Kudüs Fatih’i Selahaddin Eyyubi

Önderlerimiz – Hüseyin Kalender / 2014 Eylül / 22. Sayı

Tarih, dışarıdan göründüğü kadar masum ve tarafsız bir ilim dalı olmamakla birlikte, insanların en çok ilgisini çeken disiplinler arasında yer almaya devam etmektedir; çünkü insanoğlunun, geçmiş örnekleri araştırarak içinde bulunmuş olduğu durumu anlamaya çalışması, istikbaline ait daha tutarlı planlar yapması, doğal ve aydınlatıcı olduğu kadar, eğlendirici ve merak gidericidir. Biyografiler ise tarihin en çok izlenen, en fazla zevk duyulan bölümlerini oluşturmaktadır. Hele bu hayat hikâyesi farklı kavmiyetlerin kendisine sahip çıktığı, dostları ve sevenleri bir yana, düşmanlarının bile takdir ettiği bir şahsiyete ait ise, daha çok dikkat ve ilgiye mazhar olacağı açıktır. Diğer yandan Selâhaddin Eyyubi’nin hayatı askeri ve siyasi yönleri ile olduğu kadar, dini ve ahlaki taraflarıyla da bize örnek olabilecek zengin bir birikim sunmaktadır.

Dünya tarihinde haklı bir şöhret kazanan ve örnek bir sultan olarak gösterilen Selâhaddîn-i Eyyûbî, İslâm tarihinin en tanınmış kahramanlarından biridir. Mehmed Akif Ersoy onu “Şark’ın en sevgili sultanı”, Fransız tarihçisi Champdor “İslâm’ın en saf kahramanı” diye nitelemiştir. Selâhaddin kaynakların ittifakla belirttiğine göre dindar, merhametli, cömert, güler yüzlü, vakur, sağlam iradeli, mert ve heybetli bir kişiydi. Her konuda Nûreddin Mahmud Zengî’nin takipçisi, onun başlattığı eserlerin tamamlayıcısı olmuş, yeni bir devlet kurduğunu bile iddia etmemiştir. Müslümanlar onun şahsında ideal bir sultan, Haçlılar gerçek bir İslâm kahramanı görmüştür. Doğulu ve Batılı tarihçi yazarların eserlerinde kendisinden övgüyle söz edilmiştir. Sultanlığı döneminde aynı kişilerle çalışmış, onlara değer vermiştir. Bunların başında veziri Kādî el-Fâzıl, kâtibi İmâdüddin el-İsfahânî gelir. Emîrlerinden hiçbiriyle bir ihtilâfa düşmemiş, danışmanlarının görüşlerine daima önem vermiştir. Danışmanlarından Üsâme b. Münkız onu Hulefâ-yi Râşidîn devrini yeniden canlandıran bir kişi olarak anar.

Tarihçilerin anlattığına göre Selâhaddin, zamanını ya ilim ya cihad veya devlet işleriyle geçirirdi. Kur’an’ı ezberlemiş ve iyi bir eğitim görmüştü. Arapça, Türkçe, Farsça ve Kürtçe biliyordu. Amelde Şâfiî, itikadda Eş‘arî idi. Müneccimlere inanmazdı. Bahâeddin İbn Şeddâd, tarih bilgisinin kuvvetli, kültürünün geniş olduğunu, meclisinde bulunanların başkasından duymadıkları şeyleri ondan duyduklarını söyler. Selâhaddin verdiği sözü ne pahasına olursa olsun tutar, affetmeyi severdi. İbn Cübeyr onun, “Af konusunda hata etmek, haklı olarak cezalandırmaktan daha çok hoşuma gider” dediğini nakleder. Eman verdiği kişileri kesinlikle cezalandırmamış, Haçlılar onun bu yönünü çok takdir etmiştir. 

