Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2019 Şubat / 75. Sayı
Hamd, Tevhid davasının öncülerini en güzel şekilde yaratıp onları bizler için örnek ve önderler yapan Allah’a
Salât ve Selâm, Sahabe-i Güzini en mükemmel şekilde eğiten ve onları İslâm’ın fedaileri olarak yetiştiren Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e
Allah’ın rahmeti ve bereketi, afvu keremi de böyle mükemmel İslâm davetçilerine tabi olan ve onların örnek yaşantılarından istifade etme gayreti içinde olan mümin kullarının üzerine olsun.
Peygamber aleyhisselâm’a duyulan saygının ve üstün hürmetin gereklerinden biri de onun ashabına hürmet göstermek ve onları yüceltmektir. Onların bizim üzerimizdeki haklarını bilip takdir etmek ve onları kendimize örnek almaktır. Onları övmek ise; Allah azze ve celle’den onların bağışlanmasını niyaz etmekle mümkündür. Yüce Rabbimiz bu sebeple şöyle buyurmaktadır.
“Bunların (Muhacir ve Ensar’ın) arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”[1]
Bu ayeti kerime ile alakalı olarak müfessir Katade rahimehullah şöyle der: “…Daha sonra Allahu Teâlâ üçüncü bir grubu zikretti. (Yani Muhacir ve Ensar’dan sonra gelenler) Bunlar Nebiyyi Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin ashabına istiğfar etmekle emrolundular, onlara sövmekle değil.”[2]
Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber akşam namazını kılmıştık. Aramızda: Burada oturup yatsıyı da onunla birlikte kılsak” dedik ve oturduk. Derken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza geldi ve “Hâlâ burada mısınız” buyurdu. “Evet” dedik. “İyi yapmışsınız” buyurdu ve başını semaya kaldırdı ve şöyle buyurdu:
“Yıldızlar semanın emniyetidir. Yıldızlar gitti mi, vaad edilen şey semaya gelir. Ben de ashabım için bir emniyetim. Ben gittim mi, onlara vaad edilen şey gelecektir. Ashabımda ümmetim için bir emniyettir. Ashabım gitti mi, ümmetime vaadedilen şey gelir.”[3]
Ümmetin emniyeti konumunda olan ashabın yaşantısını bilmek ve örnek yaşamlarından istifade edebileceğimiz sonuçlar çıkarmak biz Müslümanların ihmal etmememiz gereken vazifeleri arasındadır.
Çünkü bu sayede Rasûlullah aleyhisselâm’ın ve yollarına tabi olmamızı emretmiş olduğu ashabının yolu üzerinde sağa sola meyletmeden müstakim bir şekilde devam edebiliriz.
Bizler sahabeyi örnek alıp onlarla dirilmeli ve bu vesileyle de çevremizi de diriltmeliyiz. Şahsiyet eğitiminden geçmek, her birinin öne çıkmış vasıflarından faydalanmakla ve sahabeyi günlük yaşamımıza dâhil etmekle mümkündür. Bu da ancak onların üstün vasıflarını öğrenip amel etmekle mümkündür.
İşte bu önemli şahsiyetlerden biri de hayatını Allah’a adamış olan, bu sebeple de elde etmiş olduğu dünyevi her şeyden uzaklaşıp Ahireti uğruna dünyasını satan Mus’ab b. Umeyr radıyallahu anh’tır.
Mus’ab b. Umeyr radıyallahu anh, İslâmi bir şuura sahip olmadan önce lüks bir hayatta yaşayan, dünyası olabildiğince mağrur, istediği her şeyi kolayca elde edebilen ancak İslâmi bir yaşantıyı tercih etmekle herşeyin altüst olduğu ve çarkların geriye doğru dönmeye başladığı, işlerin tersine döndüğü kişiler için bir örnektir. İslâmi bir yaşantıyı tercih etti diye eski hayatına dair elinde ne varsa alınan ve fakru zaruret içerisinde bırakılan kişilerin sığınacağı bir limandır Mus’ab b. Umeyr radıyallahu anh…
Müslümanlar arasındaki lâkabına göre Mus’âbu’l-Hayr’ın şahane bir hikâyesi vardır.
Miladi 585 yılında Mekke’de dünyaya gelmiştir. Babası Umeyr, annesi ise Hünas binti Malik’tir.
Ailesi Mekke’nin en zengin ailelerinden biriydi. Bu ailenin cahiliye döneminde iki görevi vardı. Askeri görevleri; Mekke’nin sancaktarlığını yapmak iken, dini görevleri ise “Hicabe” yani Kâbe’nin bakımı ve anahtarını korumaktı.
