İdeoloji ve Teoriler – Nedim Bal / 2022 Kasım / 120. sayı
Düşman işgaline karşı Anadolu’da yürütülen kurtuluş savaşında Allah’ın lütfu ile muzaffer olunmuş ve 23 Nisan 1920’de Hacı Bayram Veli Cami’sinde kılınan Cuma namazına müteakiben kesilen şükür kurbanları, indirilen hatimler, okunan Buhari Şerifler ve yapılan dualarla Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştır. Millet Meclisinde yapılan ilk anayasa da Türkiye devletinin resmi dininin İslam olduğu ve TBMM’nin görevlerinden birinin de ahkamı şer’iyenin uygulanması olduğu belirtilmiştir.
1921 anayasasını yapan kurucu meclis içindeki bazı mebuslar, TBMM Başkanı M. Kamal’ın yapmak istediği icraatları sezmiş ve bu icraatların hayata geçmesine engel olmaya çalışmışlardır. M. Kamal’ın yapmak istedi icraatlara karşı çıkarak muhalif olan bu vekillerin direnişini kırmak ve ileride yapılacak devrimlerin önünü açmak için bir oldu bittiye getirilerek kurucu birinci meclis usulsüz bir şekilde feshedilmiştir. 1923 yılında bir oldubittiyle oluşturulan yeni ikinci meclis ise M. Kamal’ın ileride yapmak istediği devrimlere itiraz etmeyip mutlak itaat edecek sadık kişilerden oluşturulmuştur.
Yeni meclisin ileriki yıllarda yapmış olduğu icraatlerine bakıldığında niçin birinci meclisin tehdit ve oldubittiye getirilerek feshedildiği daha iyi anlaşılacaktır. 1923 yılında oluşturulan bu yeni meclis, kurtuluş savaşında asıl bedeli ödeyen Müslüman halkın inanç, değer ve hissiyatına önem vermeksizin tepeden inme baskıcı bir anlayışla şu icraatlara imza atmıştır:
– 1921 anayasasının kaldırılması,
– Hilafetin kaldırılması,
– Ahkamı Şer’iyyenin/şeriat hükümlerinin kaldırılması,
– ‘Devletin resmî dini İslam’dır’ maddesinin kaldırılması,
– Cumhuriyetin ilanı,
– Sarık, fes ve dinî kıyafetlerin yasaklanıp zorunlu olarak şapka giyme kanununun çıkarılması,
– Medreselerin, takke, zaviye ve türbelerin kapatılması,
– Arapça/Osmanlıca harflerin yasaklanıp Avrupa Latin harflerinin uygulanması,
– Takvim ve saat uygulamasında dinî ve örfi ölçülerin terkedilip Avrupa devletlerinin ölçülerinin esas alınması ve benzeri.
Dinden, hilafetten, şeriattan yana olan âlimlerin, mütefekkirlerin, halk nazarında itibarı olan değerli şahsiyetlerin içinde bulunduğu ve hatimler, buhari şerifler, tekbirler, salavatlar, şükür kurbanları ve dualarla açılan birinci meclisin usulsüz şekilde feshedilip devre dışı bırakılmasının hemen akabinde 1923 yılında kurulan ikinci mecliste; ‘Devletin resmî dini İslam’dır’ maddesi ve ahkâmı şer’iyenin yürürlükten kaldırılmasıyla beraber laiklik doğrultusunda bazı adımlar atılmış oldu. Nihayet mevcut şartlar oluşturulduktan sonra 1937 yılında laiklik ilkesi anayasaya dâhil edildi. Model olarak da Fransa’da gelişen laisizm modeli esas alındı. Fransız laisizminin temel özelliği; din karşıtı olup dinin toplumsal hayattan silinmesi ve kontrol altında tutulmasını esas almaktaydı.
Dolayısıyla laikliğin anayasada yer almasıyla birlikte yeni sorunlar ortaya çıktı. Özellikle 1982 Anayasası ile “din istismarı” diye bir suç kategorisi oluşturuldu. Ancak neyin din istismarı olup olmadığı belirtilmedi. Söz konusu suç kategorisinden dolayı dinî vecibelerini yerine getiren birçok Müslüman mahkemelerde yargılanıp zulümlere uğratıldı.
