Kapak Dosya – Ümit Şit / 2017 Eylül / 58. Sayı
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
İnsanların gerçek manada yaşaması için tüketmeleri bilinen bir gerçektir. Yeme, içme, giyinme ve barınma gibi biyolojik tüketimin merkezinde ihtiyacın karşılanması amacı güdülmektedir. Yani ihtiyacı giderme adına yapılan tüketim insanın yaratılışında olan normal bir durumdur. Normal olmayan durum ise tüketimin sınırlandırılmaması durumudur. İnsanlık tarihi, ittifakla tüketimin sınırlandırılmasında hem fikirdir. Çünkü bilinir ki; bir toplumda sınırı olmayan tüketim o toplumu yozlaştırarak karışıklığa sürükler. Bunun yanında; tüketime odaklanan beyinlerin donuklaşması, ahlaki değerlerin çökmesi, prensiplerin ve kaidelerin çiğnenmesi, beklentilerin karşılanmaması halinde ortaya çıkan ruhsal bunalımlar, tamahkârlığın zirveye ulaşması, kalplerin kararması ve sonuç olarak bireylerin kalabalıklar içinde yalnızlaşmasıyla toplumsal buhranın yaşanması durumu. Bu yüzden tüketimde sınırlandırma son derece önemlidir. İslam toplumlarında israf kavramı bu sınırlandırmayı üstlenirken, gayri İslami toplumlarda tüketme ve tüketici kelimeleri toplum içinde olumsuzluk manasında kullanılarak sınırlandırılmaya gidilmiştir. Bu durum kapitalizm ideolojisinin dünyaya hâkim olma durumuna kadar böyle devam etmiştir. 19.yüzyılda özellikle ABD’de tüketimin içeriği haz, eğlence ve özgürlükle doldurularak tüketim kavramı üzerinden ciddi bir tahrife gidilmiştir. Kapitalizmin var olabilmesi için tüketimin var olabilmesi gerekmekte ve paralar farklı kişiler üzerinden, aynı ceplere akmaya devam etmesi gerekmektedir. Bunun için ise tüketim kelimesinin manasının değişmesi gerekmektedir. İhtiyacı gidermek manasından özgürleşmeye, anı yaşamaya ve alabildiğince hazzın doruklarına ulaşmak kapitalizm toplumunda tüketim kavramının yeni karşılığıdır. Tüketim ve tüketici kelimelerinin manalarının tahrif edilerek değişmesinin insanlığa olan olumsuz etkilerinden çok, tüketimin sınırlanmamasıyla israfın oluşmasını ve bu israfı rıza yoluyla dayatarak tetikleyen reklam endüstrisini temel alarak konumuzu sürdüreceğiz inşallah.
19.yüzyıl öncesinde ve tarihin derinliklerine uzanan yıllarda insanlık tüketimlerini ihtiyaçlarını gidermek amacıyla sürdürdüklerini söylemiştik. Dünya da İslami yönetimlerin var olduğu dönemlerde insanlık tam manasıyla vahiyle bir aydınlanma çağında yaşamlarını sürdürmekteydiler. Vahiyden gelen gerçek ve doğru bilgi hem dünyadaki hem de ahirete uzanan yollarını aydınlatan bir nur, bir kandil görevi görmekteydi. İnsanlık ne önce ne de sonra eşine rastlamayan bir toplum ilişkilerine şahitlik etmiştir. Sosyal adalet vahyin aydınlattığı medeniyette tam karşılığını bulmuş, insanlar ilim aracılığıyla bilimde ilerlemiş ve ortaçağ Avrupa’sının bile karanlığından kurtulması adına ilham ve temel oluşturmuştur. Bu yüzden insanlar İslam toplumunda ihtiyaçlarının öncelik sırasını Allah Subhana ve Teâlâ’nın razı olacağı şekilde sıralamaktadırlar. Bir İslam toplumunda biyolojik ihtiyaçlar israf dışına çıkılmadan giderilirken, ilime olan ihtiyaç ise sınırlandırılmamıştır. Bu yüzden Müslümanların hayatlarında ilim ve ilmin