DOĞUMU VE YETİŞMESİ:

Selâhaddin Eyyubi; 532 (1138) yılında Tikrît’te doğdu. Babası Necmeddin Eyyûb bu sırada Selçuklular’ınTikrît valisiydi. Musul Atabegi İmâdüddin Zengî ile dostluk kurmuş olan Eyyûb, onun isteği üzerine Selâhaddin’in doğduğu yıl aşiretiyle birlikte Tikrît’ten ayrılarak Musul’a gitti ve Zengî’nin hizmetine girdi. Zengî 534’te (1139) Ba‘lebek’i zaptedince Eyyûb’u bu önemli sınır şehrine vali tayin etti. Kardeşi Esedüddin Şîrkûh el-Mansûr ise Zengî’nin kumandanları arasına katıldı. İmâdüddin Zengî ölünce oğlu Nûreddin Mahmud, Halep ve civarının hükümdarı oldu (541/1146), Şîrkûh da onun en yakın kumandanı haline geldi. Necmeddin Eyyûb bu dönemde Dımaşk Atabegliği’ne (Tuğteğinliler) bağlanmak zorunda kaldı. İki kardeş, Nûreddin’in Haçlılar’la mücadelesinde ve onun Dımaşk’ı ele geçirmesinde önemli rol oynadı. Nûreddin, Şîrkûh’u ordu kumandanlığına, Eyyûb’u Dımaşk valiliğine tayin etti. Böyle bir ortam içinde şehzade gibi yetişen ve iyi bir eğitim gören Selâhaddin genç yaşında Haçlılar’a karşı yapılan seferlere katıldı ve Dımaşk şahneliğine kadar yükseldi.

558 (1163) yılında iktidardan uzaklaştırılan Fâtımî Veziri Şâver b. Mücîr’in yardım istemek için Dımaşk’a gelmesi Nûreddin’e Mısır işlerine müdahale yolunu açtı. Bu sırada Mısır’daki Fâtımî Devleti kriz içindeydi. Fâtımî halifeleri nüfuzlarını kaybettiğinden ülke sultan unvanı alan vezirler tarafından yönetiliyor ve iktidar sık sık el değiştiriyordu. Bu yüzden hem Haçlılar hem Nûreddin gözlerini Mısır üzerine dikmişti. Mısır’ı ele geçiren taraf diğer tarafa karşı stratejik bir üstünlük sağlayacaktı. Amcası Şîrkûh’un kumandasında 559 (1164), 562 ve 564 (1169) yıllarında Mısır’a yapılan seferlere katılan Selâhaddin usta bir kumandan ve devlet adamı olarak sivrildi. Daha önceki iki seferinde Şâver’in sözünde durmaması sebebiyle Dımaşk’a dönmek zorunda kalan Şîrkûh 564 yılındaki üçüncü seferinde emrindeki kuvvetlerle Kahire’ye girdi. Fâtımî Halifesi Âdıd-Lidînillâh bu sırada öldürülen Şâver’in yerine Şîrkûh’u vezir tayin etti. Şîrkûh’un ordusunun büyük kısmı Oğuzlar’dan oluşuyordu. Böylece Mısır’da Türk hâkimiyeti devri başlamış oldu. Şîrkûh iki ay sonra ölünce Halife Âdıd, kumandanların baskısıyla onun yerine yeğeni Selâhaddin’i “el-Melik’in-Nâsır” unvanıyla vezir tayin etti (25 Cemâziyelâhir 564 / 26 Mart 1169). Amcasının ölümünün ardından Nûreddin Mahmud Zengî’nin Mısır’daki ordusunun kumandanı olan Selâhaddin aynı zamanda Fâtımî halifesinin veziri olarak bu iki önemli görevi üstlendi. Selâhaddin, daha sonra Nûreddin Mahmud Zengî’ye danışarak onun nâibi sıfatıyla Mısır’ı ve Mısır’a bağlı yerleri müstakil bir hükümdar gibi yönetmeye başladı.

