Nebevi Nasihatler – M. Sabri Yücel / 2016 Kasım / 48. Sayı
Câbir b. Abdullah radıyallahu anhu anlatıyor: “Biz bir gazvedeyken muhacirlerden bir adam, ensardan bir adama (arka kısmına) vurdu. Ensardan olan “Yetişin ey Ensar!” diye bağırdı. Muhacirden olan ise “Yetişin ey Muhacirler!” diye imdat istedi. Bunu işiten Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Bu ne hal, cahiliye davası mı (güdüyorsunuz)?” diye sordu. Orada bulunanlar “Muhacirlerden bir adam, ensardan bir adama vurdu. Ensardan olan “Yetişin ey ensar!”, Muhacir olan da “Yetişin ey Muhacirler!” diye seslendi. (Sesler bundan dolayıydı) dediler. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem “Bu ifadeleri bırakın. Çünkü o, iğrenç bir şeydir» buyurdu. (1)
Yüce Allah, kim neyi dert edinmek isterse o derdi nasip eder kuluna. Dünya denilen imtihan diyarında da dert edinilecek birçok konu bulunmaktadır. Hayata İslam dininin emirleri doğrultusunda bakmakla mükellef olan müslümanlara göre her zamanın ve zeminin en mühim derdi iman derdidir. Hayat boyunca karşılaşılabilecek bütün dertler bir şekilde nihayete erecekken iman derdinin sebep olduğu durumlar sonsuz bir hayatta da muhataplarının peşini bırakmayacaktır. Hz. Âdem aleyhisselam’dan Hz. Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem kadar insanlığa yol gösteren bütün peygamberlerin derdi de iman olmuştur. İnsanlığın son kılavuzu ve rehberi olan Resul-ü Ekrem efendimizin derdi de hiç şüphesiz iman olmuştur. Kıyamet gününe kadar insanlara nasıl iman edeceklerini beyan eden Kur’an-ı Kerim’in sekiz yüz küsur yerinde “iman” kelimesi ile ilgili lafızların kullanılması ve imana vurgu yapılması bu konuyu dert bilmenin önemine yeteri kadar dikkat çekecektir kanaatimizce.
Kişi neyi dert bilirse onu dillendirir. Ortam, zaman ve mekân ayrımını bile önemsemez derdi için. Dünyalık kazanmak derdindeyse evinde, işinde, yolda, arkadaş ortamında veya aile ortamında ayrım gözetmeksizin bunu dillendirebilir, bu konuda planlar yapabilir ve düşünce dünyasında birçok şey tasarlayabilir. Çünkü derdidir o ve dert derman buluncaya kadar da meşgul etmelidir kendisini. Rıza-i Bâri denilen dermana ulaşana kadar bütün müslümanların en öncelikli derdi imandır. İman derdi her ortamda paylaşılmalı, kişinin kurtuluşunun ilk şartı olan bu nurun sönmemesi için bütün gerekli mekanizmalar seferber edilmelidir. “Otur biraz imandan bahsedelim” anlayışı sohbet meclislerinde baş tacı olmalı, Resul-ü Zi-Şan efendimizin ashâbının bu konuda birbirleriyle dertleştikleri hakikati sürekli hatırlatılmalıdır.
Çünkü iman, gevşemeyen, paslanmayan, sürekli aynı kıvamda kalan bir olgu değildir. İman edenlere hitap eden ayet-i kerimenin sonunda “müslüman olarak hayatınızı sonlandırın, imanınıza halel getirmeyin” ikazının yapılmış olması hem dikkat çekici hem de derdi iman olanlar için son derece sarsıcı bir uyarı konumundadır. Yine iman edenlerin muhatap alındığı ilahi kelamda “kim imanından vazgeçer dininden dönerse” buyrulması, imanın değişken yapısına en üst perdeden vurgu yapmaktadır. Rabbine karşı hüsn-ü zan ile mükellef olan mümin kimsenin düşebileceği büyük yanılgılardan bir tanesi de iman açısından kendisini garantide görmesidir. Korku-ümit dengesini bozmayacak bir iman anlayışı için sürekli iman nöbetinde olmalı ve her asırda imana musallat olabilecek virüslerden kendimizi koruma gayreti içerisinde bulunmalıyız.
İmanı hedef alan düşmanlar, saldırı çeşitleri, kullanılan argümanlar ve vesileler değişiklik gösterse de her zaman ve zeminde korunması gereken en büyük nimettir iman. Mekke gibi vatanı terk etsen bile terk etmemelisin iman yurdunu. Kalbindeki her türlü duygu sökülüp alınsa bile kökü derinlerde sabit, dalları ufka yücelmiş olan iman ağacını hiçbir etken sökmemelidir kalbimizden. Asr-ı saadet döneminden uzaklaşılmış asr-ı şakâvet diye isimlendirilmeyi fazlasıyla hak eden, fıskın ve fücurun fetvalarla desteklendiği bir zamanda daha fazla önem kazanmaktadır imanın muhafazası. Muslih görünümlü müfsitlerin her köşeyi kapıp kurnazca zehir zerk ettikleri bir ortamda iman derdinden daha önemli hangi dert olabilir ki?