hayat içerisinde pratiğe dönüşmesi durumu Müslüman bir toplumda en önde gelmektedir. İlim öğrenme ve öğretme hayata hâkim olduğundan daha fazla tüketmeye zamanları bile olmamıştır. İslam toplumundaki fertlerin en büyük hazzı Allah için yapılan fedakârlıklardır. En büyük özgürlük Allaha takvaca en yakın olmaktır. En güzel eğlenceleri ise aile halkıyla huzurlu zamanların paylaşılmasıdır. Ancak İslam hilafetinin ilga edilmesi ve Müslümanların algıları ile oynanması hasebiyle hem dünyadaki var olma amacından sapıldı hem de tüketim kavramı tahrif edilerek yeniden tanımlandı. Üreten bir toplumdan tüketen bir topluma gidildi. Tüketen bir toplumun ise tüketim oranları değişerek sınırlar kaldırıldı. Sınırları kalkan insanlar kendilerini özgür zannederken, aslında olan ise heva ve heveslerinin bitmek tükenmek bilmeyen istekleri karşısında köleleşmeleri ile sonuçlanmasıdır. Var olma amacı ile tüketimin amacı yakın bir ilişki içerisindedir. Ne için, ne uğruna var oluyorsan bu uğurda tüketirsin. Hem manevi hem de manevi tüketimler böyle şekillenmektedir. Günümüz dünyasını ne yazık ki İslami bir yönetim hâkim olmadığından her alanda olduğu gibi tüketim alanında da insanlığın yararına olanı denetleyecek bir merci bulunmamaktadır. Günümüz yönetimlerinin hepsi kapitalizm yaşam tarzını benimseyerek toplumlara şuursuzca harcamayı, harcadıkça özgür olunacağı fikrini pompalamaktadır. Bu tür toplumların var olma sebebi insanların şuursuzca tüketimde bulunmaları olup bu durum devlet eliyle teşvik edilmektedir. Çünkü kapitalist bir dünyada devlet olmanın gereği ekonomik yönden gelişmişlik esasına dayanmaktadır. Bu esası yerine getirmek için ise vatandaşların düzensiz bir şekilde tüketmeleri, harcamaları büyük önem taşımaktadır.
Kapitalist düzen tüketim odaklı bir sistem olduğundan insanların ihtiyaçlarını gidermekten ziyade suni ihtiyaçlar öne sürerek daha çok tüketime sebebiyet vermektedir. Bu yüzden kitle iletişim araçlarını zihinlere yöneltilen bir silah olarak kullanmaktadırlar. Kitle iletişim silahlarının mermileri olan reklamlar zihinlere atılan birer tohumdur. Ekilen her tohum insanlara gerçek dünya dışında balon bir dünya oluşturur. Bu balon dünyada insanlar ve hayatları kurgusal olup gerçek dünyadaki olaylar ve vakalardan uzaktır. Bu hayatın içine sürüklenen bireyler de kurgulanarak gerçek kimliklerinden uzak farklı kimliklere yöneltilirler. Reklam endüstrisinin görünürdeki görevi var olan metaı pazarlamaktır. Amaç pazarlamak olduğundan zihinsel her hile ve oyuna başvurulur. İnsanların gerçekten de ihtiyacı olmadıkları halde, zihinlerde bir ihtiyaç algısı oluşturularak rızaya dayalı bir tüketim tutumu oluşturulur. Öncelikle ailedeki anneye yönelik adımlar atılır. Anneyi etkileyen reklamlar yapılır. Etkilenen anne tüm aileyi etkileyerek televizyonun hayatlarına müdahale etmesine izin verirler. Reklam günümüzde televizyon aracılığıyla altın çağını yaşamaktadır. Televizyon görsel yolu çok iyi kullanarak insanlara müthiş bir reklam illüzyonu sergilemektedir. Gerçekten de reklamcılar ve medya çalışanları bu çağda firavunun sihirbazları gibi çalışmaktadırlar. İnsanlara müthiş görsel ve zihinsel sihirler