Resmi ideoloji, dinî cemaatleri sivil toplumun doğal unsurları olarak görmek yerine, onları zararlı topluluklar olarak görmektedir. Bu sebeple resmî söylem, dinî toplulukları her türlü irticanın, gericiliğin ve kötülüğün kaynağı olarak sunmaktadır. Resmi ideolojinin dinî toplulukları zararlı yapılar olarak görmesinin sonucu olarak devlet, dinî cemaatler üzerinde otorite ve hâkimiyetini tam olarak tesis etmeye, onların faaliyetlerine müdahale etmeye ve teşkilatlanmalarını ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
Devlet gücünü kullanarak çağdaş (!) bir toplum meydana getirmek iddiasında olan bürokratik baskıcı rejim, topluma belirli bir yaşam tarzını dayatmasından dolayı din özgürlüğü alanı hep dar tutulmuştur. Hatta bu dönemde din özgürlüğü, ulusal güvenlik konusu olarak değerlendirilmiş, dinî hayatın özgürce ve kendi mecrasında gelişip çeşitlenmesi yerine devlet kontrolünde dinin resmi ideolojiye uyumlu bir hale getirilmesine çalışılmıştır. Bu dönemde kurulan Diyanet İşleri Başkanlığının asıl kuruluş amacı ise İslam dininin toplumsal hayatta kuvvet bulması, yaşanır olması ve neticesinde dindar bir toplum inşa edilmesi değil tam aksine devletin ihtiyaçları ve ideolojisiyle barışık, uyumlu, standart bir İslam anlayışını topluma empoze etmektir.
Devlet gücünü elinde bulunduran totaliter, tek tipçi, merkeziyetçi, dayatmacı ideolojik bürokrasinin halkı kendi resmî ideolojisine bağımlı kılma arzusu, devletin dinî cemaatlere müdahale etmesinin arkasında yatan temel sebeptir. Devletin kendisine ideolojik açıdan bağımlı kişiler oluşturmak istemesi, bireysel hürriyet olarak din özgürlüğünü imkânsız hâle getirmektedir. Çünkü bir kalpte aynı anda iki farklı ve zıt inancın olması mümkün değildir. Bir insan ya yaratan, yaşatan şanı yüce Allah’ın bildirdiği ilke ve prensiplerin doğruluğuna inanarak yaşayacak ve toplum düzenini o prensiplere göre düzenleyecektir yahut kendi kıt aklıyla ortaya koyduğu ideolojisinin Allahu Teâlâ’nın bildirdiği ilke, prensip ve kanunlardan daha doğru olduğuna inanacak ve toplum düzenini o prensiplere göre düzenleyecektir.
Dolayısıyla bir insanın aynı anda hem Müslüman hem Yahudi, hem Müslüman hem Hristiyan, hem Müslüman hem Budist olması nasıl mümkün değilse aynı şekilde bir Müslümanın hem İslam’ın ilke ve prensiplerine inanıp bağlı kalması hem de herhangi bir beşeri ideolojinin ilke ve prensiplerine inanıp bağlı kalması aklen ve kalben mümkün değildir.
Bu nedenle devletin dine direk ya da dolaylı yollardan müdahale edip şekillendirmeye çalışması ve dindarlara yönelik baskı ve yasaklar koyması aslında devletin vatandaşları resmi ideolojisine inanmaya ve bağlı kalmaya zorlamasının doğal bir neticesidir.
Laikliğe Giden Yolda Yapılan İcraatlar!
Laiklik, Cumhuriyet sonrası çağdaşlaştırma projesinin asıl prensibi ve kaynağı olarak kabul edilmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisine özgü koşulları iddia edilerek oluşturulmuş bir anlayıştır.
Türkiye’de laiklik ilkesi, radikal değişimler sonucunda yürürlüğe girmiştir. 3 Mart 1924 Tarihi, laisizmin uygulanması açısından önemli bir tarihtir. Bu tarihte çıkarılan bir yasa ile halifelik kaldırılmış (430 Sayılı yasa), Şer’iye Vekaleti (429 sayılı yasa) lağvedilmiş yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Gene bu tarihte, Evkaf Vekaleti’nin kaldırılmasıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Eğitimde devlet tekelini sağlayan Tevhid-i Tedrisat Kanunu da bu tarihte çıkarılmıştır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla din eğitimi veren medreseler gibi kurumlar tamamen kaldırılmıştır. Tekke ve zaviyeler de 30 Kasım 1925 tarihinde kapatılmışlardır. Bu kanunlar, resmî söylem tarafından teokratik yani dini devletten laik devlete geçiş için belirlenen yol haritasındaki ana dönüm noktaları olarak değerlendirilmektedir.
