Hadisi Şerif – Ali Yücel / 2014 Mart / 16. Sayı
Rasulullah aleyhisselam davete başladığında yalnızdı ve yegane yardımcısı Rabbiydi. Davetinin ilk başlarında, en nazik ve hassas zamanlarda, insanlar iman etmiyor diye üzüntüden iç çekerken gelen ilahi buyruklar motive ediyordu kendisini. Yetim bulup barındıran koruyor, muhafaza ediyordu her daim. Kendisi aleyhine kalkan el, en yakından dahi olsa, amca eli bile olsa kıyamete kadar nasipsizliğe düçar ediliyordu. Sahte güneşlerle kendisini kandırmaya çalıştıklarında hakikatin nuruna sığınıp “Güneşi sağ elime, ayı sol elime verseniz bu davadan dönmem” kararlılığını gösteriyordu. Şahsına ve ona inananlara yapılan her türlü ahlak ve erdem dışı davranışa karşı, sığınıyordu kendisini alemlere rahmet kılana. Şirkin ve küfrün güçlü tazyikine rağmen bent olmuştu tek başına isyan ve inat tuğyanına. Ezelde yazılmış ilahi muzafferiyetin nazlı anını bekliyordu her daim. “Allah: Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz, diye yazmıştır.”(1) “Bu dava kemale erecek” buyuruyordu en zor zamanlarda bile. Teskin ediyordu Habbapları “Acele etmeyin” diye. Alemlere gönderilmiş bir davayı kim, nasıl sindirebilir ki? Sanki fecrin daha berrak ve aydınlık olması için geceyi daha da karartıyordu zulüm. Zaten gece ne kadar uzun olsa da “Sabah yakın değil miydi?” Güneşin doğmasına kim mani olabilir ki?
Mekan fark etmiyordu bu dava için, alemlere rahmet ise Muhammed -canlar feda ona- alem sayılan her yerde anlatabilirdi davasını. Mekke yüz mü çevirdi, ne güne durur Taif. O da mı nasipsiz davrandı, açar sinesini o zaman Medineler. Başarı muhakkak ilahi nusret ile olacak ya, o zaman boyun eğer inatçı Mekke bile, çatırdar nice bin yıllık sistemler, düşünceler, felsefeler, Kisralar, Kayserler. Birileri yalnız bıraksa da Rabbi yalnız bırakmayacaktı onu, davası mutlak galip gelecekti. Hal ve şartlar görünürde başka olsa da gerçek buydu. Hem işin hakikatini kavrayanlar için ne ifade edebilir ki görüntü? Hudeybiye yenilgi gibiydi ancak her şeyin hakikatini en ince ayrıntısına kadar bilen “Biz, sana apaçık bir fetih verdik” dedi. Görünürde hendeklerde mahsur olunsa da “İran’ın ve Bizans’ın hazineleri verilmişti” işin gerçeğini bilenlere. O yüzden aldanmayın siz dünya ekranında gördüklerinize, “Eğer inanıyorsanız muzaffer olanlar sizlersiniz ezeli yazgıda.”
Bir kaç yılda ne yapılabilirdi ki bunca cehalete, zulme ve tuğyana? Ama aldanmayalım dedik ya görünen manzaraya, asıl manzara gerçekten de bambaşka. Bak çehresi değişmiş bile inatçı Mekke’nin, “Ciğerparelerini göndermeye başlamış” bile. Kendi çağırıyor, sahiplenmek istiyor bağrından atmaya çalıştığı davayı. Görüntüde onlarca yenilgiyle büyüyen zafer, eşkiyaları evliyaya tebdil etmeye başlamış bile. Adalet dağıtıyor Ömer’ler, hikmet pınarı gibi Ebu’d-Derdâlar, dünya kandırmacasına karşı tetikte Ebu Zerr’ler, irfan saçıyor İbn Mesud’lar. Peygamberlik mirasından kana kana içmiş Hasan-ı Basri’ler inciler saçıyor, Said b. Cübeyr’ler ihya ediyor Hubeyblerin yolunu. Yedi cihana nam salmış yol kesiciler Harameyn’in en güzel abidleri olmuşlar, haykırıyorlar davranışlarıyla “Allah nurunu tamamladı.”
Köşesine sinmiş karanlık ve temsilcileri elbette boş durmayacaktı, söndürmeye çalışacaklardı gözlerini kamaştıran nuru, balçıkla sıvamaya çalışacaklardı güneşi. Dikenler döşeyeceklerdi yollarına aydınlığın, tuzak kuracaklardı iblisçesine, boğmaya çalışacaklardı beşikteki bebek misali davayı, “bu dava büyümemeliydi” hesaplarınca. Her yolu deneyeceklerdi emellerine ulaşmak için, yakacaklar, yıkacaklar, kurban edeceklerdi kirli emelleri için insanı insan yapan hasletleri. Elleri boş durmayacaktı, ağızlarıyla söndürmeye çalışacaklardı sinelerde tutuşmuş iman ateşini. Mağlubiyeti mukadder olan iblisi düşününce insan, o zaman anlam verebiliyor bir nebze iblisleşmiş, insan suretli bu varlıkların yaptığına.
