İdeoloji Ve Teoriler – Nedim Bal / 2022 Aralık / 121. Sayı
Laiklik ilkesi resmi olarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na 5 Şubat 1937’de girmiştir. Her ne kadar laiklik kavramı anayasaya 1937 yılında girmiş olsa da işin en başından beri M. Kemal’in kafasında laik bir devlet hedefi vardı. Bunu Kılıç Ali’nin yayınlamış olduğu şu hatırattan anlayabiliyoruz: “İlk Meclis’te bir gün laiklik söz konusu oldu. Gazi Mustafa Kemal Paşa, o gün Meclis’e başkanlık ediyordu. Meclis’in tanınmış din bilginlerinden bir milletvekili, kürsüye gelerek konuşmasına şu sözlerle başladı: ‘Arkadaşlar bir laikliktir gidiyor. Affedersiniz ben, bu laikliğin anlamını anlayamıyorum’. Başkanlık makamında bulunan Gazi Mustafa Kemal Paşa dayanamamış, oturduğu yerden elini kürsüye vurarak: “Adam olmak demektir hocam, adam olmak!..” diye hoca efendinin sorusunu cevaplamıştı.
1920’den 1923 yılına kadar faaliyetlerini sürdüren birinci mecliste gerçekleşen bu olay M. Kemal’in zihin dünyasında laik devlet düşüncesinin en baştan beri var olduğunu göstermektedir.
Fakat o günkü şartlarda M. Kemal Atatürk Türkiye’yi götürmek istediği bu noktaları açıktan ilan etmiş olsaydı planladığı devrimleri gerçekleştirmesi hayli güç olacaktı. Dolayısıyla M. Kemal Atatürk bu süreçte dindar halkın, vekil ve askerlerin tepkisini çekmemek ve bilakis desteklerini alabilmek için stratejik bir yol takip etmiş ve Kemalist devrimlerin gerçekleşmesinin önündeki engelleri aşmak için gerekli olan adımları vakti zamanı gelmeden atmamıştır. Böylece Kemalist devrimler birbirini takip eden aşamalar neticesinde sonuca ulaşmış ve nihai gelişimini tamamlamıştır.
Birçok Kemalist akademisyen ve yazar da bu gerçeği itiraf ederken Atatürk’ün süreç içerisinde birbiriyle taban tabana çelişir gibi görünen söylemlerinin aslında bir fikir tutarsızlığı veya değişikliği olmadığı, tam tersine amacına ulaşabilmek için farklı zamanlarda farklı söylemlerde bulunmasının politik bir davranış olduğunu beyan ederler. Böyle bir yolu tercih etmesini ise Atatürk’ün stratejik dehası olarak görürler. Çünkü o günkü şartlarda amacına ulaşabilmek için milli mücadeleyi yürüten kadronun destek, güven ve teveccühünü kazanmak bir zorunluluktu.
Amaca Varmak İçin Zamanın Ruhuna Göre Konuşmak
30 Ekim 1918: M. Kemal Paşa “3. Ordu Müfettişliği” göreviyle Anadolu’ya gönderilmiştir. Bu durumu Atatürk şu sözlerle ifade ediyor; “… İşte bu sırada idi ki Anadolu’ya ve askeri hususlarla görevlendirilerek ordu müfettişliğine tayin edildim. Bu teveccühe, din ve millete hizmet etmek için en büyük bir ilahi mazhariyet (elde ediş) saydım.”
23 Temmuz 1919: M. Kemal Paşa, Erzurum Kongresi’nin açılış konuşmasında şu konuşmayı yapar: “İtilaf Devletleri hilafet ve saltanat makamı olan İstanbul’u İşgal etmiştir. Gün geçtikçe artan bir şiddetle hilafet ve saltanatın hukuku, hükümetin haysiyeti ve milli onurumuz saldırıya uğramaktadır. … En son duam şudur ki; istekleri gerçekleştiren büyük Allah, sevdiği Hz. Muhammed hürmetine bu kutsal vatanın sahibi ve savunucusu, kıyamete kadar Hz. Muhammed’in dinin en sadık koruyucusu olan necip milletimizi, saltanat ve yüce hilafeti korusun ve mukaddesatımızı düşünmekle sorumlu olan heyetimizi başarılı kılsın! âmin.”
