Nebevi Damlalar – Yener Yılmaz / 2019 Ağustos / 80. Sayı
İbni Mes’ûd radıyallahu anh dedi ki:
Bize, doğru söyleyen, doğruluğu tasdîk ve kabul edilmiş olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem haber verdi ve şöyle buyurdu:
“Sizden birinizin yaratılışının başlangıcı, annesinin karnında kırk günde derlenip toplanır. Sonra ikinci kırk günlük süre içinde pıhtı hâline döner. Sonra da bir o kadar zaman içinde bir parça et olur. Daha sonra Allah bir melek gönderir ve melek, ona ruh üfler. Bu melek dört şeyi; anne rahmindeki canlının rızkını, ecelini, amelini, said mi (iyi biri mi) yoksa şaki mi (kötü biri mi) olacağını yazmakla emrolunur. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemîn ederim ki, sizden biri, cennetliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cennet arasında sadece bir arşın mesâfe kalır da sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer, cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve cehenneme girer. Yine sizden biri cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesâfe kalır; sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer ve o kişi cennetliklerin yaptığı işleri yapar da neticede cennete girer.”
(Buhârî, Bed’ü’l-halk 6, Enbiyâ 1, Kader 1; Müslim, Kader 1. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Tirmizî, Kader 4; İbni Mâce, Mukaddime 10)
Hadisin ravisi;
Abdullah Bin Mesud
Fakir bir ailenin çocuğu olduğu için İslâmiyet’e girmeden önce pek tanınmayan Abdullah b. Mes‘ûd, çocukluğunda Ukbe b. Ebû Muayt’ın sürülerine çobanlık yaptı. Hz. Hatice ve Ali’den sonra İslâmiyet’i kabul eden üçüncü kişi olduğu söyleniyorsa da bizzat kendisi, altıncı Müslüman olmaktan şeref duyduğunu belirtmektedir. Onun yeni dine girişini, koyun sürülerini otlattığı bir sırada Hz. Peygamber’le aralarında geçen olağan üstü bir hadiseye bağlayan haberler yanında, Peygamber’in Erkam’ın evine yerleşmesinden veya Hz. Ömer’in İslâm’a girmesinden önce müslüman olduğuna dair rivayetler de vardır. Müslüman olduktan sonra, azılı İslâm düşmanlarından biri olan Ukbe b. Ebû Muayt’ın yanından ayrıldı ve kendini dine ve Hz. Peygamber’in hizmetine adadı
Mekke’de diğer Müslümanlarla birlikte o da müşriklerin eziyet ve işkencelerine mâruz kaldı ve bundan kurtulmak için Habeşistan hicretlerine katıldı. Müşriklerden korkmadan ve onlardan gelecek baskılara aldırmadan, Hz. Peygamber’den sonra Kâbe’de âşikâre Kur’an okuyan ilk sahâbî olan Abdullah b. Mes‘ûd, aynı zamanda Medine’ye ilk hicret edenler arasında yer aldı. Kaynaklar onun Hz. Peygamber zamanındaki bütün savaşlara katıldığını bildirmektedir. Bedir’de savaştan bir önceki gece keşif kolunda görev aldı ve savaş sırasında yaralı olarak bulduğu Ebû Cehil’i öldürdü. Hz. Peygamber, ümmetin Firavun’u diye vasıflandırdığı Ebû Cehil’in öldürülmesinden dolayı Allah’a hamdederek Abdullah’ı övmüş ve Ebû Cehil’in kılıcını ona vermiştir.
Medine’de Mescid-i Nebevî’nin arka tarafında Abdullah’a annesiyle birlikte oturacakları bir ev ayrıldı, ayrıca kendilerine Resûlullah’ın evine rahatça girip çıkmaları için izin verildi. Hatta bu yakın münasebet sebebiyle yabancılar onları Peygamber ailesinden sanırdı. Kendisini Rasûlullah’ın hizmetine adamış olan Abdullah, Hz. Peygamber bir yere gitmek istediği zaman ayakkabılarını çevirip hazırlar, yolda önünde yürür, yıkanırken perde tutar ve uykuda iken ibadet için uyandırırdı. Bir yere oturduklarında ayakkabılarını çıkarır, muhafaza ederdi. Güzel sesliydi ve çok güzel Kur’an okurdu. Sahâbe arasında ahlâk ve yaşayışı bakımından Rasûlullah’a en çok benzeyen bir kimse olarak kabul edilirdi. Hz. Peygamber’in hayat tarzını, kıyafetini, ahlâk ve tavırlarını örnek almada son derece gayret gösterirdi. Kaynakların belirttiğine göre Abdullah b. Mes‘ûd kısa boylu, zayıf ve esmer bir kimse idi. Son derece mütevazi bir kişiliğe sahipti. Saçlarını uzatır, temiz ve güzel giyinmeyi severdi. Süründüğü güzel kokularla karanlık gecede bile tanınırdı. Bir yandan Hz. Peygamber’in özel hizmetinde bulunurken diğer yandan da yeni Müslüman olanlara İslâmiyet’i öğretirdi. Abdullah, Uhud Gazvesi’nde bir ara ortaya çıkan panik sırasında Peygamber’in yanından ayrılmayan birkaç kişiden biridir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra meydana gelen riddet olaylarında Medine’nin savunulması ve stratejik noktalarının korunması maksadıyla, Halife Ebû Bekir tarafından seçilenler arasında o da yer almıştır.