KUDUS’ÜN FETHİ

Allah azze ve celle Selâhaddin Eyyubi’nin vesilesiyle birçok ülkenin ve şehrin fethedilmesini müyesser kıldı. Bu ülke ve şehirler sayılamayacak kadar çok ve büyüktür. Bunların en önemlisi Kudüs’ü tekrardan haçlılardan geri almasıdır. Allah azze ve celle bu büyük başarıyı kullarının içerisinden Selâhaddin Eyyubi’ye nasip etti. Selâhaddin Eyyubi öncelikle dağınık halde olan askerlerinin toplanması için etrafa haberciler gönderdi. Kudüs üzerine sefer yapılacağını duyan her imanlı mü’min bu çağrıya icabet etmek için adeta birbirleri ile yarıştılar. Nihayet Selâhaddin Eyyubi 1187 senesi, 20 Eylül Pazar günü, Kudus’ün batı tarafına inerek karargâhını kurdu. Uzmanların tahminlerine göre askerlerin sayısı kadın ve çocukların dışında altmış bini buluyordu. Selâhaddin tam 5 gün surlarda saldırıyı başlatacak zayıf bir nokta bulabilmek için incelemelerini sürdürdü. Daha sonra Selâhaddin’in gördüğü lüzum üzerine, surların en zayıf olarak korunduğu sanılan şehrin kuzey tarafına intikal edilerek mancınıklar kuruldu. İki taraf arasında şiddetli çatışmalar oldu. Her iki tarafta her hangi bir zorlama olmadan dini bir görev ve sorumluluk duygularıyla savaşı sürdürüyordu. Teke tek yapılan mübarezelerin birinde kahraman bir asker olan İzzet İsa şehit olmuştu. Onun şehadeti ile heyecana gelen Müslümanlar şiddetli bir hücuma geçtiler.

Düşmanlar başlarına gelecek felaketi anlayıp Müslümanların galibiyet işaretlerini fark edince, bir savaş meclisi toplayarak ne yapılması gerektiğini tartıştılar. Gençler, sonuçları ne olursa olsun savunmanın devam etmesini istediler. Balian ve Patrik Heraklius ise böyle bir davranışın kadınlar ve çocukların da içinde bulunduğu bütün Hıristiyan halkın esareti ile sonuçlanabileceğini, oysa akıllıca tutumun eman istenmesi olduğunu belirtip komutan Selâhaddin’den eman istenmesine karar vediler. Selâhaddin bu taleple gelen elçiye “Haçlılar doksan bir yıl önce Kudüs’ü Müslümanlardan nasıl aldılarsa öyle teslim alacağını söyledi.”

Selâhaddin’den olumsuz cevap alan Balian, ”ey sultan, şunu unutma ki, biz bu şehirde oldukça kalabalığız. Bu insanlar senin emanını umdukları için savaşmakta gevşeklik gösteriyorlar. Bir kurtuluş yolu olmadığını gördüğümüz anda çocuklarımızı, hanımlarımızı katledip mallarımızı yakarız. Sizler ne ganimet alacak eşya, ne de esir alacak insan bulabilirsiniz. Ayrıca mukaddes mekânları ateşe verip elimizdeki 5000 Müslüman esiri öldürürüz. Daha sonra size karşı hep birlikte çarpışır ya onurumuzla ölür veya muzaffer oluruz dedi. Bunun üzerine emirleriyle yeniden bir durum değerlendirmesi yapan Selâhaddin, fidye karşılığı eman vermeyi kabul etti. Buna göre Cuma günü Kudüs’ü kılıç hükmünde emanla teslim alan Selâhaddin, haçlıların adam başına 10’ar, kadın başına 5’er, çocuk başına 2’şer altın dinarı en geç 40 gün içerisinde ödeyerek istedikleri yere gidebileceklerini belirtti. 18.000 kişi fidye bedellerini ödeyerek özgürlüklerine kavuştu; fakat 16.000 kişi ödeyecek paraları olmadığı için esir alındı. Kudüs’te oturan Haçlı liderlerinin zengin hanımları, yanlarında bulunan köle, cariye hizmetçilerinin fidye bedellerini ödeyip topluca şehri terk ediyorlardı.