Nihayet 5 Şubat 1937 tarihinde yapılan düzenlemeyle ‘Laik’ nitelemesi anayasaya konmuştur. Yapılan tüm bu tepeden inme radikal değişiklikleri, dinin sosyo-kültürel altyapısının kamudan ve toplumdan kaldırılması olarak görebiliriz. Dinin toplumdaki işlevselliğini zayıflatan bu düzenlemeler, dinin kullanımını devletin denetim ve kontrolüne veren yeni bir dönem açmıştır. Teokrasiden (dine dayalı devletten) laikliğe geçişin yol haritasına uygun olarak yapılan bütün bu uygulamalar, din devletini anımsatacak her şeyi ortadan kaldırmış, ancak devlet dinî diyebileceğimiz yeni bir modelin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Türkiye’deki laiklik uygulamasıyla din dışı kurallarla yönetilen devlet gerçekleştirilmiştir. Bu laiklik uygulamasıyla aynı zamanda devlet kurallarıyla yönetilen din modeli de icat edilmiştir (!)
Laik Devlet Yapısına Aykırı Durumlar (!)
Laiklik, ‘din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ şeklinde tarif edilmektedir. Bu tarife göre devlet otoritesinin de din ve dinin sosyo-kültürel gelişimlerine karşı kendisini sınırlandırması gerekmektedir. Yani bu tarife göre laik bir devlet, topluma din öğretmek için diyanet gibi resmi bir kurum kuramaz, dini öğretmek için İmam Hatip ve ilahiyatlar açamaz, dinî müfredatlar belirleyemez, din öğretmek için hocalar istihdam edemez, cami, kilise, sinagog ve benzeri ibadethanelerin masraflarını karşılayamaz. Çünkü tarif edilen laiklik ilkesine göre bu durumda devlet ve din işleri birbirinin içine girmiş olur ve tam olarak birbirinden ayrışmış olmaz.
Laik bir devlette tüm bu ihtiyaçlar o dine inanan insanlar tarafından sivil örgütlenmelerle giderilir. Yani ibadethanelerini, dini eğitim kurumlarını ve müfredatlarını, gerekli hoca, öğretmen ve hizmetli ihtiyaçlarını kendileri belirler ve tüm bunların masraflarını da laik devlet değil dini yaşamı önemseyen inançlı dindar insanlar karşılar. Şayet laiklik iddia edildiği gibi; ‘din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ ise bu tarifin gereği olarak yapılması gereken de budur. Fakat bu hiç gündeme getirilmemektedir.
Mevcut uygulamada devlet otoritesi dinî alan karşısında hiçbir şekilde sınırlanmamış, bilakis devletin dinî örgütlemesi sayesinde din alanı, devletin her türlü müdahalesine açık hâle gelmiş bulunmaktadır. Bu durum, dinî açıdan bireyi devlet karşısında bir hiç durumuna düşürmektedir.
Laisizm Topluma Dayatılan Bir İdeolojidir
Resmî söylemde laiklik, Türk Devrimi’nin temeli olarak değerlendirilmektedir. Resmî ideoloji için laisizm ideolojik bir program olarak ele alınmakta ve yeni bir toplum inşa etmenin olmazsa olmaz temel taşı olarak görülmektedir. Laisist toplum projesi, toplumsal ve kültürel yapıyı dinden tamamen arındırmayı amaçlamaktadır. Sosyo-kültürel arınmayı gerçekleştirmek için de din hedef seçilmekte ve dine sürekli müdahale etmek için bilim, aydınlanma, akılcılık adına gerekçeler ileri sürülerek din ve dini hükümler değersizleştirilmeye çalışılmaktadır.
Laiklik; modernliğin, ilerlemenin ve rejimin olmazsa olmazı olarak yüceltilmesine karşılık, din ise geriliğin, hurafelerin, bilim dışılığın, fanatizmin, parçalanmışlığın ve ilkelliğin kaynağı olarak topluma empoze edilmektedir. Dinin hurafelerle, gericilikle, akıl dışılıkla, fanatizmle ve diğer olumsuz nitelemelerle ötekileştirilmesinin çok ciddî bir sonucu bulunmaktadır. Resmî ideoloji ve onun uzantısı laisizmin dine bakış açısı bu olduğu için toplum ve devlet her zaman dine karşı korunmalıdır. Dolayısıyla resmi ideolojiye göre din, bireye bırakılmayacak kadar önemli bir alandır ve kontrol altında tutulmalıdır.