Hz Ömer tarafından Kufe’ye kadı olarak atanmış, Hz Osman döneminde Medine’ye çağırılmıştır. Medine’de bir süre kaldıktan sonra hastalanmış ve altmış yaşını geçmiş olarak vefat etmiştir. Cenaze namazı Hz. Osman veya Ammâr tarafından kıldırılmış ve Bakî‘Mezarlığı’na defnedilmiştir. [1]
Açıklama
Hadisi şerif açıkça gösteriyor ki, insan anne karnında üç devre kırkar gün kaldıktan sonra Allah ona ruh üfürmek için bir melek gönderir. Bu devrelerin toplamı dört ay eder. Dört aydan sonra anne karnındaki cenine melek tarafından ruh üfürülür. Doğduğu zaman yiyip içeceği rızkı, eceli, ameli, şaki mi (bedbaht mı) yoksa saîd mi (kurtuluşa eren, mutlu biri mi) olacağı yazılır. İşte mukadderat denilen şeyler bunlardır. Hadîs-i şerif açıkça kaderin varlığını gözler önüne sermektedir.
Yalnız Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hadiste nadiren meydana gelen halleri açıklamaktadır. Bu haller ömrü boyunca cennete girmeye sebep olan amelleri işleyip, sonunda cehennemlik olmak ve ömrü boyunca cehenneme girmeyi gerektirecek ameller işleyip sonunda cennete girmektir.
Allahu Teâlâ’nın lütfu ve kereminin sonu olmadığı için insanların birçoğu ölümlerine yakın, şerden hayra dönerler. Hayırdan şerre dönenler ise pek nâdir görülür. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu halleri arşınla temsil buyurmuştur. Yâni ölümüyle âhiret arasında o kadar az zaman kalmıştır ki, bu bir kimse ile varacağı yer arasında sadece bir arşın mesafe kalmasına benzer. Ancak çoğunlukla insanlar amellerine göre dünyadan giderler.
Hadiste Geçen Bazı Kavramlar
a) Rızık
Allahu Teâlâ’nın kişiler için yazdığı ve garanti altına aldığı rızık; faydalanılması için verilen bağış, nasip, gıda, yiyecek ve mutlaka kendisiyle faydalanılan şeylere denir. Rızık yalnız Yüce Allah’a isnat edilir. Rızk veren ancak Allah Teâlâ’dır. Herkes, kendisi için takdir edilen rızkını yer, bir kimse başkasının rızkını yiyemez. Kimse kendisi için takdir edilen rızkını yemeden ölmez. Her insanın, kâfir de olsa müşrik de olsa rızkı Allah’a aittir. Allah bütün canlılara yetecek miktarda rızık yaratır. Ama bazen yeryüzündeki zalim ve zorbalar mustaz’af insanların rızıklarını gasp etmeye yeltenirler. Onların da cezası Allah’a aittir
b) Ecel
Bir şey için belirlenmiş zaman dilimine ecel denir. İnsanın veya herhangi bir canlının eceli, kendisine tayin edilen ömürdür. “Ecelin gelmesi” ise, tayin edilmiş bulunan ömrün son bulması, yani ölümdür. Allah indinde her canlı için tayin edilmiş bir ecel vardır. Eceli geldiğinde dünya hayatı son bulur. “Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Ecelleri (süreleri) geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar ne de ileri geçerler.” [2]
Ecel, kazâ ve kaderle ilgili bir meseledir. Nasıl diğer olayları Allah, geçmiş ve geleceği kuşatan ilmiyle belirlemişse, eceli de ilmiyle takdir etmiştir.
c) Amel
Canlıların bir maksatla yaptıkları işe amel denir. Yapılan işte bir gaye ve maksat yoksa buna fiil denir, amel denmez Amel, iyi (sâlih) ve kötü (seyyi’) amel olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye çıkarılmıştır. Ayetlerde; “Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur”[3] , “Şüphesiz ki, sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele”[4] buyurulur. İslâm’da bir iyiliğin ve sâlih amelin dünya ve ahirette ecir ve sevap kaynağı olması için bu ameli işleyen kimsenin imanlı olması şarttır.