sergilemektedirler. İnsanlar bu sihirlerle her gün biraz daha sihrin etkisine kapılarak hayatlarında önemli değişikliklere gitmektedirler. İşte bu durum ise reklamların arka plandaki görevleridir. İnsanların ihtiyaçlarını belirlemektir. Şöyle bir örnek verebiliriz: bir adam bize gelse ve şunları yiyeceksin, bunları giyeceksin, şunları alacaksın, şununla evleneceksin, evini şöyle düzenleyeceksin, saçını şu şekilde tarayacaksın, ailene böyle davranacaksın, şunlara önem verecek bunlara önem vermeyeceksin deseydi. Ne derdiniz? Sen kimsin de benim hayatıma karışıyorsun derdiniz değil mi? İşte reklamlar hayatımızın her alanına bu şekilde karışmaktadır. Dünyadaki karanlık güçler her bir bireye bu emirleri dikte etseydi kimse hayatına karışmasına izin vermezdi. Ancak kitle iletişim araçları aracılığıyla; diziler, filmler, modalar ve çeşitli medya programlardaki kişiler ve topluluklar ile hayatlara müdahale etmektedir. Rol model şahıslar ve toplumlar üzerinden reklamlar düzenlenir. Örnek verecek olursak bir dizi filmde bir oyuncu saçını değişik bir şekilde tarayarak, değişik kıyafetler giyerek kendisine olan ilgilere kucak açar. Gözler bu kişi üzerine kitlenir ve sanki o kıyafet ve saç şekli dünyadaki her şeymiş gibi bir algı operasyonuna gidilir. Ekranlarda bu emri algılayan ve hayatında amel etmek için mağazalarda soluk alacak birçok kurbanlar vardır. Bu kurbanlar sadece kazak, gömlek değil, hareketler, tepkiler, tutumlar ve alışkanlıklar da satın alırlar ancak farkında değillerdir. Böylece reklamlar kişilere hayat tarzı pazarlamakta ve kişileri tüketime sevk etmektedirler. Tüketime yönelen kişiler öncelikle inançlarından saparak ya da bütünüyle uzaklaşarak reklam filmlerindeki yaşam tarzını seçerler. İnsanlar evlerini medyada gördüğü eve, tercihlerini ise medyada gördüğü tercihlere benzetmektedirler.
Müslüman insanlar, Budist’çe bir hayat süremeyeceği gibi aynı Müslüman insanlar kapitalist ve seküler bir hayatta yaşayamazlar. Çünkü İslam hayatın her alanına hükmeden bir dindir. Bu yüzden namazımıza ve haccımıza karışan Allah Subhana ve Teâlâ neyi, ne kadar tüketeceğimize de karışır. Çünkü O, hak ilahtır. Biz bir şey değilken bizi şerefli bir insan olarak yaratan O’dur. Yaratan, yaratılanın Hayattaki her şeyine hükmeder. Şayet namazımızda Allaha yönelip, tükettiklerimizde kapitalist bir anlayışa sahip olursak, Allah’ın yerde de gökte de tek hükmeden hak ilah olduğuna tam iman etmiş olamayız. Bu tehlikeli durumdan Allah, tüm Müslümanları muhafaza etsin. Allah Teâlâ dünyayı ayaklarımızın altına sererken birçok şeyi helal, birkaç şeyi haram kılmıştır. Tüketimlerimizi şu ayetle sınırlandırmıştır: “Ey Âdemoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.” ( A’raf, 31 )
Allah Teâlâ israf edenleri sevmediği gibi başka bir ayette müsrifler hakkında şu şekilde buyurmuştur: Akrabaya hakkını ver; yoksula, yolda kalmış olana da; bununla beraber saçıp savurma! Çünkü saçıp savuranlar şeytanın kardeşleridirler; şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. ( İsra, 26-27)