Resmî ideoloji, modernleşme, çağdaşlaşma ve rejimin varlığını güçlü bir şekilde devam ettirmek için tek yolun laikliği korumak ve kollamak olduğunu savunmaktadır. Bu anlayışa göre laikliğin sürekli olarak düşmanları vardır ve bu düşmanlarla mücadele etmek devletin esas sahiplerinin(!) aslî görevidir.
İrtica adı altında tanımı ve kapsamı belirsiz, hukukî niteliği olmayan ideolojik bir kavram etrafında laikliğin düşmanları olduğu ve irticanın toplumdan kaynaklanan bir tehlike olduğu kabul edilmektedir. Her dönem ve fırsatta İrticaya (!) karşı Laikliği koruma ve kollamayı rejimin amentüsü gibi tekrarlanan bir söylem hâline getiren resmî ideoloji, toplumdaki değişimi sosyolojik bir perspektifle değerlendirmek kapasitesinden ve yeteneğinden yoksundur.
Sonuç olarak; Türkiye’de laiklik, toplumdaki dinî görüşleri kontrol altında tutmak isteyen ve çağdaş, akılcı, bilimsel, ilerici gibi sıfatlarla nitelenen pozitif bir dünya görüşünü topluma empoze eden laisizme dönüşerek resmî ideoloji olmuştur.
Dinler özgürlüğü veya çoğulculuk başlığı altında dahi resmî laisizm modelini eleştirmek çok zordur. Statükocu muhafazakâr güçler, laikliği her türlü tartışmanın dışında tutmakta, laisist modelin sorgulanmasını bile laikliğe saldırı olarak algılamaktadırlar.
İddia Edildiği Gibi Laiklik Dinin Yaşam Özgürlüğünü Garanti Altına Alır Mı?
Dindarların, hayatın her alanında dinlerini özgürce yaşaması Türk laisizminin amacı değildir. Türkiye’de din ve dini yaşam belirli alanlarla ve ibadetlerle sınırlandırılmıştır. Dine ve dini yaşam tarzına getirilen bu sınırlama, devletin tam olarak din ve inanç özgürlüğüne uymadığını ve din özgürlüğünü bireylerin devlete karşı ileri sürebilecekleri bir hak olarak görmediğini göstermektedir.
Resmî ideoloji için; dinin yaşanmasına müsaade edilebilecek ve müsaade edilemeyecek alanları mevcuttur. Şayet dinin bazı hükümlerinin yaşanması mevcut rejim açısından faydalı hatta gerekli ise yahut bireyin sadece kendi vicdanı ile sınırlı bir konu ise bu durumda kişiler laik rejimin vatandaşlarına lütfettiği(!) dini özgürlüklerden (!) sınırsız bir şekilde faydalanabilir. Örneğin; evinde veya camide namaz kılmak, oruç tutmak, kurban kesmek, zekat ve sadaka vermek, insan haklarına saygılı olmak, yoksullara yardım etmek, gece namazı, kuşluk namazı kılmak, haksız yere insanları öldürmemek, hırsızlık, karaborsacılık, fırsatçılık yapmamak, insanları aldatmamak, iftira atmamak gibi.
Bu tür dini hükümler toplumsal barış ve huzuru sağlayan hususlar olduğu için mevcut rejimin de istikbali açısından bireylerin bu tür ahlaki ve dini kuralları yaşamasında hiçbir sakınca yoktur hatta teşvik edilen gerekli görülen hususlardır.
Fakat İslam dininin sosyal, siyasal, hukuki, ekonomik, kültürel, idari, adlî, itikadi hükümlerinin yaşanması konusuna gelince resmî ideoloji İslam’ın bu alanlardaki hükümlerini laik rejim için tehlikeli görmekte ve yaşanabilir bir hak olarak kabul etmemektedir.
Devletin sınırlı olarak din ve vicdan özgürlüğüne müsaade etmesi, Türkiye’nin resmî politikasının sadece devleti laikleştirmek değil aynı zamanda toplumun da laikleştirilmesini hedeflediğini göstermektedir. Türkiye’deki resmî din politikası, dinî toplumsal hayattan izole edip vicdanlara itmeyi, onu kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü durumuna getirmeyi amaçlamaktadır. Bu anlayış, dini kişisel inanç ve ayinler (!) boyutuna indirgemekte ve bunların yapılmasını da sahici anlamda din ve vicdan özgürlüğü olarak kabul etmektedir.