Mus’ab, Kureyş gençlerinin gözdesi, onların en zarifi ve en yakışıklısıydı…
Tarihçiler ve raviler onun gençliğini şöyle tarif ediyorlar: “O Mekkelilerin en çok koku sürüneniydi…”
Mekke’nin zengin ailelerinden olup, yakışıklı ve güzel giyinen bir gençti. Anne ve babası evin üç erkeğinin en küçüğü olan Mus’ab’a ayrı bir düşkündü. Mus’ab’ı bolluk ve bereket içerisinde bir dediğini iki etmeden büyütür, onun için en güzel kumaşları getirtir, en özel elbiseleri dokuturlar, en özel ayakkabıları diktirirlerdi. Özellikle, Mekke’nin en zenginlerinden sayılan annesi, Yemen’den sadece ona ait özel koku getirtirdi. Onu en güzel atlara bindirir, en lezzetli ve taze yiyeceklerle beslerdi. Mekkeliler onu hayranlıkla seyrederlerdi. Hem görüntüsüyle hem de kendisine has kokusuyla dikkat çeken yakışıklı bir gençti. Her gün saatlerce süslenir ve sokağa öyle çıkardı. Mekke’nin en güzel kızları onunla evlenmek için can atardı. Bir defasında Hz. Peygamber aleyhisselâm da onun hakkında şöyle buyurmuştu: “Mekke’de Mus’ab b. Umeyr’den daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç görmedim.”[4]
Belki, Mekke gençleri arasında anne ve babasının şımartmasıyla Mus’âb İbni Umeyr’in elde ettiklerine sahip olan hiç kimse yoktu…
Mus’ab, Mekke’de o günün şartlarına göre zenginlik ve ihtişam içinde yaşarken, Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın insanları İslâm’a davet ettiğini öğrendi. Fazla vakit kaybetmeden Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın yanına giderek müslüman oldu. Miladi 610 senesinde Peygamber aleyhisselâm’a ilk vahiy indiği zaman henüz 25 yaşındaydı. Mus’ab’ın Müslüman olmasına vesile olan kişi Habbab b. Eret radıyallahu anh’tır.
Ey bugünün rahat ve refah içinde yaşayan gençleri! Her isteği yerine getirilen, istediğini kolayca elde eden, markalarla büyüyen gençler! Sizin de içinizde Mus’ab radıyallahu anh gibi İslâm’a dair bir merak var mı? İslâm’ın konuşulduğu mekânları merak ediyor musunuz? İslâm’ın öğrenildiği yerleri Mus’ab radıyallahu anh gibi araştırıyor musunuz? Yoksa rahatın verdiği meşgaleler sizi yeteri kadar meşgul ediyor mu? Sosyal medya, internetten vakit bulup İslâm’ı ve Kur’an’ı öğrenme çabasına giriyor musunuz? İbadetlere de You Tube’deki videolara ve İnstagram’a ayırdığınız kadar zaman ayırabiliyor musunuz? Her ne kadar sizin ödeyeceğiniz bedel onunki kadar olmasa da Allah’ın davasının bedel gerektirdiğini Mus’ab radıyallahu anh’ın anladığı gibi anlayabildiniz mi? Zevklerinizden, isteklerinizden vazgeçebilecek misiniz?
Bir Mus’ab da siz olabilecek misiniz? Ne dersiniz! Var mısınız, Mus’ab’ın yaşadığı gibi bir hayata? Evet diyebiliyorsanız şayet, Mus’ab b. Umeyr radıyallahu anh’ı dünyanın o çekici cazibesinin etkilemediği gibi artık sizi de etkilemiyorsa bu dünyanın süsleri ve cazibesi, o zaman devam edelim de neye talip olduğumuzu bir görelim.
O dönemde Mekkeliler, müslümanlara yoğun bir baskı uyguladığından, Hz. Mus’ab müslüman olduğunu ailesinden gizlemek zorunda kalmıştı. Ama o, Peygamberimizi gizlice ziyaret etmeyi de ihmal etmezdi. Ne var ki amcaoğlu Osman b. Talha, Mus’ab’ın namaz kıldığını görüp durumu annesi ile akrabalarına bildirmişti. Mus’âb’ın annesi Hünas binti Mâlik, ender bulunan güçlü bir karaktere ve korku verecek derecede bir heybete sahipti, Mus’âb müslüman olduğunda, yeryüzünde, annesinden başka hiçbir güçten çekinmiyor veya korkmuyordu. Ancak, annesinin düşmanlığı, üstesinden gelinemeyen bir korkuydu!…
Bugünün gençleri de İslâm’a yönelince nedense başta aileler olmak üzere tüm çevreden çok büyük tepkiler gelmeye başlıyor! Sanki yaşanan yer tamamıyla kâfirlerin egemen olduğu bir yermiş gibi! Sanki bu tepkiyi verenler azılı bir İslâm düşmanıymış gibi! İnsan hayret ediyor ve şu soruyu sormadan edemiyor! Ey evladına bu kadar düşkün olan ana-babalar çocuğunuzun İslâm’a yönelmesi sizleri neden bu kadar rahatsız ediyor? Siz de Mus’ab’ın annesi gibi statükocu[5] musunuz? Çocuklarınızın Allah’ın dinine yönelmeleri sebebiyle toplumun size olan tepkilerini neden bu kadar önemsiyorsunuz? Toplumun diğer tüm meselelerdeki tepkilerini de bu kadar önemsiyor musunuz? Sizler herkesten bu kadar kolay mı etkileniyorsunuz? Her diyenin sözüne göre ayrı bir kimliğe veya ayrı bir şekle mi bürünüyorsunuz? Ne zaman beyaz ne zaman gri ne zaman siyah olduğunuz belli olmuyor mu? Nedir bu haliniz? Allah’ın rızası sizler için daha önemli olması gerekmez mi? Vazifesini yerine getirmiş bir ebeveyn olarak Ahirette Allahu Teâlâ’nın huzuruna çıkmak sizleri daha mutlu etmez mi? Yüce Allah’ın çocuklarınızı Allah’ın dinine uygun yetiştirmeniz veya en azından bu isteklerine saygı duyup onları bu yolda desteklemeniz sebebiyle sizlere takacağı “vakar tacı” yeterli gelmez mi? Ne dersiniz? Toplumun tepkisi mi yoksa Yüce Yaratıcının tepkisi mi? Hangisini göğüsleyeceksiniz? Bunu iyi düşünün ve sizin için en hayırlı olanı tercih edin. Yani Allah’ı razı etmeye bakın. Sizin tercih yapmanızı kolaylaştıracak olan Peygamber aleyhisselâm’ın şu güzel nasihatlerini de iyi dinleyin ve bunları hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayın.