d) Şaki ve Said
Bazı insanlar vardır ki, sürekli şımarıklık içerisindedirler. Her zaman anarşi çıkarır, hiçbir kanun nizam tanımaz, sınırsız hürriyet peşindedirler. Her istediklerini yapmayı arzular, her türlü pohpohlamaya hazır olup daima kendini ileri sürer, başkaları tarafından kullanılmaya yatkındırlar. Bunlar toplum içinde eşkıya, çapulcu ve ayak takımı görevini yaparlar. İşte bu tür özelliklere sahip kimseler Kur’an ve Sünnet’te şakî olarak tarif edilir. Bu tür insanlar, dünyada haylazlıkları, geçimsizlikleri ve kural dışılıkları yüzünden bir şey elde edemedikleri gibi, âhirette de dünyada iken sürekli hakka karşı gelip şer güçler tarafından piyon olarak kullanıldıkları için, aşağılıkların arasındadırlar. Ne dünyada iken iyi bir hayat sürerler, ne de ahirette. İşte bu yüzden bu kimseler şakî yani bedbaht, bahtsız kimseler olarak isimlendirilirler. Bazı insanlar da vardır ki; yaşantısı huzur içerisinde geçer varlıkları diğerlerine huzur verir hayrın öncüsü şerrin ise korkusu olurlar cennet ehli gibi yaşar insanlardan dua alırlar ömrünün sonları öncesinden daha hayırlıdır işte bu kişiler ise “Said” yani mutlu, hayırlı olarak isimlendirilirler.
Hadisten Çıkarılan Dersler
Kaza ve kadere iman etmek imanın esaslarındandır.
Kişi, bazı bilgileri ilk duyduğunda anlamakta zorluk çekebilir, bu o bilgilerin yanlış olduğu anlamına gelmez.
Kişi yaptığı hayırlı işlerin çokluğuna güvenmemelidir, amellerinin ve ömrünün nasıl sonuçlanacağını ancak Allah bilir.
Aynı şekilde işlediği günahların çokluğu kişiyi ümitsizliğe sürüklememeli ve Allah’ın rahmetinden ümit kesmemelidir.
Son halleri bilinmeyen ve hakkında nas olmayan kişiler hakkında kesin olarak cennetlik ya da cehennemlik hükmü vermekten sakınmak gerekir.
Allah’ın bir lütfu olmak üzere, ömrünün çoğunu isyan ve günahlarla geçirip ömrünün sonlarına doğru İslâmi bir hayata dönenler çok görülürse de ömrünü ibadetle geçirip son dönemlerinde isyan ve küfre dalanların sayısı son derece azdır. Bu durum bilinen ve görülen bir gerçektir. Hadisimiz, insan ile cennet veya cehennem arasındaki mesafeyi arşın gibi kısa bir uzunluk birimiyle açıklarken, bu ikisine girmede davranışlarımızın önemini ortaya koymuş, iyi ve güzel işler yapmamız, kötü ve çirkin işler yapmaktan da sakınmamız gerektiğine dikkatimizi çekmiştir.
Allahu Teâlâ’nın kudreti sonsuzdur dilerse tüm insanları tek bir seferde de yaratabilir ancak bir hikmet gereği yarattıklarını bir düzen dahilinde yaratmıştır, insanı tek seferde yaratabilecek olan Allah (cc) üç aşamada yaratıyorsa insanlara “ne yapmak istiyorsanız acele davranmayın, birtakım evrelerden sonra ancak isteğinizi elde edebilirsiniz, sabrederek ve mücadele ederek sonuca ulaşabilirsiniz” düşüncesini öğretiyor demektir.
Alimler cenine ruhun, eşlerin birlikte olmasından yüz yirmi gün sonra üflendiği konusunda ittifak etmişlerdir, bu süre dördüncü ayın sonu beşinci ayın girişi demektir, çocuğun babası olduğuna dair yapılan bir iddia ve yahut ta nafakanın gerekli olup olmayışı bu süreden sonra kesinlik kazanır, çünkü rahimde ki ceninin hareket ettiğinden emin olmak gerekir, kocası vefat eden bir kadının hamile olmadığının belli olması için dört ay on gün iddet beklemesinin hikmeti budur.
