi ki: Ebû Derdâ (Allah ondan razı olsun) şöyle dedi: “Biz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraberdik. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gözlerini semaya dikti ve sonra şöyle buyurdu: “İşte bu, ilmin insanlardan çekilip alınacağı andır. Öyle ki ilimden hiçbir şeyi (almaya) güç yetiremeyecekler.” Bunun üzerine Ziyad b. Lebid el-Ensari dedi ki: “Biz Kur’an’ı okumuşken (ilim) nasıl olur da bizden çekilip alınabilir? Allah’a yemin olsun ki, biz onu pek çok okuyacağız ve kadınlarımızla çocuklarımıza öğreteceğiz.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Anan seni yitirsin ey Ziyad! Ben de seni Medine ehlinin fakihlerinden kabul ediyordum. İşte Yahudi ve Hıristiyanların elinde bulunan Tevrat ve İncil, onlara ne fayda veriyor?”

Cübeyr dedi ki: “Ben Ubade b. Samit ile karşılaştım ve ona: “Kardeşin Ebû Derdâ’nın neler dediğini duymak ister misin?” dedim ve Ebû Derdâ’nın söylediklerini ona haber verdim. Buna karşılık o şöyle dedi: “Şüphesiz ki Ebû Derdâ doğru söylemiştir. İstersen ben sana, insanlar arasından kaldırılacak ilk ilmi de haber vereyim. İşte o da huşu ilmidir. Yakındır ki sen, cemaatle namaz kılınan (büyük) bir mescide girersin de orada huşu sahibi tek bir kişi dahi bulamazsın.”(15)

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bizim aramızdan ilmin kaldırılışını, yahudi ve hıristiyanlar arasından ilmin kaldırılışına benzetmektedir. Halbuki Tevrat ve İncil onların arasında bulunmakta ve onları sürekli okumaktadırlar. İlim onların arasından maddeten kaldırılmış değildir. Ancak onlar okuduklarından hiçbir fayda elde etmiyorlar. Çünkü ellerinde bulunan ilmin gerçek maksadını kaybetmişlerdir. İşte ilmin gerçek maksadı, kalplere yerleşmesi ve bu sayede kitaplarına olan imanlarının tadını kalplerinde hissetmeleridir. Böylece kalpleri ürperir, Allah’tan korkar ve Rabblerine dönerler. İşte ilmin hakiki faydası budur. Halbuki onların ilimleri sadece dillerinde bulunmakta ve böylece onların aleyhinde bir hüccet olmaktadır. Allah-u Teâlâ, taşıdıkları ilimden faydalanmamakta merkebe benzettiği ve Allah’ın ayetlerini bile bile tahrif ettiklerinden dolayı da kendilerine gazap ettiği ehli kitaba benzemekten bizleri muhafaza eylesin! Bu konuda bizim halimiz, onların haline ne kadar da benzemektedir!

Gerçekten bizim de aramızda ilim maddeten bulunduğu ve hatta matbaanın ve iletişim araçlarının ortaya çıkmasıyla kitaplar eskisinden çok daha kolay ve pek çok miktarda tedarik edilebildiği, yaşadığımız çağa “bilgi çağı” diye isim verildiği halde ilmin gerçek maksadı ve faydası kaybolmuştur. Bugün ilim adamlarının çoğunluğunun ilmi sadece dillerinde bulunmaktadır. Kalbe yerleşerek meyvelerini vermeyen bu ilim, hem sahibinin ve hem de ona tâbi olan birçoklarının aleyhinde hüccet olmaktadır. Bu ilim adamlarının birçoğu da gayri İslami sistem yöneticilerinin/zalimlerin, fâsık ve kâfir liderlerin sofralarının kırıntılarından geçinmekte ve bu yöneticilerin işlerini kolaylaştıracak fetvalar vermektedirler.

İşte sadece dilde kalan bu faydasız ilim hakkında Abdullah b. Mes’ud şöyle demektedir: “Bazı kimseler Kur’an okurlar, fakat boğazlarından aşağıya geçmez. Kur’an ancak kalbe yerleşip onda kökleşince fayda verir.”(16)

İşte faydalı ilim, kalbe yerleşen ve kalpte kök salan ilimdir. Şüphe yok ki böyle bir ilim kalbe sükûnet, itmi’nan, haşyet, huşu, Allah’a boyun eğme, tevazu ve diğer bütün güzel hasletleri kazandırır. Allah-u Teâlâ’ya hamdolsun ki İslam ümmetini sürekli faydalı olan ilmin sahipleriyle şereflendirmiş ve hiçbir zaman İslam ümmetini bunlardan mahrum bırakmamıştır. Kendi din’i mübin’ini bu mübarek kullarıyla tebdil ve tahriften korumuş ve insanların aleyhine hüccetini ikame etmiştir. Bu, Allah-u Teâlâ’nın bizim üzerimizde bulunan en büyük nimetlerinden birisidir. Allah-u Teâlâ hakka tâbi olan ve hakiki ilme talip olan bu Rabbani âlimlere hakkıyla tâbi olabilmeyi bizlere nasip müyesser eylesin!

Hasan el-Basri şöyle demektedir: “İlim iki kısımdır: “Dilde olan ilim ve kalpte olan ilim. Faydalı ilim, kalpte olan ilimdir. Dilde olan ilme gelince, o da Allah-u Teâlâ’nın ademoğluna karşı hüccetidir.”(17)

—————————————-

İbni Receb, Namazda Huşu’, sayfa: 29

Buhari: 52;  Müslim: 1599

Mesâil, İmam Ahmed’in oğlu Salih, s. 83. Aynı olay Said b. Müseyyeb rahmetullahi aleyh’den de rivayet edilmiştir. Bkz: el-Musannef: İbni Ebi Şeybe: 2/289. Bu, hadis olarak rivayet edilmişse de, şiddetli bir şekilde zayıf olup, hadis olarak aktarılması doğru değildir.

Müslim: 1809. Parantez içindeki bölüm Müslim’in başka bir rivayetinden alınmıştır.

Buhari: 50;  Müslim: 97

İbni Receb, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem, sahife 129

Buhari: 660;  Müslim: 1031

Tirmizi: 1633. Tirmizi dedi ki: “Bu, Hasen-Sahih bir hadistir.

Ebû Dâvûd: 899. Hadisin isnadı Sahih’tir.

Müslim: 7466

Müslim: 89

Müslim: 91

Müslim: 92

Müslim: 2722

Tirmizi: 2653;  İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned: 6/27. Tirmizi dedi ki: “Bu Hasen Garib bir hadistir.”

Müslim: 822

İbni Receb el-Hanbeli, Namazda Huşu’: 8