Bakınız Peygamber aleyhisselâm ne buyuruyor:
“Kur’an’ı Kerim’i okuyan ve hükümleriyle amel edenin anne ve babasına kıyamet günü bir taç giydirilir ki, bu tacın ışığı, güneşi evlerimizin içinde farz etseniz dünya evlerindeki güneş ışığından daha güzeldir. O halde Kur’an’ı Kerim’i bizzat öğrenen hakkında ne düşünürsünüz? (Onun sevabını da siz takdir ediniz)[6]
“Her kim Kur’an’ı okur ve onu ezberlerse, helalini helal, haramını da haram kabul ederse, Allahu Teâlâ onu bu sebeple cennete girdirir ve onu yakınlarından kendilerine cehennem vacip olan (cehenneme girmesi gereken) on kişiye şefaatçı (Yardımcı) kılar.”[7]
Bugünün Mus’ab adaylarından bazıları da şu anda sessizlik ve çaresizlik içinde beklemekteler… İmanlarını, itikatlarını Yüce İslâm’ın herkese anlatılması gereken esaslarını içlerinde gizliyor, ne olduklarını, kim olduklarını ifade etmede zorluk çekiyorlar. Davalarını tebliğ etmekten çekiniyorlar. Belki kendini ifade edememekten, belki yanlış anlaşılmaktan, belki kınanmaktan belki başka başka şeylerden… Sebepleri farklı olabilir, ancak bu suskunlukları ve İslâmi değişimin olumlu etkilerinin üzerlerinde görülmeyişi başkasına değil bizzat kendilerine zarar veriyor, aileleri tedirgin ediyor, git gide içine kapanan ve anne babadan uzaklaşıp farklılaşan bir çocuğu hiç kimse istemiyor. Sonuçta her türlü baskı ve engelleme çabası netice veriyor. Zamanla, etkileşim, değişime, değişimde bu yoldan kopmaya sebep oluyor. Ve artık tarihin geçmişinde bir yerlerde eski anılar olarak yerini alıyor. Özgüvenin yitirilmesi, ebeveynin tahakkümüne boyun eğiş ve bu kervandan kopuş ve kayboluş… Ne acı ki Mus’ab olmak buraya kadarmış! İşte maalesef bu aşamada pes etmiş bazı Mus’ab sevdalıları! Neden? Çünkü Mus’ab gibi bir iman ve bu uğurda gereken fedakârlık yok ta ondan…
Mus’âb’ın müslüman olması üzerine annesi Hünas onu yakalayıp bir mahzene hapsetti. Aç ve susuz bıraktı. Hatta zamanla bunun da fayda etmediğini görünce önceleri o pek kıymet verdiği oğlunu kölelerine kamçılatarak sırf Müslüman diye işkence yaptırdı. Artık onun için çile dolu zor günler başlamıştı. Annesi Hünas, denediği her yolun faydasız olduğunu görünce Mus’ab’ı şöyle tehdit etmeye başladı. Mus’ab ya ailesini ve servetini tercih edecekti ya da Müslümanlığı seçip ailesi tarafından reddedilecekti. Mus’ab’ın tercihi elbette ki İslâm’dan yana oldu. Evinden, ailesinden ve dünya servetinden ayrılarak Habeşistan’a hicret eden ilk kafileye katılıncaya kadar Daru’l Erkam’da kalmaya devam etti. Miladi 615 senesinde vahyin inmesinden 5 sene sonra Mekke’de çok fazla sıkıntı ve işkenceye maruz kalan Mus’ab, Habeşistan’a hicret etmek için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin istedi.
Mus’ab olmak bedel ister demiştik. Nitekim de Mus’ablar bazen aileleri veya yakın çevrelerinden çok şiddetli baskılar görebilir. Maddi veya manevi işkenceye tabi tutulabilir. Psikolojik baskı altında bırakılabilir. Kendisine aşağılayıcı her türlü lakaplar takılabilir. Ebeveynler tarafından çevresi ile özellikle de İslâmi özelliklere sahip olan kesimlerle olan ilişkileri kesilebilir. Ancak Mus’ab radıyallahu anh gibi olmak ve fırsatını bulduğu ilk anda gerektiğinde hicrete talib olmak gerekir.