24 Nisan 1920: Ankara’da TBMM açıldıktan sonra gizli celsede, M. Kemâl, ülkenin iç durumu hakkında yaptığı konuşmasında halife ve hilafet makamıyla ilgili olarak şu açıklamada bulunur: “İstanbul, düşmanın resmen ve fiilen işgali altındadır. Bugün İstanbul demekle Londra demek arasında hiçbir fark yoktur. İşte Londra durumunda olan İstanbul’da ne yazık ki bütün İslam âleminin taparcasına bağlı olduğu halifemiz ve büyük ecdadımızın bize en kıymetli armağanı olan padişahımız kalmış bulunuyor.”
1920: TBMM açıldıktan ve M. Kemal Atatürk Meclis başkanı seçildikten hemen sonra yaptığı meclis konuşması: “İnşallah âlemin sığınağı padişah efendimiz hazretlerinin sıhhat ve afiyetle her türlü yabancı kayıtlardan uzak olarak kutlu tahtlarında sürekli kalmasını Allah’tan tazarru (yalvarma) eylerim.”
M. Kemal Atatürk, daha sonraki söylemlerinde ise kendisini Anadolu’ya gönderen halife ve padişah Vahdettin hakkında “vatan haini” suçlamasında bulunmuştur.
1921: Hükümet kurmanın gerekliliği konusunda mecliste yaptığı konuşmasının bir bölümünde M. Kemal: “Osmanlı Devleti diğer herhangi bir devlet gibi hükümdarının cismani nüfuzu etrafında şekillenmiş değildir. Saltanat makamı aynı zamanda hilafet makamı olduğundan padişahımız, İslam toplumunun da başkanıdır. Çalışmalarımızın birinci amacı ise, saltanat ve hilafet makamlarının ayrılmasını amaçlayan düşmanlarımıza Milli İrade’nin buna uygun olmadığını göstermek ve bu kutsal makamı yabancı esaretinden kurtararak ulü’l-emrin (padişah) yetkisini düşmanın tehdit ve zorlamasından serbest kılmaktır.”
Bu konuşmasında M. Kemal; saltanat ve hilafeti birbirinden ayırmak isteyen düşmanlara karşı çıkılacağının mesajını net şekilde vererek bu meselede mecliste giderek artan gerginlik ve güvensizliğin önüne geçmiştir.
Saltanat ile Halifeliğin Ayrılma Sürecinde Yaşanan Hadiseler
Daha önce görüldüğü gibi Meclisin ilk açıldığı dönemlerde “Osmanlı Devleti diğer herhangi bir devlet gibi hükümdarının cismani nüfuzu etrafında şekillenmiş değildir. Saltanat makamı aynı zamanda Hilâfet makamı olduğundan padişahımız, İslâm toplumunun da başkanıdır. Bizim çalışmalarımızın birinci amacı saltanat ve hilâfet makamlarının ayrılmasını amaçlayan düşmanlarımıza Milli İrade’nin buna uygun olmadığını göstermektir” diyen, M. Kemal, kendi ifadesiyle arzuladıklarını yapacak bir güce ulaştıktan sonra ise söylem değişikliğine giderek saltanatın kaldırılmasını isteyecektir.
1 Kasım 1922: Saltanatın kaldırılması hakkında bir komisyon oluşturulur. Bunlar kendi aralarında saltanatın hilâfetten ayrılıp ayrılmayacağı tartışması yaparken, mesele uzar. Buna kızan M. Kemal Atatürk onlara şu uyarıda bulunur: “… Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim gereğidir diye görüşmeyle, tartışmayla verilemez. Egemenlik, saltanat, güçle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Milletinin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardır. Bu saltanatlarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türkiye milleti bu saldırganların hadlerini bildirip, egemenlik ve saltanatını, ayaklanarak kendi eline eylemle almış bulunuyor. Bu bir oldu bittidir. Söz konusu olan, millete hak ettiği saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten olup bitmiş olan bir gerçeği ifadeden ibarettir. Bu nasıl olsa olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi doğal görürse, fikrimce uygun olur. Yoksa gerçek (olması gereken) yöntemine göre ifade olunacaktır. Ama belki bazı kafalar kesilecektir.”
M. Kemal’in bu açıklaması üzerine üçlü komisyonun başkanı Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi “Affedersiniz efendim, bu sorunu başka bakış noktasından inceliyorduk. Açıklamalarınızdan aydınlandık (!)” diyerek, meselenin ne denli ciddi (!) olduğunu anlamış ve bu sorunu üçlü komisyon kendince bir çözüme bağlamıştır.