Kudüs’ün teslimi Recep ayının yirmi yedisi 2 Ekim 1187’ye tevafuk eden Miraç gecesinde gerçekleşmişti. Bu yüzden birçok kimse fethin bu geceye tevafuk etmesini bu yoldaki gayretlerin ve cihadın kabul alameti olarak değerlendirmişlerdir. Çok sayıda âlimin tanıklık yaptığı eşsiz bir fetihti o gün; çünkü sahilin fethi tamamlanıp Kudüs’ün fethi için asker toplanmaya başladığını duyan ulema ve din büyükleri, etraftaki şehirlerden akın akın bu mukaddes beldeye gelmeye başlamışlardı. Fetih günü hutbeler okundu, namazlar kılındı. Tekbir ve tehlil sesleri ortalığı çınlatıyor, dualar arşa yükseliyordu. Kubbetu-s sahra üzerinde bulunan devasa haç indirilmiş, mukaddes mekânlar şirk unsurlarından temizlenmeye başlanmıştı.

ŞAHSİYETİ

NAMAZA VERDİĞİ EHEMMİYET:

Cemaatle namazı aksatmama hususunda son derece titizdi. Kendisi senelerdir bu kurala riayet ettiğini belirtir; hasta olduğu zamanlarda bile imam getirterek namazını terk etmez. Nafile ve sünnet namazlarını kaçırmazdı. Eğer geceleri uyanabilirse mutlaka teheccüt namazı kılar, uyanamazsa sabah namazından önce bunu eda etmeye çalışırdı. Bilinci yerinde olduğu müddetçe namazını aksatmadı. İbn Şeddad, ölüm yatağına düştüğü son hastalığında bile ayakta namazı terk etmediğini, şuurunu kaybettiği son günler dışında bu prensibini bozmadığını, bize haber verir.

KUR’AN SEVGİSİ

Merhum, yüce Kur’an-ı dinlemeyi çok sever; kendisine imamlık yapacak kişi hakkında araştırmalarda bulunur, onu Kur’an ilimleri konusuna hâkim ve sağlam hafız olmasını şart koşardı. Geceleri ikamet ettiği kalede, kendisine muhafızlık yapmak üzere gelenlerden Kur’an okumalarını ister, onlar 2, 3, 4 cüz kadar okurlar; o ise huşu ile dinlerdi. Âdeti olduğu üzere, umumi toplantılarda yirmi ayetlik veya daha fazla bir bölümün okunmasını arzulardı.

HADİSLERE MERAKI 

Hadis-i Şerif dinlemeye çok meraklıydı. Ne zaman meşhur hadis üstatlarından hadis dinlerse, mümkün olduğu takdirde çocuklarına, kölelerine ve ilgili kimselere de aynı hadisleri dinletirdi.

Hadisler nakledildiği zaman onlara hürmeten insanların oturmalarını emreder, eğer söz konusu üstat sultanların toplantılarına katılmak istemeyip huzurdan ayrılırsa, kendisi o âlimin peşini takip ederek gittiği yerde onu dinlerdi. İskenderiye şehrindeki hadis âlimi Hafiz el-İsfihanihi dinlemek için defalarca yanına gitmiş ve kendisinden hadis nakletmişti.

İbn Şeddad diyor ki: Onun bizzat kendisi de hadis okur bazen yalnız kaldığı zamanlarda beni de çağırarak belirli bir kitaptan hadisler okur, ibret verici bölümler gelince gözleri dolar ve ağlardı.

Merhum, ölenlerin bedenleriyle diriltilip ortaya çıkarılacağını iyilik sahiplerinin cennetle, kötülerin cehennemle cezalandırılacağını söyler; şeriatın getirdiği her şeyi onaylar, filozoflara, muattılaya, dinsizlere kızar, şeriatın sembollerine, simgelerine derin bir saygı gösterirdi. Şeraite aykırı görüşleriyle tanınan Sühreverdi adlı gencin yakalanması için Halep meliki olan oğlu Zahir’e emir vermiş, yakalanınca katlini emretmişti.