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: “Ne iş de idiniz!” dediler. Bunlar: “Biz yeryüzünde çaresizdik” diye cevap verdiler. Melekler de: “Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir.”[8]
O, diğer muhacir kardeşleriyle birlikte Mekke’ye dönecek, sonra yine Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın hicret etmelerini emrettiği sahâbîlerle birlikte ikinci defa Habeşistan’a hicret edecektir.
Birgün o, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında oturmakta olan bazı müslümanların yanına gitti. Onlar, Mus’âb’ı görür görmez, başlarını önlerine eğip gözlerini yumdular. Bazılarının da gözlerinden yaşlar boşandı. Çünkü onlar, Mus’âb’ı eski ve yamalı bir elbise giymiş olarak görmüşlerdi. Bu onlara Mus’âb’ın müslüman olmadan önceki halini hatırlatmıştı. Hâlbuki onun, müslüman olmadan önceki elbiseleri bir bahçenin parlak, zarif ve kokulu çiçekleri gibiydi…
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun gelişini, hikmetli, şükür ve sevgi ifade eden bakışlarla seyretti ve gülümseyerek şöyle dedi: “Bir zamanlar Mekke’de anne ve babasının yanında ondan daha rahatı yokken, şimdi şu Mus’âb’ı görüyorum. Ama o, bunların hepsini Allah’a ve Peygamberine olan sevgisinden dolayı terketti…”
İşte Allah ve Rasûlüne duyulan sevgi neticesinde ödenen bedel: Dünyadan ve onun tüm ziynetinden yüz çevirebilmek veya gerektiğinde bunlardan kopabilmeyi göze almak…
Abdullah b. Mugaffel radıyallahu anh’dan rivayete göre o şöyle demiştir.
“Bir adam Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben seni gerçekten seviyorum” dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Söylediğin söze dikkat et” buyurdu. Adam da, “Vallahi seni gerçekten seviyorum” diyerek üçüncü sefer de aynı sözü tekrar etti. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Eğer beni seviyorsan fakirliğe karşı bir kalkan hazırla. Çünkü fakirliğin beni seven kimseye gelmesi, selin durak yerine akması gibi hızlıdır.” buyurdu.[9]
Annesi oğlunun, yeni dininden vazgeçeceğine dair inancından ümidini kesince, dünya nimeti olarak ona verdiği herşeyi kesti. Tanrıları terketmiş ve onların lanetine uğramış bir insanın kendi ekmeğini yemesine razı olmadı. Hatta bu insan, oğlu bile olsa!…
Mus’âb, içinde yaşadığı bol nimetten, zorluk ve yoksulluğa geçti. Artık, daha önce şık giyinen ve kokular sürünen delikanlı şimdi en kaba elbiseleri giyen, bir gün yiyen, günlerce yemeyen birisi olmuştu.
İslâm’ı yaşamayan veya yaşayanlara da tahammül edemeyenler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ve ona iman eden ilk Müslümanlara uyguladıkları boykot gibi uzun süreli boykotları uygulayabilirler. Ekonomik olarak her türlü zorluklara onları mahkûm edebilirler. Geçim sıkıntısı, açlık, işşizlik vs. gibi şeylerle onları yola getirmeye çalışabilirler. Ancak Mus’ab taliplilerinin böyle zorluklar için “Bu da bir imtihandır sabredeceğim inşallah” diyerek kararlı bir duruş ortaya koyması gerekir. Bütün bunlar ileride İslâm’ın yükünü taşıyacak kişilerin eğitilmesi ve dava uğruna her türlü engellere göğüs gerebilmesi için Yüce Allah’ın kulunu eğitmesi sürecidir.
Bu sırada Birinci Akabe Beyati olmuş ve Medinelilerden bir grup İslâm’ı kabullenmişti. Kendilerine İslâm’ı anlatmak ve diğerlerine de tebliğ yapmak için Rasûlullah aleyhisselâm’dan bir öğretici istediler. Hz. Peygamber aleyhisselâm da bu önemli görev için Hz. Mus’ab b. Umeyr’i görevlendirdi. O, Peygamber aleyhisselâm’ın Medine’deki elçisi olacak, iman edip Akabe’de Peygamber aleyhisselâm’a biat eden Ensar’ı yetiştirecek, başkalarını da Allah’ın dinine sokacak ve Medine’yi büyük hicret gününe hazırlayacaktı. Hz. Mus’ab onlara hem namaz kıldıracak, hem Kur’an öğretecek, hem de diğer insanlara İslâm’ı anlatacaktı ve yeni kimseleri İslâm’a davet edecekti.
Mus’ab radıyallahu anh, ben Medine gibi uzak olan bir yere tek başıma gitmem. “Ne yaparım oralar da bir başıma” demedi. Burun bükmedi. Belli şartlar ileri sürmedi. Yüksek maaşlar, ücretler, ikramiyeler istemedi. Orada iş yapabilmek için geniş imkânlara sahip olmayı, bir ev, bir binek (araba) talep etmedi. Sadece emre itaat etti. Çünkü yapacağı işin her şeyden daha değerli olduğunu, tüm dünyadan ve içindeki her şeyden daha kutsal ve önemli bir işle görevlendirildiğinin şuurundaydı. O güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha kıymetli bir hazineye sahip olacaktı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Kim hidayete çağrıda bulunursa kendisine tabi olanların sevapları kadar ona sevap verilecek ve tabi olanların sevaplarından da hiçbir şey eksiltilmeyecektir…”[10]
“Allah’a yemin ederim ki, senin sayende Allah’ın bir tek kişiye hidayet vermesi senin için, kırmızı develerin olmasından daha hayırlıdır.”[11]
O zamanın en kıymetli bineğine, hatta hadisteki ifadesiyle bineklerine sahip olmak… Zamanın en güzel bineği kızıl renkli, gösterişli… Bugünün Ferrarisi… Sadece bir tanesi yaklaşık 5,5 milyon tl (5,5 trilyon tl.)