Osmanlı Devleti tarafından milli mücadelenin içinde yer alması maksadıyla(!) geniş yetkilerle donatılıp Anadolu’ya ordu müfettişi kisvesi altında gönderilen M. Kemal Atatürk’ün başarıya ulaşabilmek ve amacını gerçekleştirebilmek için ne kadar hassas ve politik davrandığı yaşanan süreçlerde ortaya koyduğu tavır ve söylemlerden net olarak anlaşılmaktadır. İzlemiş olduğu bu politik strateji ona meclis başkanlığı, başkomutanlık ve nihayetinde cumhurbaşkanlığının yolunu açmış ve öteden beri zihninde var olan rejimi yerleştirmek için gerekli imkânları vermiştir.
Bu Kadar Kısa Zamanda Bu Denli Fikri Değişim Mümkün mü?
M. Kemal Atatürk’ün önceleri hilafet ve saltanat yanlısı hatta duacısı gibi görünen bir pozisyondan meclis başkanı ve başkomutan olduktan sonraki hilafet, saltanat ve ahkâmı şer’iye (İslam hükümleri) karşıtı söylem ve tavırlarını izah ederken bunun zaman içerisinde doğal olarak değişen fikir ve kanaatler olduğunu söylemek pek mümkün değildir.
Mustafa Kemal Atatürk işin en başından beri hilafet, saltanat ve ahkâmı şer’iye karşıtı olup cumhuriyet ve laik rejim yanlısı bir askerdi. Fakat amaçladığı hedeflerine ulaşması için bunu gizli tutması gerekiyordu. Mustafa Kemal bu durumu Nutuk’ta “milli sır” olarak açıklıyor ve devamında şunları söylüyordu: “… Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milli hakimiyete dayanan kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk devleti kurmak. İşte ta İstanbul’dan çıkmadan önce (yani ordu müfettişliği göreviyle Anadolu’ya gönderilmeden önce) düşündüğümüz ve Samsun’a ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur. …. Bu önemli kararın bütün gerek ve zaruretlerini daha ilk gününde açığa vurup ifade etmek elbette isabetli olmazdı. Uygulamayı birtakım safhalara ayırmak, olaylar ve olayların akışından yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve basamak basamak ilerleyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur. …. Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse diyebilirim ki; ben bu gerçeği milli bir sır gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş ve bütün bir topluma uygulatmak mecburiyetinde idim.
Karlsbad Hatıraları
Mustafa Kemal bir Osmanlı subayı iken 1918 yılında sol böbreğinden rahatsızlanır. Türkiye’de tedavi edilemeyince Dr. Rasim Ferit’in önerisiyle yurt dışında tedavi olmasına karar verilir. Gerekli izinler alındıktan sonra 25 Mayıs 1918’de emir eri Şevki ile birlikte Viyana’ya gider. Buradan da kaplıca tedavisi görmek üzere trenle Karlsbad’a geçer. Mustafa Kemal kaplıca tedavisi için burada kaldığı günlerde bir günlük tutmuştur. Bu günlük manevi kızım dediği Afet İnan tarafından yayına hazırlanmış ve “Karlsbad Hatıraları” diye basılmıştır. Atatürk’ün daha Osmanlı subayı iken 1918 yılında yazmış olduğu günlükte şu ifadeler dikkat çekicidir: “Ben her vakit söylerim; burada bu vesile ile arz edeyim. Benim elime büyük salahiyetler (yetkiler) ve kudret (güç) geçerse ben hayat-ı ictimaiyemizde (sosyal hayatımızda) arzu edilen inkılabı (devrimleri) bir anda ‘Coup’ ile tatbik edeceğimi zannederim. Zira ben, bazıları gibi efkâr-ı avamı (halkın fikirlerinin), efkâr-ı ulemayı (âlimlerin fikirlerinin) yavaş yavaş benim tasavvuratım derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye ulaştırmak suretiyle bu işin yapılacağını kabul etmiyor ve böyle bir harekete karşı ruhum isyan ediyor.”