AHLÂKI- TEVEKKÜLÜ

Yüce Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmez, hep ona dayanır, daima ona yönelirdi. İbn Şeddad bunun ile ilgili şöyle bir olay anlatır: Haçlılar Kudüs’e doğru yola koyulmuşlar, şehri kuşatıp savaşmaya karar vermişlerdi. Bu yüzden Müslümanlar korkuya kapılmışlar, komutanlar çağrılıp karşılaşılan ani durum kendilerine haber verilmiş, Sultanın ordu ile birlikte şehirde kalıp birlikte savunma yapılması konusunda görüş alış – verişinde bulunulmuştu.

Cumaya rastlayan o gece akşamdan sabaha kadar Sultanın yanında kalıp kendisinin hizmetinde bulundum. Allah’tan başka yanımızda kimse olmayıp o kış gecesinde sadece iki kişiydik. Hiç durmaksızın kuvvetlerimizi gruplara ayırıp gerekli noktalara yetiştirmekle uğraşıyordu. Bir ara sağlığının bozulacağından korkup kendisine acıdım. Çünkü uykusuzluktan muzdaripti ve hiç olmazsa bir saat kadar uyuması az da olsa kendisini rahatlatacaktı. Bana dönerek galiba senin uykun geliyor, diyerek kalktı. Evime vardım henüz bazı küçük şeyler yapmaya koyulmuştum ki ezanlar okunup sabah oldu. Çoğunlukla sabah namazını kendisiyle birlikte kılardım, yanına girdim abdest almaktaydı. Beraberce namaz kıldıktan sonra aynı konuya döndüm: “Hatırıma bir şey geldi, umarım faydalı olur” dedim. “Nedir” dedi. “Allah’a yöneliş, O’na dönüş, bu sıkıntıyı gidermek hususunda yalnız O’na dayanma” dedim. “Bunu nasıl gerçekleştirebiliriz” dedi. “Bugün Cuma, efendim boy abdesti aldıktan sonra, âdeti olduğu üzere Aksa Camiine varır, Peygamber Efendimizin Miraca çıktığı yerde durup namazını kılar, güvendiği birinin aracılığıyla gizlice yoksullara bir miktar sadaka verir, ezan ve kamet arasında iki rekât namaz kılıp ellerini yüce mevlasına açarak hadiste belirtildiği üzere şöyle yakarışta bulunur: “Ya Rabbi senin dininin muzefferiyeti için yapabileceğim her şeyi yaptım. Geriye ancak sana yönelmek, senin kudretine sarılmak, senin lütfuna sarılmak kaldı. Sen bana yetersin, sen ne güzel vekilsin,” dedim. Yüce Allah seni hayal kırıklığına uğratmayacak ölçüde kerimdir.

Denilenlerin hepsini yaptı. Yine adet olduğu üzere namazımı yanında eda ettim. Ezan ve kamet arasında iki rekât namaz kıldı. Secdeye giderken gözlerinden akan yaşların sakalını ve seccadesini ıslattığına tanık oldum. Ancak ne dediğini işitemiyordum. O gün akşam olmadan keşif kolunda görevli komutan İzzeddin Curdik’ten Haçlıların anlaşmazlığa girdiğini haber veren bir pusula ulaşıyordu.

Cumartesi günü erkenden aynı haberleri tekrarlayan yeni bir pusula ulaşmıştı. Cumartesi gündüz vakti yeni bir casus ulaşarak, Fransızların mutlaka Kudüs kuşatmasında ısrar ettiklerini, oysa Arslan Yürekli Rişard’ın aynı düşüncede olmadığını, bildiriyordu. Rişard, Sultanın Kudüs’ün etrafındaki bütün suları içilemez hale getirdiğini, böyle bir durumda Haçlı ordusunu tehlikeye atmanın doğru olmayacağını ileri sürüyordu.

Nihayet bir tartışma meclisi oluşturarak adetleri üzere at üstünde konuyu görüşmeye başladılar. Vardıkları karara göre, aralarından seçilen on kişilik hakem heyeti hangi karara varırsa hepsi sonucu kabullenip itirazda bulunmayacaktı. Pazartesi sabah olunca bir müjdeci gelip Haçlıların yön değiştirerek Remle’ye gittiklerini söyledi.