Kim göze alır ve kim katlanabilir, Ferrariyi bırakıp ta insanların hidayetine vesile olmak için çalışmayı… Kim ister, iman edecek tek bir yürek için Ferrarilerden ayrı kalmayı… Yoksa önce Ferrariler olsun sonra sıra tebliğe de gelir mi demişti Mus’ab radıyallahu anh… “Evvela dünyayı imar, sonra da ahirete yarar mı” demişti. Hayır, kesinlikle hayır… O böyle dememişti. Eski şaşalı günlerine özlem duyan insanlar için bir fırsat gibi görülen bu durumu lehine değerlendirmemişti.
Mus’ab olmak isteyenler için bir dönüm noktası daha… Kim istemez ki dünya metaını? Tabi ki Mus’ablar istemez. İmanın tadını alanlar istemez. Onlar en hayırlısını isterler. Hayır neyde ise Rablerinden onu isterler, dualarında dünya ve ahiretleri için “hasene” isterler.
“Ama içlerinden öyleleri de vardır ki “Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru, derler.”[12]
Böylece Medine’ye ilk hicret eden sahabi Mus’ab b. Umeyr oluyordu. Medine’de ilk cuma namazını da Mus’ab b. Umeyr’in kıldırdığı kaynaklarda ifade edilir.[13] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onu Sa’d b. Ebî Vakkas radıyallahu anh ve Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallahu anh ile kardeş ilan etmişti.[14]
Mus’âb, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından Medine’ye gönderildiğinde, orada daha önce Akabe’de biat eden 12 kişiden başka müslüman yoktu.
Bir yıl sonra Mekke’ye, Akabe biatından sonraki hac mevsiminde yanında 75 kişi ile gelen Mus’ab b. Umeyr, Hz. Peygambersallallahu aleyhi ve sellem’e İslâm’ın Medine’deki hızlı yayılışının müjdesini verirken şöyle demişti: “İslâm’ın girmediği ve konuşulmadığı ev kalmadı.”
Mus’âb, zekâ ve kabiliyetiyle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kimi seçeceğini iyi bildiğini ispat etmişti…
Es’âd İbn-i Zurare’nin misafiri olarak, onunla birlikte, insanlara Rabbi’nin Kitabını okumak ve “Allah ancak bir tek ilâhtır” sözünü fısıldamak üzere kabilelere, evlere ve toplantılara gidiyorlardı…
Boş durmuyordu Mus’ab… Medine’ye geliş gayesini biliyordu. Medine’nin hurma bahçelerinin gölgesinde yatmak, tatil yaparcasına rahatlığı fırsat bilip uzanmak, vazifeyi ihmal etmek manasına gelirdi. Aynı zamanda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ona olan tüm güvenini de boşa çıkarmış olurdu. Mus’ab durmadı, gece gündüz davetini insanlara götürdü. İslâm’ın konuşulmadığı tek bir ev dahi kalmadı Medine’de…
Zamanın Mus’abları! Sizlerin de bulunduğunuz yerlerde İslâm konuşuluyor mu? Yoksa spor, magazin, eğlence, boş muhabbetler daha çok mu revaçta? Ev ev dolaşıp tebliğ yapıyor musunuz? Hadi bunu bırakın da kendi evinize tebliği götürdünüz mü? Anne babanız, kardeşleriniz, abi ve ablalarınız, yakın akrabalarınıza Allah’ın davetini ulaştırdınız mı? Hayır mı? Öyleyse hâlâ niye duruyorsunuz? Hani Mus’ab olmak istiyordunuz? Ne oldu zorlandınız mı Mus’ab olmaya… Burada pes mi ettiniz? Tamam mı artık?.. Yeter mi? Buraya kadar mı?
Zordur Mus’ab olmak…
Bir yıl boyunca dur durak bilmeden ev ev dolaşmak… Toplantılara katılmak… 12 kişi ile başlayıp bir yıl içinde 73’ü erkek 2’si kadın 75 kişiye ulaşmak… Siz bugüne kadar kaç kişinin şuurlanmasına vesile oldunuz? “Elhamdulillah bir kişi dahi olsa İslâm’ı ulaştırdığım kişi var” diyebiliyor musunuz? Öyleyse, Allah hamdınızı artırsın. Nice kimselerin İslâm ile tanışmasına vesile olarak hamdınızı artırmaya devam edin. Size olan güveni ve umutları boşa çıkarmayın. Ahirette karşılığını görmek üzere fedakârlığa devam edin. Rabbim yardımcınız olsun.
