Dünyevileşme Karşısında Müslümanların Duruşu Nasıl Olmalı?

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2023 Temmuz / 128. Sayı

Rabbimiz, dünyevi birçok şeye karşı pek düşkün olduğumuzu, bunların bize çok güzel ve çekici geldiğini şu ayeti kerime ile bildirmektedir:

“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük; insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.”[1]

Günümüzde Müslümanlar arasında görünen en büyük hastalıklardan biri de dünyevileşme hastalığıdır. Yaşam ve refah seviyesi artıkça insanların dünyaya daha fazla daldıklarına ve bu hayatın yegâne amacı olarak dünyayı ve malı gördüklerine ve zamanla bu girdaba kapılarak içinde kaybolduklarına ve dünyevileştiklerine şahit oluyoruz. Hayata ve dünyaya odaklı bir yaşam zamanla kendi potasında Müslümanı eriterek tamamıyla dünyaya odaklı, ahireti geri plana atan, düşünce ve değer yargıları dünyaya endeksli bir Müslüman tipini karşımıza çıkarır. Bu durum Peygamber aleyhisselam’ında haber verdiği üzere hakikatte Müslümanlar için çok tehlikeli bir durumdur.

“Sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.”[2]

Yine bir gün Rasûlullah aleyhisselam çıkıp Uhud şehitlerinin üzerine cenaze namazı kıldı. Sonra Medine’ye dönüp minbere çıktı ve şöyle dedi: “Ben sizden önce havuza varacağım. Sizin hak yolundaki hizmetlerinize şahidim. Allah’a yemin ederim ki ben şu anda (cennetteki) havuzumu muhakkak görmekteyim. Ve emin olunuz ki bana yeryüzünün hazinelerinin anahtarları (yahut yeryüzünün anahtarları) verilmiştir. Vallahi ben, benden sonra sizin şirke döneceğinizden korkmuyorum. Lâkin ben sizin ihtiras ile dünya hazineleri hususunda birbirinizle yarışa gireceğinizden korkuyorum” buyurdu.”[3]

Müslümanlar her zaman ahirete odaklı bir yaşama talip olmalıdırlar. Dünyaya yönelik gayret ve çabalar her ne kadar masumane bir şekilde başlasa ve bir müddet böyle devam etse de zamanla maalesef kişiyi içine çekmekte ve belli bir müddet sonra içinde eritmektedir. Ahirete yönelik planlar yapmak Müslüman kişiyi dünya ve şehvetleriyle meşgul olmaktan inşallah alıkoyacak hususlardan biridir. Fakat her ne zaman dünya birincil hedef haline getirilecek olursa işte o zaman başladığımız çizgiden ne kadar saptığımızı anlamamız mümkün olmayacak, maalesef ahirette bunun acı neticesiyle yüzleşmiş olacağız.

Her halükârda halimize şükretmemiz ve Rabbimizin bizim için takdir ettiğine rıza göstermemiz gerekir. O’nun bizim için takdir ettiği muhakkak hakkımızda en hayırlı olandır. Rızkı veren de alan da fakirlikle ve zenginlikle imtihan eden de O’dur. Bizi bizden en iyi bilen yine O’dur. Bu sebeple asıl vazifemizi ihmal edip dünyevi hırs ve heveslerin peşinde sürüklenmemeliyiz. Bugün içinde bulunduğumuz halin şükrünü eda etmekle meşgul olmalı, uzak ihtiraslarla vakit kaybetmemeliyiz.

Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Şayet Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde taşkınlık ederlerdi; ama O dilediği ölçüye göre vermektedir. Çünkü O kullarının durumunu çok iyi bilmekte ve görmektedir.”[4]

Hazret-i Ali radıyallahu anh’ın naklettiği şu hâdise de bu hakikati ne güzel izah etmektedir: “Biz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte mescitte oturuyorduk. Mus’ab bin Umeyr radıyallahu anh çıkageldi. Üzerindeki, kürk parçalarıyla yamanmış hırkasından başka bir şeyi yoktu. Allah Rasûlü, Mus’ab’ı görünce, onun Mekke’de bol nimetler içindeki hâliyle şimdiki yoksul hâlini düşündü ve gözyaşlarına hâkim olamayıp ağladı. Sonra da (ümmetinin istikbâlinden bir manzarayı haber vererek) şöyle buyurdu: “Birinizin sabahleyin ayrı, öğleden sonra ayrı güzel elbise giydiği, önüne bir tabağın konup ötekinin kaldırıldığı, evlerinizi Kâbe’nin örtüldüğü gibi örtülere büründürdüğünüz (yani dünya lezzetlerinin önünüze serildiği) zaman hâliniz nice olur?!”