Peygamberler halkasının sonuncusu ve hâtemi ile başlamış bir durum değildir bu. İrade nimetinin mükerrem varlığa bahşedildiği günden beri cereyan edip gelen bir hadisedir. Hiçbir irade sahibinin tarafsız kalamayacağı iki taraflı bu savaşın bir cephesini teşkil eden batıl, hakka nüfuz edip onu sindirmek için her zaman olanca gayretini sarfedegelmiştir. Ne var ki bu çaba, batılın ezeldeki yazgısını pekiştirmekten öte bir şey ifade etmemektedir. “Bilakis biz, hakkı batılın tepesine bindiririz de o, batılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, batıl yok olup gitmiştir.”(2)
Kimi zaman iblis şahsında, kimi zaman Âd kavmi şahsında, kimi zaman Firavun, kimi zaman Roma şahsında, bir zamanlar İngiltere şimdilerde A.B.D şahsında galip ve muzaffer gözüken batıl, hadis-i şeriflerde ahir zamanda zuhur edeceği inzar edilen Deccal’in yapacaklarına benzer bir şekilde harikulade sayılabilecek işler yapsalar da kendilerini varlık sahnesine çıkaranın kaderine boyun eğip yok olmaya mahkum olacaklardır. Hakkın zuhûru batılın indirâsı için bir milat olacaktır. Ebu Cehil ve Ebu Leheb’lerin şahsında galip gözüken batılın, iki cihan güneşi ile yokluğa müncer olduğu gibi. “De ki: Hak geldi; batıl yıkılıp gitti. Zaten batıl yıkılmaya/yok olmaya mahkumdur.”(3)
Buhtunnasr ölüme bile merhamet okuturcasına kırıp geçirmişti müslümanları, rivayetlere göre peygamberleri bile esir almış, zindana attırmıştı. Zü-Nüvâs hendeklere ateş doldurup yakarak kastetmişti Ashab-ı Uhdud’un canına. Ateş ile susturmak istemişlerdi Hz. İbrahim’i. Bilal’e, Ammar’a, annesi Sümeyye ve babası Yasir’e, Habbab’a, bizzat Rasul-ü Zi-Şan’ın kendisine ve adı hatıra bir anda gelecek nice müslümana neler yapıldığına şahittir tarih. Eziyetler, işkenceler, alaylar, tahkirler, öldürmeler ve daha neler neler. Engizisyon zulümhanelerinde yapılanlar, haçlı saldırılarında işlenen cürümler, Sabra-Şatilla, Halep-Hama, Keşmir, Bosna, Eritre, Orta Afrika, Mısır, Cezayir, Tunus, Arakan, Bağdat, Ebu Ğureyb, Bagram, Guantanamo, Tora-Bora, İskilip, Diyar-ı Bekr ve bütün bir coğrafya. Öldürmek için gelmişlerdi, yok etmek için. Öldürürken bile arzularını tatmin etmek istiyorlardı, envai çeşit ölüm kusuyorlardı dört bir yandan, tanktan, uçaktan. Adı, esamesi okunmasın istiyorlardı “Rabbim Allah’tır” diyenleri, ademe mahkum etmek istiyorlardı müslümanları, düşmanın rengi artık yeşildi bütün ülkelerde, beldelerde. Ölüm yağmalıydı Gazze’ye, nefes almamalıydı Grozni, başını kaldırmamalıydı Bilâd-ı Şâm. Fırat tekrar kan akmalıydı Moğol eşkiyasının yaptığı gibi. Yıkılmalıydı kütüphaneler, yok olmalıydı Endülüs ve bahsi bile geçmemeliydi İslam’ın.
Ama kaderin üstünde bir kader vardı, Allah zalime mühlet verir asla ihmal etmezdi. Zulüm ile âbâd olunur muydu hem? Karanlık galip gelebilir miydi aydınlığa? Yenilgisi ilahi fermanla kesin olanlar yenebilirler miydi hiç? Kader denilen sırr-ı ilahinin işvesiydi tüm bu olanlar. Hudeybiye’de, onca müslümanın arasında, Ömer gibi cengaverlerin yanında iki müşriğe teslim edilmesi gerekiyordu Ebu Cendel’in. Mekke’nin fethi için gerekliydi bu kadar cilve. Selahaddin’i şevke getiriyordu Mescid-i Aksa’nın tepesindeki haç, yerinden alaşağı edeceği günü bekliyordu hrıstiyan kuruntusunu. Moğol zulmü Ayn-ı Câlut’ta kahramanların doğmasına vesile olacaktı. Mezarlığa dönmüş İslam diyarlarındaki kahreden sessizlik yetiştirecekti Hasan el-Benna’yı. Amerika’nın zulmü bu asırda yaşayan Fudayl b. İyazları gösterecekti bize, Hz. Osman gibi fedakarca cihad ehline hizmet eden insanlara şahit olacaktık, Uhud’da akrabaları şehit edildiği halde İslam’ı, Rasulullah’ı dert edinen kadınlara ev sahipliği yapacaktı Gazze, evlatları şehit olsa bile “Nerede Kur’an” diye soran analara. Ashab-ı Uhdud kıssasındaki genç misali, şehadetiyle nice gençlere rehberlik edecek şehitler kazanacaktık.