Bir gün, halka vaaz ederken Medine’deki Abdu’l-Eşhel oğullarının efendisi Useyd İbnu’l-Hudayr çıka geldi. Kavmini dininden çıkarmaya, onları tanrılarını terk etmeye davet etmeye, onlara daha önce bilmedikleri ve alışık olmadıkları bir tek ilâhtan bahsetmeye gelmiş olan bu adama karşı kızgınlığından titrer bir halde ona mızrağını çekti.
Useyd, Mus’âb’ın önünde durup Es’ad İbn-i Zurare’yle ona hitaben:
“Niçin bizim yurdumuza geldiniz? Niçin bizim zayıf kimselerimizle uğraşıyorsunuz ve insanları aldatıyorsunuz? Eğer sağ kalmak istiyorsanız derhal buradan ayrılın ve bizi terkedin!” dedi.
Mus’âbul-Hayr’ın yüzü gülümseyip şöyle konuştu.
“Dinlemek için oturmaz mısın? Eğer bizim işimizi beğenirsen onu kabul edersin. Şayet beğenmezsen, biz de sizden vazgeçeriz”.
Ne güzel bir üslup… Gülümsemek ve nazikçe “Dinlemek için oturmaz mısınız” diyebilmek… Daveti muhataba götürürken davet yolarını en mükemmel şekilde sunabilmek … Daveti öğrenmek ve hikmetle hareket etmek… Kötülüğe kötülükle cevap vermemek… Yapılan saygısızlığa misliyle mukabelede bulunmamak… Daveti tanımak, muhatabı tanımak, sonuca götürecek yolları tanımak… Başarılı bir tebliğin usullerini öğrenmek… Mus’ab olabilmenin bir diğer şartı daha ortaya çıkıyor: İyi bir tebliğci olmak…
Useyd: “Tamam, haklısın” deyip mızrağını yere bıraktı ve dinlemek üzere oturdu.
Mus’âb, Kur’ân-ı okuyup Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği daveti açıklayınca Useyd’in suratının asıklığı gitmeye ve neşeli bir hal almaya başladı.
Mus’âb, sözünü bitirir bitirmez, Useyd İbnu’l-Hudayr ona ve yanındakilere şöyle fısıldadı: “Bu söz ne kadar güzel ve doğru… Bu dine girmek isteyen kimse ne yapar?”
Mus’âb: “Müslüman olmak isteyen elbise ve vücudunu temizler. Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet eder” dedi.
Useyd bir süre onların yanından ayrıldı. Daha sonra, başından temiz sular damlaya damlaya döndü. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah’ın elçisi olduğuna şehadet ettiğini ayakta ilân etti.
Daveti götürürken Kur’an ile gitmek… Herkesin sözünden daha üstün olan bir sözü haykırmak… Tüm mahlûkatın ilahının sözlerini anlatmak… Kur’an’ı bilmek…
Daveti götürürken en çok ihtiyaç duyacağımız husus: Kur’an…
Kaçımız Kur’an okumasını iyi derecede biliyor, içindeki manalarına vâkıf? Kaçımız Rabbinin buyrukları ile diğerlerinin arasını rahatlıkla ayırabiliyor? Hangisi ayet, hangisi hadis, hangisi sıradan bir söz bunun farkında? Var mı böyle kimseler aramızda? Kur’an’ı kaç kez hatmettiniz? Mealini kaç kez baştan sona okudunuz? İnsanlara daveti götürürken onlara sunabileceğiniz kaç ayet ezberlediniz? Ey Mus’ablar! Haydi cevap verin…. Ne kadar Kur’an’a vâkıfsınız?
İnsanları kazanmanın en önemli şartı İslâm’ı tanımak, tanıtmak ve yaşamak… İşte Mus’ab olmak böyle bir şey…
Useyd İbnu’l-Hudayr’ın Müslüman olma haberi sanki bir şimşek gibi yayıldı. Sa’d İbn-i Muaz gelip Mus’ab’ı dinledi, kalbi kanaat getirdi ve müslüman oldu. Onu, Sa’d İbn-i Ubade takip etti. Onun müslüman oluşuyla iş tamam oldu. Medineliler birbirleriyle: “Useyd İbnu’l-Hudayr, Sa’d İbn-i Muaz ve Sa’d İbn-i Ubade müslüman olmuşlar, biz neden geç kaldık? Haydi, Mus’ab’a, onunla birlikte biz de iman edelim, çünkü diyorlar ki hak, onun dişlerinin arasından çıkıyor”, şeklinde konuşmaya başladılar.
Eğer davetinizi güzel götürebilirseniz, insanların güvenini ve sevgisini kazanabilirseniz insanlar sizin peşinizden gelirler, Mus’ab’ın peşinden gittikleri gibi… Davet için çok yorulabilirsiniz, çaba sarf etmenize rağmen bazen başarısızmış gibi gözükebilirsiniz ancak buna da sabredebilirseniz başarı çorap söküğü gibi peş peşe gelir Allah’ın izniyle. Bitti zannettiğiniz yerde yepyeni filizler fışkırabilir. Ve o filizler giderek etrafa kök salarlar… Yeter ki sabredin, kararlı olun, asla pes etmeyin. Davanıza inancınız olsun… Allah’ın vaadine güvenin, ihmalkârlığa ve gevşekliğe kapılmayın. Durmayın, yola devam edin. Ufukta aydınlık gözüküyor, vazgeçmeyin. Başarıyı Allah’tan bilin ve hamd etmeye devam edin.