İmanı ve buna bağlı olarak gerçekleşen İslam kardeşliğini en çok zedeleyen etkenlerden bir tanesi, kişinin kendi ırkını üstün görmesidir. Üstünlük anlayışını iman açısından geçerliliği olmayan etkenlere bağlamak, kullarını “takva” ile değerlendirecek olan Allah azze ve celle’ye karşı yapılmış saygısızlıkların başında gelmektedir. Bu sinsi hastalık, asr-ı saadet devrinde de müslümanların nabzını yoklamış bir çeşit hazır kıta bekleyen düşman mesabesindedir. İslam kardeşliğinin mümtaz örneklerini sunmuş olan Evs ve Hazrec kabilelerinin geçmiş kabahatlerini ortaya dökerek damarlarda harekete geçmek için fırsat kollayan kabilecilik, kavmiyetçilik ve milliyetçilik duygularını şaha kaldırmak suretiyle müslümanların arasını bozmak isteyen Yahudiler ve Yahudi karakterliler her zaman yapıları gereği bu zaafı kullanmak isteyeceklerdir. Yine milliyetçilik anlayışının kendilerini “milli bir din” üretecek kadar pervasızlaştırdığı Yahudilere kulak veren iman zaafına müptela olmuş tipler ve gruplar dün olduğu gibi bu gün de vardır ve muhtemelen yarın da var olacaktır.
İslam ülkelerinin sınırları müslüman olmayanlar tarafından şekillendirilip dillerine kendi ırkını üstün göreceği sloganlar yerleştirildiğinde zaten bitap düşmüş olan ümmet-i Muhammed, hepten birbirinden uzaklaşmaya başladı. Her ırkın bir “milli” davası, sınırı, sloganı, bayrağı, dili, geleneği oldu. Diğer milletlerin “milli” unsurlarıyla yarıştırılır hale geldi her şey. Kimlerdensin sorusuna muhatap olduğunda ilk etapta “müslümanım” cevabını verenlerin torunları, gözlerine inen habîs bir perdeden dolayı Kur’an-ı Kerim’in diline, indiği peygamberin toplumuna yan bakar burun kıvırır oldu. İslam’ı çağrıştıran her şeyi yok edilmesi gereken bir hedef kabul eden, Resul-ü Ekrem için “Çöl bedevisi” nitelemesi yapan bedbaht densizlere bile hoş nazarla bakıldı aynı ırktan olunduğu için. Hakaret edilen peygamber de olsa görülmezden gelindi “milliyetçilik” uğruna. Adını İslam ile cihana duyuranların torunları “atalarının” ırkıyla medeniyete kavuşmanın derdine düşer oldular. Anlaşma ve kaynaşma maksadına binaen yaratılan farklı milletler ve halklar bu ilahi hikmeti ayrışma ve savaşma sebebi olarak kullandılar. Zalim ırkdaş mazlum kardeşten makbul kabul edilir oldu. Bilal, Ammâr, Habbâb gibi hakiki manada iman edenler dünyalara bedelken her hangi bir ırkın mensubu olmaya hasredildi bu yüce makam. “Milli projeler” bir bir hayata geçerken gözler o kadar perdelenmişti ki “milli din” anlayışlarıyla İslam da nasibini almıştı gelişmelerden. “Arabın İslamı (?!)” olurdu da “Acemin İslamı (?!)” niye olmasındı? Doğulu, batılı ne diye durur da “milli anlayışlarına uygun” bir din geliştirmez ki acaba?!
Allah celle celâluh, her insanı kendisinin bildiği bir sebebe mebni olarak bir ırka ve kavme mensup olarak yaratmış ve her insandan aynı yükümlülükleri yerine getirmesini istemiştir. Yarışılacak meydan ve imtihan konuları aynıdır. Kimsenin mensup olmuş olduğu soy ve nesepten dolayı avantajlı olması da mümkün değildir. Amelsizlikten dolayı imanın gerilerinde kalmış kimseleri nesep ayrıcalığı ön saflara sürükleyecek değildir velev ki peygamber nesebinden olsun! Bu konuda İslam’ın ölçüleri gayet net ve anlaşılır olup iki temel esasa dayanmaktadır:
1- Herkes yaratılış bakımından eşittir ve Allah’ın kuludur.
2- İnsanlar sadece işledikleri amellerle birbirlerinden üstün olabilirler. Bunun dışında “Arabın Arap olmayana, beyaz tenlinin kızıl tenliye bir üstünlüğü” söz konusu değildir.