Mustafa Kemal Atatürk daha 37 yaşında normal bir subayken dahi toplumun/devletin sosyal düzenini değiştirmeyi arzuladığını söylüyor. Bunu yaparken de halkın veya âlimlerin yavaş yavaş ikna edilmek suretiyle kendi düşünce ve fikir seviyesine ulaşmalarını beklemenin ve ondan sonra bu değişimleri yapmanın lüzumsuz, faydasız ve zaman kaybı beyhude bir iş olduğunu belirtiyor. Bu sebeple yetki ve gücü ele geçirdiği an bir anda gerekirse Coup’ kullanarak yani güç kullanarak toplumun sosyal düzenini değiştirmek arzusundan bahsediyor. Bu çerçeveden bakıldığında Atatürk için devrimci bir liderdi denilebilir.
Gazetecilerle Yapılan Söyleşi
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk da geçmişte gazetecilerle yaptığı bir görüşmeyi anlatıyor:
“Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na geçmeden çok önce, İzmit’te, İstanbul ve İzmit basın mensuplarıyla yaptığımız uzun bir görüşme ve sohbet sırasında, karşımdakilerden birinin şu sorusuyla karşılaştım ‘Yeni hükûmetin dini olacak mı?’ İtiraf edeyim ki, böyle bir soru ile karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Sebebi, pek kısa olması gereken cevabın, o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemeyişimdir. …Efendiler, karşımdaki gazetecinin sorusuna ‘Hükûmetin dini olamaz!’ diyemedim. Aksini söyledim. ‘Vardır efendim, İslam dinidir’ dedim. Fakat hemen arkasından ‘İslam dininde düşünce özgürlüğü vardır’ cümlesiyle cevabımı açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum. …. Konuyu kapatmak istedim. … O gün İzmit’te basın mensuplarıyla, bu konuda daha fazla görüşmekte yarar yoktu. Cumhuriyetin ilanından sonra da yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (anayasa) yapılırken, laik devlet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmak eğiliminde olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek için, kanunun ikinci maddesini anlamsız kılan bir deyimin sokulmasına göz yumulmuştur. Kanunun gerek 2’nci ve gerek 26’ncı maddelerinde fazladan yer alan, (‘devletin dini İslam’dır’ ve ‘ahkâmı şer’iyenin uygulanması meclisin görevidir’ maddeleri) yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan deyimler/maddeler olup, İnkılâp ve Cumhuriyet’in o gün için sakıncalı görmediği tavizlerdir. Millet, bu fazlalıkları, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’muzdan ilk fırsatta kaldırmalıdır!”
Yukarıdaki ifadelerinden de anlaşıldığı üzere Atatürk, o günlerde devlet yönetiminde yapmak istediği değişiklikleri anlama ve kabul etme yönünden meclisin genel havasının henüz müsait olmadığını, bir direniş ile karşılaşabileceğini bu sebeple gerçek amacına adım adım ulaşmak gayesiyle ‘devletin dini İslam’dır’ ve ‘meclisin görevi ‘ahkâmı şeriyeyi yani şerait hükümlerini uygulamaktır’ ifadelerinin 1924’de yapılan anayasaya girmesi hususunda bilerek taviz verdiğini açıkça beyan etmektedir. Ayrıca artık kendisine karşı bir direniş tehlikesinin kalmadığını dolayısıyla kurulan yeni modern çağdaş rejimle alakası olmayan bu gereksiz iki maddenin artık Teşkilât-ı Esasiyeden (anayasadan) çıkarılma vaktinin geldiğinden de bahsetmektedir.
Sonuç olarak Anadolu’ya 3. Ordu Müfettişi olarak gönderilen M. Kemal’in gerçek amacı, Fevzi Paşa’nın da belirttiği gibi, hükümet şeklini değiştirmek ve Cumhuriyet’i gerçekleştirmektir. O, bu amacını daha Erzurum Kongresi toplanmadan önce Mazhar Müfit’e açıklamıştır.
Ama bunu gerçekleştirmek o kadar da kolay olmadığından her şeyin zamanını beklemek ve zamanın ruhuna göre tavır ve söylemlerde bulunmak zorunda kalmıştır. Zira M. Kemal’in çevresinde bulunanların ve meclisin büyük çoğunluğu, saltanat ve hilafet yanlısı olup Allah’ın hükümleri ile (şeriat) yönetilmek isteyen kişilerden oluşmaktadır. Bu yüzden M. Kemal önceleri hem saltanat hem hilafet hem de ahkâmı şer’iye taraftarı görünmek zorunda kalmıştır.
İşte bu şekilde çok ince bir siyaset güdülerek aşama aşama yol alınmış ve laik devlet modeli hayata geçirilmiştir…