Zü-Nüvas, o imanlı genci şehit ettiğinde her şey bitecek zannediyordu ama dedik ya işin cilvesi bu. İmanlı bir şekilde Rabblerine kavuşması için Ashab-ı Uhdud’un, bir şehit lazımdı. Nemrud’un sonu için ateşe atılmaya çalışılan İbrahim gerekliydi. Firavun’un sahibiyim dediği suda boğulması için onun sarayında büyümesi lazımdı Musa’nın. Haccac-ı Zalim’den kurtulması için insanlığın, canını vermeliydi Said b. Cübeyr. Zulmü artırmalıydı Bizans, İstanbul’un fethi için. “Yoldaki İşaretler’in ne olduğunu öğretmek için darağacındaydı Seyyid Kutub. Şirin yüzlü, karanlık özlü ceberut zalimlerin maskesini düşürmek için asılıyordu İskilipli Atıf, Şeyh Said. İlmine ve kudretine kurban olduğum, nasıl da ilmek ilmek dokumuş! Saraya sultan olmadan kuyuya atılmak gerekiyormuş Yusuf’a, nerden bilsin aciz insanoğlu bu hakikati. Tek Rabbinin minnetini hissetsin diye öksüz ve yetim büyümeliymiş efendiler efendisi. İman etmesi için Ninova’nın, balığın karnında kalması gerekiyormuş Hz. Yunus’un.
Kaderi böyle insicamlı bir şekilde ören Zat-ı Zü’l-Celâl’in, alemlere rahmet olarak gönderdiği, bütün varlığın peygamberi olan, doğru sözlü ve doğruluğu en üst mertebeden tasdik edilmiş Rasulullah aleyhisselam’ın başına gelenler de bu zaviyeden okunmalıdır. Onun yolunu takip eden müslümanların başına gelenleri de aynı açıdan değerlendirmelidir müslümanlar. Her senesi belki de her saniyesi müslümanlara zulüm ile anılacak koca bir asrın ardından dünyanın dört bir yanında başını topraktan çıkaran filiz misali İslam’ın adını yüceltmek isteyenler haykırmaktadırlar artık “Hak geliyor, zail olacaksınız batılın taraftarları, sineceksiniz karanlığınızla.” İçinde parlak bir zafer barındıran zahiri yenilgiler… Belki kaderin cilvesi bunu gerektiriyordu. -Olanı ve olacağı ilm-i ezelisi ile kuşatan Allah, bütün noksanlıklardan münezzehtir.- İnandığımız ve iman ettiğimiz bir husus; Allah kuluna borçlu kalmazdı asla, “Müminlere yardım ise uhdemizde bir haktır”(4)buyurmuştu ve yolunu tutanlara yardım ve nusretini elbet gösterecekti. Zorluğun zahmetine katlananlar kolaylığın rahmetini mutlaka yudumlayacaktı, Yemen’den Hadramevt’e kadar selametle gidecekti yolcular hiç korkmadan. Biz, yarın için olacakları feraset ehlinin Allah’ın nuru ile bakan bakışlarına tevdi ederken asla yalan söylemeyen, sâdık-ı masdûk olan Efendimizin müjdesi ile bitiriyoruz. Temim ed-Dâri radıyallahu anhu anlatıyor; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Muhakkak ki bu din, gece ve gündüzün bulunduğu her yere ulaşacaktır. Allah azze ve celle, şehirde olsun köyde olsun her eve bu dinin girmesini sağlayacaktır. Böylece kimini aziz kimini de zelil kılacaktır. Bu öyle bir izzettir ki, Allah onunla İslam’ı aziz kılacaktır. Öbürü de öyle bir zillettir ki, Allah onunla küfrü zelil kılacaktır.” Temim ed-Dâri derdi ki: “Ben bunun tasdikini akrabalarımda gördüm. Onlardan müslüman olanlar hayır, şeref ve izzet sahibi olurken küfürde kalanlara ise zillet, alçaklık ve cizye isabet etmişti.”(5)
——————————————–
Mücadele Suresi 21.
Enbiya Suresi 18.
İsra Suresi 81.
Rum Suresi 47.
Müsned, 16957. Şuayb el-Arnavut hadis hakkında “Müslim’in şartına uygun olarak sahihtir” demiştir. Beyhaki, Sünen-i Kübrâ 9/181. Hâkim, Müstedrek 4/430. Hâkim, Buhari-Müslim’in şartına uygun olarak sahih olduğunu belirtmiş, Hafız Zehebi’de buna muvafakat etmiştir.