Hadiste Geçen Fıkhi Konulara Bakış;
Cenine ruhun üfürülmesi meselesi, günümüzde maalesef yaygınlaşan bir durum olan kürtaj operasyonuyla alakalı bir durum olduğu için önemine binaen meselenin detaylarına bakmayı uygun görüyoruz;
Kürtajın hükmü
Hanefi mezhebine göre; meni, ana rahmine yerleştikten sonra, ona müdahale fıtrata uygun düşmediği için hoş değildir, anormaldir. Bu anormallik (mekruhluk da diyebiliriz) kırk güne kadar az, kırk günden yüz yirmi güne kadar biraz daha fazladır ama haram değildir. (Birinciye tenzihen, ikinciye tahrimen mekruh da denilebilir) Ama yüz yirmi günden sonra, özürsüz olarak yapılan müdahale kesinlikle haramdır ve bir cana kıyma demektir. Bu konuda kırk güne, bazılarına göre de yüz yirmi güne kadar işin hafif tutulması, hatta bazı fıkıhçılarca mutlak câizdir denmesi sanki zayıf iradeli ve dünya zevkine ve rahatına düşkün insanlar için verilmiş bir ruhsattır. Yoksa onlar da bunun evlâ olduğunu söylemiyorlar.
– Mazeret olmadan yüz yirmi günden önce cenin aldırmanın caiz olmadığı anlaşılıyor, peki yüz yirmi günden önce çocuk aldırmayı mubah hale getirecek mazeretler nelerdir? Bu konuda Hanefi mezhebinin açıklamalarına bakabiliriz
Hanefiler, bu özürlerin şunlar olduğunu söyler:
Emzirmekte olduğu çocuğun sütüne zarar vermesi ve babanın bir süt anne bulacak güçte de olmaması.[5]
Ortamın bozuk olup, İslâmi terbiyenin mümkün olmaması.
Hindiyye Cevâhiru’I-ahlatî adlı kitaba atfen şu hükmü verir: “Saç, tırnak ve benzeri organları belirdikten sonra çocuk düşürmek için ilâç kullanmak câiz değildir. Organları belli değilse câizdir. Ama zamanımızda her halûkârda câizdir ve fetvâ da buna göredir.” Fakat bu fetva tartışılmış ve hakkında ihtilaf edilmiş bir fetvadır, dolayısıyla ihtiyatlı olmak gerekir.
Kadın hasta olup âdil tıp tarafından hamileliği sebebiyle hastalığının artacağını, ya da olmayan bir hastalık ortaya çıkacağının söylenmesi.
Diğer Mezheplerde Durum:
– Mâlikîlerde, cima olduktan sonra, kırk günden önce de olsa cenini aldırma ya da düşürme câiz değildir.[6]
– Şâfiîler ve özellikle Gazalî de aynı görüştedir. Ancak mahzur ilk kırk gün içinde az, ikinci de daha fazla üçüncü de harama yakın; daha sonra ise ittifakla haramdır [7]
– Hanbelîlerde, sadece ilk kırk günde helâl bir yöntemle nutfeyi düşürmek câizdir.[8] Ancak mutemed görüşe göre, bu konuda bu mezhebin görüşü de Hanefiler gibidir; döllenmeden itibaren 120 gün içinde, yani ruh üflenmeden önce cenini düşürmek câizdir. Ondan sonra kesinlikle haramdır.[9]
Değerlendirme;
Kürtaj, ana rahmindeki ceninin hayatına müdahale demektir. Buna ne annenin ne babanın ne de devletin hakkı yoktur. Yaratan Allah’tır. Allah’tan başkasının bir hayatı sona erdirme hakkı yoktur. Yani anne veya baba “Rahimdeki bu cenini aldıralım!” diye herhangi bir şekilde hak sahibi olamazlar. Fakat geçerli bir sebep ve meşru bir gerekçeyle ancak kürtaj yapılabilir. Örneğin; ceninin varlığı ya da daha fazla ana karnında kalması, anne için hayati bir tehlike oluşturur ve bu hayati tehlike de doktorun kesin bilgisiyle sabit olur, doktor da alanında uzman bir doktor olursa, o zaman kürtaj yapılabilir. Bunun için özel bir fetva alınabilir. Bu durumun dışında böyle bir işlemin yapılmasını uygun görmüyoruz. Allahu Teâlâ bizlere hakkı tanıyıp uymayı batılı öğrenip uzaklaşmayı nasip eylesin.
———————-
KAYNAKÇA
– TDV Ansiklopedisi
– Şamil İslâm Ansiklopedisi
– Sahihi Müslim Şerhi, Ahmet Davutoğlu
– İslâm Fıkhı Ansiklopedisi
[1]. TDV İslâm Ansiklopedisi
[2]. Nahl, 61
[3]. Mülk, 2
[4]. Bakara, 155
[5]. Kâdihan NI/428
[6]. Şerhu’d-Dırdîr alâ-metni Halîl (Dusûki hâsiyesi ile birlikte), Mısır 1345; N/266
[7]. Gazalî, İhyâ N/53
[8]. er-Ravdu’I-murbi’ N/316. el-Matba’atû’s-selefiyye 1380: 6.8.
[9]. el-Merdâvî, el-insaf I/386; ibn Kudâme, el-Mugnî VN/816; el-Zuhaylî, el-Fıkhu’I-islâmî NI/232 vd.