CİHAD AŞKI

Daima cihada koşar, olabildiğince cihadı önemser, şayet birisi cihada çıkışından sonra ancak cihad ve yardım için harcama yaptı diye yemin etse yeminde doğru söylemiş olurdu.

Cihada karşı olan sevgisi ve tutkunluğu kalbini ve bütün organlarını öyle bir kuşatmıştı ki yalnız cihattan söz eder, yalnız cihad aletlerine bakışlarını çevirir, yalnız cihad yapanlara değer verir, yalnızca cihattan söz edip cihada teşvik edenlere meylederdi.

Cihad aşkıyla ailesini, evladını, vatanını, evini ve diğer dünya zevklerini terk etmiş, dünya nimetleri adına sağından solundan rüzgâr alan bir çadır gölgesinde oturmakla yetinmişti.

Akkâ çarpışmaları esnasında şiddetle esen rüzgâr, içinde bulunduğu çadırı yıkmış, onu mutlak bir ölümden çadırın korunaklı özel bölmesinde olması kurtarmıştı.

Eğer birisi ona yaklaşmak istiyorsa, cihattan söz açar veya ona teşvik eden sözler söylerdi. Kendisi için kaleme alınmış çok sayıda cihad kitabı vardı. Bunlardan birisini benden yazmamı istemiş, ben de cihad disiplininin, konuyla ilgili bütün ayetleri ve hadisleri içeren bir eser yazıp kendisine takdim etmiştim. Bu eseri çok beğenir, elinden düşürmezdi.

Onunla ilgili olarak şu olayı mutlaka anlatmalıyım: 1284 yılında askere izin verdi. Melik Adil komutasında Mısır askeri ayrılınca, Sultan da onlarla beraber Kudüs’e gidip bayram namazını orada kılmak istedi. Bizde kendisine eşlik ettik. Bayram namazını kılınca askerle birlikte Askalân’a kadar gidip orada askerleri uğurlamak istediğini söyledi. Sonra Askalândan sahil yoluyla Akkâ’ya yöneldi, gayesi oradan geçerek durumu yerinde görmekti. Ancak yol üzerindeki Sur şehri Haçlılarla dolup taştığı ve biz çok az sayıda olduğumuz için bunun çok tehlikeli olacağı kendisine söylenmesine rağmen kararından dönmeyerek yoluna devam etti. Etrafta müthiş bir kış, deniz dev dalgalarla çalkalanıyordu. Öyle bir korku doluyor ki içime, biri bana, şu denizde bir mil gitsen sana dünyayı veririm, dese, kabul etmezdim. Üç beş kuruş kazanmak için denize açılanların düşüncelerinin sakatlığını, deniz yolculuğu yapanların şahitliklerinin kabul edilmemesinin haklılığını daha iyi anladım. Aklımdan bu düşünceler geçerken birden bire bana dönerek:

“Sahilin diğer şehirlerinin fethini Allah bana ne zaman nasip edecek? Düşünüyorum da onları alıp valilerim arasında bölüştürsem, sonra onlarla vedalaşıp denizlere açılsam, adalara varıp oralar da kâfirlerin peşine takılsam, ya dünya yüzünde inançsız bir Allah kulu kalmayıncaya kadar onların izini sürsem veya Allah canımı alsa!” dedi.

Düşündüklerinden beni utandıran bu sözlerden çok etkilendim.

“Efendim bunlar güzel şeyler; ama Müslümanların hamisi olan birinin kendisini tehlikeye atması nasıl uygun olur?” dedim.

Cevabını ben vereyim diye şöyle sordu:

“Sizce en asil ölüm hangisidir.?”

“Allah yolunda olan ölüm” dedim.

“O zaman burada gaye: En asil şekilde ölmemdir” dedi.

Gelinde şu ibretlik olaydan kendimize dersler çıkarmaya çalışalım. İnsanın rabbini unutması ne kadar da kötü!

Selam ve Dua ile…

Kaynak; Rağbet Yay.

Selahhaddin Eyyübi (hayatı ve şahsiyeti)