Günler ve yıllar geçer, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı Medine’ye hicret eder, Kureyş, kin ve öfkesini ortaya koyar. Uhud savaşı olur. Müslümanlar kendilerini harbe hazırlar, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, sancağı taşıyacak kimseyi seçmek için inanan yüzleri incelemek üzere ayakta durur. Mus’âbu’l-Hayr’ı çağırır. Mus’âb ilerler ve sancağı alır.
Daha önceden kendisine olan güveni sarsmayan, vazifesini layıkıyla yerine getiren görev adamı Mus’ab’a bir vazife daha… Sancağı taşıma vazifesi… Bu işe en layık olan davanın ilk tebliğcisi ve öncüsü Mus’ab’a bir öncülük görevi daha…
Korkunç çarpışma başlar, savaş kızışır. Müşriklere karşı meydan okuyarak savaşanların başında Ebû Dücâne, Hamza bin Abdülmuttalib ve Mus’ab bin Umeyr radıyallahu anhum gelmektedir. Okçular Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in emrine muhalefet ederler, müşriklerin bozguna uğrayarak çekildiklerini görünce dağın tepesindeki mevkilerini terkederler fakat onların bu hareketi, müslümanların zaferini hemen bozguna çevirir.
Düşmanlar, karışıklık ve korkunun müslüman saflarını parçaladığını görünce, yakalamak için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in etrafında toplanırlar.
Mus’ab İbn-i Umeyr bu korkunç tehlikeyi sezer. Hücum edip üzerlerine atılmak üzere harekete geçer. Bütün gayesi, düşmanın dikkatini üzerine çekmek, onları Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile uğraşmaktan alıkoymak ve bir ordunun tümünü ondan uzaklaştırmaktı.
Mus’ab basiretli… Mus’ab vazifesine sadık, işini bilen birisi… Emir ne ise onu yapıyor, nefsi içtihatlarla hareket edip vazifesini ihmal etmiyor. Müslümanların vazife yerlerini terk etmeleri sebebiyle ortaya çıkan düşman saldırıları karşısında can siperane Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i korumaya koşuyor. Bütün saldırıları üzerine çekmeye çalışıyor. Görünüm olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e benzerliğini kullanarak müşriklere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i öldürdükleri izlenimini vermeye çalışıyor. Ne güzel bir fedakârlık örneği… Davanın liderine bir şey olmaması uğruna kendini feda etmek… Mus’abların başarabileceği cinsten bir iş… Fedakârlık…
Biz şimdi, büyük Mus’ab’ın hayatının son sahnesini anlatması için sözü olaya bizzat şahit olan kimseye bırakalım:
İbn-i Sa’d, İbrahim İbn-i Muhammed İbn-i Şurahbîl el-Abdurî’nin babasının şöyle anlattığını rivayet etmektedir:
“Mus’âb İbn-i Umeyr Uhud günü, sancağı aldı. Müslümanlar saldırıya geçince, Mus’ab bulunduğu yerden ayrılmadı. İbn-i Kamia atlı olarak geldi ve Mus’ab’ın sağ eline vurup onu kopardı. Bu arada Mus’âb şöyle diyordu: “Muhammed ancak bir peygamberdir, ondan önce de başka peygamberler gelip geçmiştir…”[15]
Sancağı sol eliyle tutup üzerine eğildi. Düşman bu defa sol eline vurup onu da kopardı. Mus’âb sancağın üzerine kapanıp pazılarıyla onu bağrına bastı. Yine şöyle diyordu: “Muhammed ancak bir peygamberdir, ondan önce de başka peygamberler gelip geçmiştir…”
Düşman bu defa mızrakla saldırıp Mus’âb’a mızrağı sapladı ve mızrak kırıldı. Mus’âb yere düştü ve sancak da düştü…»
O, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i çok sevdiği ve ona bir zarar gelmesinden korktuğu için onun uğrunda kendini feda ediyordu. Yürürken kendisinden kolunu birer birer alan her kılıç darbesiyle birlikte:
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir” diyordu.
Daha sonra devamı nazil olacak bu âyeti tekrar edip duruyordu.