Din ve dindarlık sosyal hayatın içinde gözle görünür şekilde var olmaya ve hissedilmeye başladığı andan itibaren devlet dine müdahale etmeye başlamaktadır. Devlet, herhangi bir dinî konuda özgürlüğün olmamasını gerekli görüyorsa -dini inançlar gereği kılık-kıyafet giymek gibi- bireyin o özgürlüğe sahip olmaması gerektiğini öngörme hakkını kendinde bulabilmektedir. Devletin yararlı ya da zararlı görmesine göre dinî hayatın tanzim edilmesi, din özgürlüğünü gerçek anlamda temel bir bireysel özgürlük konumundan çıkarıp onu devlet tarafından verilip alınan sınırlı bir imkân durumuna getirmektedir.
Devletin yararlı, gerekli veya zararlı görmesine göre dinî yaşantıya izin verilmesi dinî yaşam alanının istendiği zaman daraltılıp istendiği zaman toptan kaldırılabilecek bir alan olduğunu da göstermektedir.
Laik Devlet Anlayışı, Dinin Tüm Alanlarıyla İlgilenmekte ve Yön Vermektedir
Resmî ideoloji; dini genelde birey ve Allah arasında gerçekleşen özel bir vicdanî iş olarak tanımlanmaktadır.
Din tercihinin bireyin vicdanına bırakılması önemlidir. Fakat bu tanımlama ile uygulama tamamen birbirinin zıddıdır. Çünkü pratikte devletin, dini birey ve Allah arasında gerçekleşen vicdanî bir iş olarak görmediği net olarak anlaşılmaktadır. Bugün Türkiye’de devletin ilgilenmediği, karışmadığı ve uzanmadığı dinî bir alan yok gibidir. Başka bir ifade ile dinle ilgili her şey devletin ilgi alanına girmektedir.
Sınırsız bir şekilde dinin içine giren, kendisine özgü dinî kurumlar oluşturan, normal dinî davranışları bile yargılayan, insanların iç dünyalarındaki sırları çözmeye çalışan niyetleri ve tasavvurları okuyan bir bürokratik anlayışla karşı karşıya bulunmaktayız.
Devletin bu kadar karıştığı, yargıladığı ve şekillendirmeye çalıştığı dinî hayatı, birey ve Allah arasında gerçekleşen özel bir vicdanî iş olarak tanımlamak gerçekten çok zordur. Çünkü böylesine bireye ve dine müdahil olunan bir ortamda bireyden, özelden ve vicdandan geriye ne kaldığı belli değildir.
Devlete Bağlı Din veya Devlet İslam’ı (!)
Cumhuriyet döneminin en belirgin karakteristiği devletçiliktir. Devletçilik, devleti bireysel ve toplumsal güçlere karşı savunmak anlamına gelmektedir. Devletçi anlayışın doğal bir sonucu olarak devlet, en köklü ve güçlü rakip olarak gördüğü dine karşı kendisini savunması gerektiğini düşünmektedir. Devlet, dine karşı kendisini savunmak için, dinî özgür bırakmak yerine, onu kendisine bağımlı kılma şeklinde bir model geliştirmiştir.
Dinin devlete bağımlı olmasının arkasındaki en temel neden, birey ve toplumdan duyulan korkudur. Cumhuriyet dönemindeki Din-Devlet ilişkilerini devlete bağımlı din ya da devletist
İslam (!) mühendisliği modeli olarak ifade edebiliriz. Cumhuriyet yönetimi, dine bağlı devlet modeline şiddetle karşı çıkmış ve din devleti tehlikesine karşı dinin devlete bağımlı olmasını sağlayacak bürokratik din kurumları ihdas etmiştir. Bürokratik din kurumları yoluyla bir devlet İslam’ının(!) ortaya çıkması, devletçi anlayışın doğal bir sonucudur.
Devletist İslam modeli, dini devlet işlerinden ayırmasına rağmen, devleti dinî hayatın tek aktörü hâline getirmektedir. Başka bir ifade ile bu model, devletin lehine, dinin aleyhine işlemektedir. Dinin devlete bağımlılaştırılması sonucunda birey, din özgürlüğünden doğan haklarından faydalanamamakta, bunları kullanmaya kalktığında gerici olmakla suçlanmaktadır. Türkiye de birçok insan, inancı yaymak ve dinin gereklerini yerine getirmekten dolayı suçlanmış ve takibata maruz kalmıştır.