Allah Subhana ve Teâlâ, israf edenleri yani tüketimde kendini kontrol edemeyenleri şeytanın kardeşleri olarak adlandırmıştır. Tüketimin sınırlanmaması insanı helal haram ayırmadan tüketmeye sevk eder. Böylelikle şeytanın razı olduğu her şey mubah görülerek yapılır. Bunu çok iyi bilen iblis ve ordusu kapitalist bir sistemi telkin ederek, kölelerine kurdurtmuştur. Bu sistemde nefis kontrolü yoktur. Hatta nefsin her istediği yapılarak nefis yani can tüketimde temel ölçü birimi kabul edilir. Tüketimi sınırlanmayan insan nefsinin kölesi olur. Günümüzdeki insanlar tüketimi bir hayat tarzı edinmiştir. Ve bu hayat tarzının mabetleri olan alışveriş merkezlerinde onların tabiriyle Nirvana’ya yani ruhun huzur bulduğu en uç noktaya ulaşmaktadırlar. Alışveriş yapmak eylemi günümüzde alışverişe gitmek eylemine dönüşmüştür. Alışveriş yapmak eylemi ihtiyacın alınıp çıkılması ile sonlanırken, alışverişe gitmek eylemi geniş bir anlamı ifade eder. Evet, günümüz Alışveriş merkezlerinin amaçları alış veriş yaptırmak değil, alışverişe gitmek eylemini en üst dorukta tatmin etmeyi sağlamaktır. İnsanlar AVM mabetlerinde alışveriş yapmak için değil, manevi bir rahatlamaya, ruhsal bir boşalma adına olabildiğince tüketmek için giderler. Müslümanlar nasıl ki namazda manevi bir yükselişe ve ruhsal bir rahatlamaya erişiyorsa, kapitalist yaşam tarzını benimseyenler ise bu mabetlerde rahatlamaktadırlar. Tüketmek için yaşayanlar daha çok tüketme adına daha çok çalışmaktadırlar. Bir yetime bir hırkayı çok gören zihniyetler giysi dolaplarındaki onlarca hırkayı ruhsal bir rahatlama adına satın almışlardır. İsrafın yaşamları kuşatmasının en önemli sebebi tabi ki reklamların tüketimi tetikleyen ikna yoluyla ihtiyaç algısı oluşturmasıdır. Siz hala annenizin yağını mı kullanıyorsunuz diyerek tereyağından margarine geçişi sağlayan reklamlar nasıl bir başarı sağladıysa aynı oranda birçok gereksiz ve ileri zamanda zararını göreceğimiz birçok şeyi hayatımıza sokarak başarılarını sürdürmektedirler. Amaç; tüketimi hızlandırmak, tüketen bir toplum ortaya çıkarmak, sadece tüketen ve tükettiklerinden başka bir şeye ilgilenmeyen bir toplum inşa etmektir. Amaç; midesine köle olan ve doymak bilmeyen nefisleri ortaya çıkarmak, indirimli reyonları bombalar altında ölen çocuklardan daha çok önemseyen bir nesil yetiştirmektir. Amaç; gözleri marka budalalığı perdesi ile kapanan gençler yetiştirmek, aç yatan ümmetin çocuklarını Afrika’ya evlatlık veren anne ve babalar yetiştirmektir. Amaç; harcamak, harcamak, daha çok harcayarak nefsi büyütmek, nefsinin peşinden koşan müsrifler üretmektir. Amaç; İsraf ederek yaşayan insanların kendinden statü olarak daha aşağıda olan kesimleri hakir gören kibir ehlini çoğaltmak, kibir ehlinin çoğalmasıyla tüketim yarışmalarını kıyasıya sürdürmektir. Sonuç olarak tek gözü kalmış medya canavarları reklam filmleri çekerek toplumu her şekilde tüketen bir toplum haline getirmeyi amaçlar. Her şekilde tüketen toplum müsrif olur. Müsriflik kibrin kapısını açar. Kibrin kapısı ise cehenneme açılmaktadır.
Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi sellem şöyle buyurmuştur:
“Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse de cennete girmez.” [Müslim, İman 147; Ebu Davud, Edeb 29, (4091); Tirmizî, Birr 61, (1999).]