Orada bulunanlar: “Ey Allah’ın Rasûlü! Tabiî ki o gün hâlimiz bugünkünden daha iyi olur. Çünkü o zaman geçim derdimiz olmaz, kendimizi tamamen ibadete veririz” dediler.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz: “Bilâkis bugün siz, o günden daha hayırlı durumdasınız” buyurdu.”[5]

Önemli olan içinde bulunduğumuz durumu Rabbimize itaate dönüştürecek şekilde değerlendirebilmektir. İçinde bulunduğumuz refah veya sıkıntı bizi Allah’a kulluktan alıkoyup kendine çeken bir konumda olmamalıdır. Bizim hayatın akışına kapılarak içinde bulunduğumuz vaziyete ayak uydurmamız, sorumluluktan kurtulacağımız manasına gelmemektedir. Süleyman aleyhisselam, ucu bucağı belli olmayan ve kendisinden başkasına asla nasip olmayacak varlık ve saltanat sahibi kılınmıştı. Fakat dünya nimetleri asla onun kalbini işgal etmemiş, nimetlerin asıl sahibi olan Allah’a daima şükür hâlinde bulunmuştu. Bu güzel hâli sebebiyle de Cenâb-ı Hakk’ın; “O ne güzel kuldu! Şüphesiz o, Allah’a çok yönelen bir kimse idi.”[6] iltifatına mazhar olmuştu. Diğer taraftan yokluk ve hastalıklarla imtihan edilen Eyyûb aleyhisselam da yedi yıl dert ve belâ içinde kaldı. Bu imtihanı kendisine takdîr edenin Allahu Teâlâ olduğunun idrâki içinde, daima içinde bulunduğu hâline rızâ göstermiş, hiçbir zaman şikâyet etmemiştir. Hazret-i Eyyub’un hastalığı gittikçe şiddetlenmişti. Onun bu hâli beden, kalp ve lisânıyla yaptığı kulluk ve peygamberlik vazifelerini iyice zorlaştırmaya başlayınca, Allahu Teâlâ’ya dua ve niyazda bulundu. Allahu Teâlâ onun dua ve niyâzını kabul etti. Eyyûb aleyhisselam da bu rızâ ve teslimiyeti ile Rabbimiz’in “O ne güzel bir kuldu! O, Allah’a çok yönelen bir kimse idi.”[7] iltifâtına mazhar oldu.

Öyleyse Müslüman kişinin ahirete yönelik bir gayesi, hedefi ve amacı olmalıdır. Ahirete giden yolda dünya sadece bir araç olmalıdır. Şayet araç, amaca dönüşecek olursa işte o zaman helake sürüklenmek başlamış demektir.

Şeyh Sâdî “İnsanın kalbi dünyaya meyledince, bala düşmüş sinek gibi olur” demektedir. Belki bal çok tatlı gelir, yedikçe insana yedirtir, ancak yapışkanlığı, çekiciliği ve cazibesiyle helake götürdüğü maalesef çok geç fark edilir. Ancak bu saatten sonraki farkındalık hiçbir fayda vermez. Sineğin balın içinde debelenerek öldüğü gibi insanda dünyanın içinde debelenerek sonunu hızlandırır. Kalbe musallat olan dünya hırsı, kulu mânen helâke sürükleyen bir bataklık gibidir. Bu bataklığa düşen kişi, çırpındıkça daha da çok batar. Kendini bu durumdan kurtarabileceğini zanneden nice gafil kimseler bu bataklığın içinde kaybolmuşlardır. İnsan bir kere içine düşmeye görsün ne kadar çırpınsa boşuna… Ne kadar debelense de nafile… Ona yakın durmak ve elini kolunu içine sokmak helake düşmenin ilk aşamasıdır.

Müslüman kişinin hayat ölçüsü daima vasat bir çizgi üzere devam etmesidir. Her şeye karşı vasat olmak kurtuluşun yegâne reçetesidir. Bu esas, ifrat ve tefrite düşmeden dengeli yürüyebilmek için dikkat edilmesi gereken en önemli prensiplerdendir. Dünyaya karşı vasat olmak, hatta ibadetlere karşı ölçülü ve vasat çizgi üzere olmak, mutedil bir çizgi üzere yalpalamadan devam edebilmek, İslam’ın bizden istediği “Azda olsa devamlı yapılan ibadetlerin daha üstün ve faziletli olduğu” düsturunun her zaman akılda tutulmasının ehemmiyetini bizlere göstermektedir.