Devlete bağımlı din modeli, bireyin dinin gerektirdiklerini tam olarak yerine getirmesini, dinî inançlarını serbestçe yaymasını ve din eğitimini dilediği şekilde yapmasını zorlaştırmakta hatta yasaklamaktadır.
Dinin devlet tarafından örgütlenmesi, devletin dine müdahale etmesinin ve devletin dinî her zaman bir araç olarak kullanmasının önünü açmaktadır.
Türkiye’de dinî hayatın en büyük sorunu devlete bağımlılıktır. Bütün dinî kurumların ve eğitim faaliyetlerinin devletin tekelinde olması, sivil ve dinî hayatın gelişmesinin önündeki en büyük engel durumundadır.
Toplumsal birliği sağlama adına devlet her ne kadar toplumsal dinî hayatı kontrol altına almaya çalışsa da din, doğal dinamikleriyle kendisine yeni farklılaşmış sivil bir alan bulmaktadır. Türkiye’de resmî ideolojinin toplumun belirli kesimlerini etkilediği düşünülürse, resmî ideoloji yanlıları ile sivil dinî topluluklar arasında gerilimler ve çatışmalar olmaktadır.
Resmî ideoloji yanlıları, laikliği tehdit ettiği gerekçesiyle devletin dinî kurumlarından dahi yani İmam-Hatip Okullarının tehlikesinden, Diyanet’ten, artan cami sayısından ve resmî din öğretiminden sürekli olarak şikâyet etmektedirler.
Bu kesimler, Sivil dinî toplulukları, doğal sosyolojik yapılar olarak algılama yerine, onları irticai gruplar olarak değerlendirmektedirler. Bu durum, devletin resmî ideolojisinin ve resmî din örgütlenmesinin kendi içinde bile toplumsal uyumluluğu sağlama konusunda başarısız olduğunu göstermektedir.
Türkiye toplumu genelde dindar olarak nitelenmekte ve tanımlanmaktadır. Dindar olarak tanımlanmasına rağmen toplum, din konusunda güçlü ve belirleyici konumda değildir. Toplumun yerine devlet, din konusunda güçlü ve belirleyicidir. Devletin kontrolündeki din, doğal olarak kendi hamisi olan devletin resmi ideolojisini meşrulaştırmakta ve yüceltmektedir.
Resmî model, dinin devletini yok etmiş ancak devletin dinini meydana getirmiştir. Devlet, bürokratik dinî kurumlar yoluyla iç dünyamızı şekillendirmektedir.
Devlet, vatandaşların resmî kurumların dışındaki sivil kanallardan dinî eğitim ihtiyacını karşılamaması için din eğitimini kendi tekeline almıştır. Din eğitiminin devlet tekelinde olması, resmî ideoloji çerçevesinde ve bürokratik din kurumları aracılığıyla devletin dinî tanımlaması ve dinî hayatı etkilemesi anlamına gelmektedir. Devletin din eğitimi vermesinin bir başka önemli anlamı daha vardır. Devlet, toplumu yönetebilmek için din eğitimini yönlendirici bir ideolojik aygıt ve süreç olarak değerlendirmektedir.
Laik devlet anlayışına göre devletin, bir dinî öğretmek ya da propagandasını yapmak şeklinde bir görevi yoktur. Devletin, laiklik ilkesine aykırı olarak kurmuş olduğu din kurumlarının ortaya koyduğu çalışmalar ise resmî ideolojinin din anlayışı dışında kalan tüm dini anlayış ve çalışmaları potansiyel bir tehdit ve tehlike olarak görmektedir.
Bu sebepledir ki; laik devletin din kurumları kökleri yüzyıllara dayanan dini cemaatler hakkında istihbari çalışmalar yaparak İslami görüş ve menheçleri hakkında hüküm vermekte ve faydalı, faydasız, devlet yanlısı, milli, gayrimilli şeklinde kategorize etmektedir.
(22 Temmuz 2020 Hürriyet Gazetesi, Nedim Şener) “Türkiye’deki Dini- Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dini Oluşumlar ve Yeni Dini Akımlar”
Devletin sadece kendi resmî görüşünün propagandasını yapması bunun dışındaki İslami anlayışları dışlaması İslami sivil yapıları potansiyel tehlike olarak görmesi laikliğin inanç ve yaşam özgürlüğünü garanti eden bir rejim olduğu iddiasının ne denli temelsiz, geçersiz ve kandırmaca bir iddia olduğunu ortaya koymaktadır.