İbni Kamia onu yere düşürdü, şehit etti.[16] İbni Kamia, şehit ettiği Mus’ab b. Umeyr’in Peygamberimiz Aleyhisselam olduğunu sanarak müşriklerin yanına döndüğü zaman: “Ben Muhammed’i öldürdüm!” dedi.[17] Bir münadi de: “Muhammed öldürüldü!” diye bağırdı.[18]
Uhud savaşında Ashab-ı kiram’ın ileri gelenlerinden birçok kimse şehid oldu. Hz. Mus’ab b. Umeyr de şehidler arasındaydı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ne kadar üzüntülü olduğu yüzünden okunuyordu. Mus’ab’ın mübarek na’şının başucunda oturarak, Uhud şehidleri hakkında nazil olduğu bildirilen şu ayeti okudu: “Mü’minlerden öyle er kişiler vardır ki, Allah’a verdikleri sözde sadakat ettiler. Kimi adağını ödedi şehid oldu. Kimi de (şehid olmayı) bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler”[19]
Allah yolunda canını feda eden bu aziz şehid sahâbi için Ashab-ı Kiram’dan Habbab radıyallahu anh şunları anlatıyor: “Biz Hz. Peygamberle birlikte Medine’ye yalnız Allah rızası için hicret ettik. Artık mükâfatını Allah’tan bekleriz. Arkadaşlarımız arasında bu nimetlerden tatmadan âhirete gidenler vardır ki Mus’ab b. Umeyr de bunlardan biridir. O Uhud günü şehid olmuştu da, kendisini saracak bir kefen dahi bulamamıştık. Yalnız şehidin bir kaftanını bulmuş ve bu aziz şehidi ona sarmaya çalışmıştık. Ancak başını örterken ayakları açılıyor, ayaklarını kapatırken de başı açığa çıkıyordu. Bu yoksulluk karşısında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bize şehidin başını örtmemizi ve ayaklarının üstüne de ızhîr denilen kokulu ottan koymamızı emretti.”[20]
Hz. Mus’ab şehid edildiğinde kırk yaşlarında idi. Bir zamanlar zenginlik ve refah içinde yaşayan bu değerli insanı kefenleyecek bir örtü dahi bulunamamıştı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, yanına geldiğinde Mus’ab b. Umeyr eski bir hırkanın içinde saçları dağılmış, vücudu ise kılıç ve mızrak darbeleriyle parçalanmış bir durumda yatıyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem üzüntülü bir halde şunları söyledi: “Seni Mekke’de gördüğümde, senden daha güzel giyinen, senden daha yakışıklı kimse yoktu. Şimdi ise, kefen olarak sarılmış hırkadan başın dışarıda kalıyor.” Sonra onun için de bir kabir açtılar ve o mübarek sahabiyi de Uhud şehidleri arasına defnettiler.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gözleriyle savaş alanında şehit olarak yatan Mus’âb’ın bütün arkadaşlarını süzüp şunu da söylemişti:
“Allah’ın Rasûlü şehadet eder ki: Siz kıyamet gününde Allah katında, şehid kimselersiniz”.
Arkasından Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yanındaki, sağ kalan sahabilere, şehidlere yaklaşıp selâm vermelerini söyledi ve verilen selâmların şehidler tarafından alınacağını ifade etti.[21]
“Ey insanlar! Onları ziyaret ediniz, onlara gelip selâm veriniz. Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, kıyamet gününe kadar, birisi onlara selâm verse, onlar o kimsenin selâmını alırlar” demişti.[22]
Ey bugünün Mus’ab’ı olmaya talip olanlar! Selâm verin seleflerinize, öncülerinize… Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, şehidler tarafından selâmınızın alınacağını bildiriyor. Uhud’da selâm verin o mübarek şehidlere… Yollarından devam ettiğinizi haykırın… “Sizler görevlerinizi yaptınız, Rasûlullah aleyhisselam’ı ve davasını yalnız bırakmadınız ama merak etmeyin arkanızdan bizler geliyoruz, gözünüz arkada kalmasın” deyiniz. “Bizler de onu ve davasını yalnız bırakmayacağız. Onu asla terk etmeyeceğiz” deyin. Verin bu sözü onlara ve kendinize… Sonrasında da sadık olun sözünüze… Sadakat gösterin sözünüze ki yukarıda ki ayet size de hitap etmiş olsun. Asla verdikleri sözü değiştirmeyenlerden olabilesiniz.
Rabbimiz bizi sözüne sadık olanlardan eylesin.
Selam ve Dua ile…
[1]. Haşır,10.
[2]. Taberi, Tefsir, c,23 s.288.
[3]. Müslim, Fedailu’s Sahabe, 207.
[4]. İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut 1960, III, 116.
[5]. Şu anda ve eskiden beri içinde bulunulan, değişmesi beklenmeyen ve istenmeyen durum.
[6]. Ebu Davud, Vitr, 14; Ahmed, 3/440; Hakim, Müstedrek, 1/567.
[7]. Tirmizi, Sevabu’l Kur’an, 13; İbni Mace, Mukaddime, 16; Ahmed b. Hanbel, 1/147,149
[8]. Nisa,97.
[9]. Tirmizi, Zühd,36.
[10]. İbni Mace, Sünnet, 14.
[11]. Buhari, 7/3468;Müslim, 2406/34.
[12]. Bakara, 201.
[13]. İbn Sa’d, a.g.e., III, 118.
[14]. İbn Sa’d a.g.e., III, 120.
[15]. Bkz. Âl-i İmran,144.
[16]. İbn Sa’d, Tabakâtü ‘l-Kübrâ, c. 3, s. 120
[17]. İbn İshak, İbn Hisam, Sîre, c. 3, s. 77, Taberî, Târih, c. 3, s. 18, Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, c. 3, s. 238, İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 155, Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, c. 1, s. 103.
[18]. Taberî, Târîh, c. 3, s. 17, Zehebî, Megâzî, s. 143. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 4/172-175.
[19]. Ahzab, 33/23.
[20]. Buharî, Cenâiz 27; İbn Sa’d, a.g.e., III, 121.
[21]. İbn Sa’d, a.g.e., III, 121.
[22]. Halid Muhammed Halid, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi: 1/393-402.