يَا أَيُّهَا النَّاسُ، أَلَا إِنَّ رَبَّكُمْ وَاحِدٌ، وَإِنَّ أَبَاكُمْ وَاحِدٌ، أَلَا لَا فَضْلَ لِعَرَبِيٍّ عَلَى عَجَمِيٍّ ، وَلَا لِعَجَمِيٍّ عَلَى عَرَبِيٍّ، وَلَا أَحْمَرَ عَلَى أَسْوَدَ، وَلَا أَسْوَدَ عَلَى أَحْمَر إِلَّا بِالتَّقْوَى
Sürekli bakım görmesi gereken ve en büyük derdimiz tasamız olan imanımıza “ırkçılık, kavmiyetçilik, milliyetçilik” virüsü bulaşmasın diye âlemlere rahmet olarak gönderilen Resul-ü Ekrem efendimizin bize şifa olarak sunduğu buyruklarından birkaç tanesi şöyledir:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، «إِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ قَدْ أَذْهَبَ عَنْكُمْ عُبِّيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ، وَفَخْرَهَا بِالْآبَاءِ مُؤْمِنٌ تَقِيٌّ، وَفَاجِرٌ شَقِيٌّ، أَنْتُمْ بَنُو آدَمَ وَآدَمُ مِنْ تُرَابٍ، لَيَدَعَنَّ رِجَالٌ فَخْرَهُمْ بِأَقْوَامٍ، إِنَّمَا هُمْ فَحْمٌ مِنْ فَحْمِ جَهَنَّمَ، أَوْ لَيَكُونُنَّ أَهْوَنَ عَلَى اللَّهِ مِنَ الْجِعْلَانِ الَّتِي تَدْفَعُ بِأَنْفِهَا النَّتِنَ»
1. Ebu Hureyre radıyallahu anhu’dan (rivayet edildiğine göre) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: «(Aziz ve Celil olan) Allah, cahiliye (döneminin) kibrini ve atalarla övünme âdetini sizden giderdi. (İnsanlar iki kısımdır: Birincisi Allah katında övülmüş olan) takva sahibi mümin (kimseler, ikincisi de Allah katında yerilmiş olan) bedbaht ve Allah’ın yolundan çıkmış (kimseler. Binaenaleyh) siz (hepiniz) Âdemoğlusunuz. Âdem topraktan (yaratılmış)tır. (Allah’a yemin olsun ki) insanlar (ya bu) kavimler(i) ile övünmeyi bırakırlar -ki o kavimler (böyle cahiliye âdeti üzere yaşadıkları için şimdi) cehennem kömürlerinden bir kömürdürler- yahut da Allah katında burnuyla dışkı yuvarlayan pislik böceğinden (mayıs böceğinden) daha değersiz bir hale düşerler.” (2)
عَنْ بِنْتِ وَاثِلَةَ بْنِ الْأَسْقَعِ، أَنَّهَا سَمِعَتْ أَبَاهَا، يَقُولُ: قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللَّهِ، مَا الْعَصَبِيَّةُ؟ قَالَ: «أَنْ تُعِينَ قَوْمَكَ عَلَى الظُّلْمِ»
2. Vâsıla b. el-Eska’ radıyallahu anhunun kızından (rivayet edildiğine göre) kendisi babasını şöyle derken işitmiş: (Ben Peygambere sallallahu aleyhi ve sellem): “Ey Allah’ın Resûlü, asabiyet nedir?” diye sordum. O da, “Zulümde (haksızlıkta) kavmine yardım etmendir” buyurdu. (3)
عَنْ عَبْدِ الرَّحْمَنِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ مَسْعُودٍ، عَنْ أَبِيهِ، قَالَ: «مَنْ نَصَرَ قَوْمَهُ عَلَى غَيْرِ الْحَقِّ، فَهُوَ كَالْبَعِيرِ الَّذِي رُدِّيَ، فَهُوَ يُنْزَعُ بِذَنَبِهِ»
3. Abdullah b. Mesud radıyallahu anhu şöyle demiştir: “Kavmine haksız yere yardım eden kimse (bir kuyuya yüzüstü) düşüp de kuyruğundan çekil(erek kurtarılmaya çalışıl)an deve gibidir.” (4)
عَنْ أَبِي عُقْبَةَ، وَكَانَ مَوْلًى مِنْ أَهْلِ فَارِسَ، قَالَ: شَهِدْتُ مَعَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أُحُدًا، فَضَرَبْتُ رَجُلًا مِنَ الْمُشْرِكِينَ، فَقُلْتُ: خُذْهَا مِنِّي وَأَنَا الْغُلَامُ الْفَارِسِيُّ، فَالْتَفَتَ إِلَيَّ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَقَالَ: «فَهَلَّا قُلْتَ خُذْهَا مِنِّي، وَأَنَا الْغُلَامُ الْأَنْصَارِيُّ»
4. Farslılardan azatlı bir köle olan Ebu Ukbe radıyallahu anhu anlatıyor: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte Uhud gazvesine katılmıştım. “Al bu da benden. Ben Farslı bir gencim” diyerek müşriklerden birine bir darbe indirdim. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana bakarak “Al, bu da benden, ben ensarlı bir gencim, deseydin ya?” buyurdu. (5)
————————-
1. Buhârî, 4907; Müslim, 2584.
2. Ebû Dâvûd, 5116.
3. Ebû Dâvûd, 5119.
4. Ebû Dâvûd, 5117.
5. Ebû Dâvûd, 5123.