Aile hayatını ihmal edecek ölçüde ibadete düşkünlüğü ve çok Kur’an okumasıyla bilinen Abdullah İbni Amr İbni’l-As, sürekli ibadet halinde olması ve aile hayatını ihmal ettiği için babası tarafından Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şikâyet edilmiştir. O da kendisine orta yolu tercih etmesini ve ailesinin hakkını ihmal etmemesini söylemiştir. Ayrıca her gün oruç tutmamasını bunun yerine, 1 gün tutulup 1 gün ara verilen, Dâvudi orucunu tutmasını tavsiye etmiş ve her gün değil de 3 veya 7 günde bir hatim indirmesini istemiştir. Abdullah bin Amr radıyallahu anh yaşlandığı zaman, eskisi gibi çok ibadet etmeye takati kalmamış ve kendisine sunulan kolaylıklardan daha fazla istifade etmediği için pişmanlığını belirtmiştir.

Yüce Rabbimiz bu gerçeği şöyle bildirmektedir: “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (aşırılıklardan uzak) bir ümmet yaptık.[8]

Dilediğini dosdoğru yola ileten Yüce Rabbimiz, Müslümanları “vasat bir ümmet” yapmıştır. Vasat ümmet de aynı şekilde “ifrat ve tefritlerden korunarak inancında, ahlâkında, her türlü tutum ve davranışlarında doğruluk, dürüstlük ve adalet çizgisinde kalmayı başaran dengeli, sağduyulu, ölçülü, insaflı ve uyumlu nesil ve toplum” manasına gelir. Buradaki “vasat” kelimesi, “hem maddî ve bedensel tutkulara kapılmaktan, zevk ve sefahate dalmaktan hem de bedensel ve dünyevî ihtiyaçları büsbütün reddederek bir tür ruhbanlık hayatına kendini kaptırmaktan korunan” şeklinde de açıklanmıştır.

İslâm’dan önceki dönemlerde genellikle Yahudiler ve müşrik Araplar gibi bazı toplumlar mâneviyattan büsbütün uzaklaşarak dünyevileşmişler, materyalist bir hayat anlayışına sapmışlardı. Hıristiyanlar, Mecûsîler ve çeşitli Hint tarikatlarına mensup olanlar gibi bazı topluluklar da dünyevî ve bedensel lezzetlere büsbütün sırt çevirerek kendilerini koyu bir ruhaniyete kaptırmışlardı. İşte İslâm dini bütün bu aşırılıkları reddederek ılımlı ve dengeli bir din ve dünya anlayışı getirmiştir.

Allah azze ve celle Muhammed ümmetini, din ve dünya konusunda her türlü aşırılıklardan uzak, akıllı, itidalli, adaletli ve dengeli bir ümmet kılmış; bu ölçülere göre oluşmuş görüş ve inançlarıyla, fıtratı bozulmamış her insanın kolaylıkla takip edebileceği sadelikteki güzel ahlâk ve yaşayışlarıyla onları bütün insanlara örnek bir nesil, bütün bu güzel nitelikleri sebebiyle üstün insanlığın ne olduğunu gösteren ve kanıtlayan bir delil kılmıştır. Bu özellikleriyle onlar iyi toplumlar için lehte, kötüler için aleyhte bir delil ve şahit olacaklardır.

Bu sebeple Müslümanların, din ve dünya işleri konusunda başkalarını örnek alıp taklit etmek yerine, başkalarına örnek olmaları; dünya milletleri karşısında pasif ve alıcı değil, aktif ve verici olan bir konuma yükselmeleri; maddî ve mânevî alandaki bu konumlarıyla özenilen ve izlenen bir toplum düzeyine ulaşmaları gerektiği ve bunun Müslümanların bir sorumluluğu olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Kuşkusuz bütün Müslümanlar için din ve dünya işleri hususunda doğru, adaletli ve en üstün örnek, ölçü ve önder Hz. Muhammed aleyhisselam olduğu için yukarıda zikrettiğimiz âyetin devamında Peygamber aleyhisselam’ın da Müslümanlar hakkında bir şahit, yani en iyinin ölçüsü, örneği ve kanıtı olduğu ifade buyurulmuştur.

Öyleyse yapmamız gereken Hayatı Kitab’a göre şekillendirmemizdir, yoksa “kitabına uydurarak” şekillendirme tavrına girmekle ancak kendimizi aldatmış oluruz. Hem bu tavır asla Müslümanca bir tavır olmayacaktır. Bizler yaratıldığımız andan itibaren başıboş bırakılmadık. Yeryüzünün halifesi olarak dünyayı Rabbani esaslara göre tesis ve inşa etmekle vazifelendirildik. Bu vazife Rabbimiz tarafından bizlere tevdi edilen bir görevdir. Bizler bu konuda asla gevşeklik gösteremeyiz. Nemelazımcılık yapamayız. Vazifemizde ihmalkâr davranamayız.

İslam sadece anlatılıp sözle savunulmakla gönüllerde taht kurmaz. İslam, örnek nesillerin yaşantısıyla toplumlarda yer edinir ve hayat bulur. Bir çocuk bile kendisine her zaman öğüt veren anne babadan sıkılır, kaçıp kurtulmak ister. Toplumlar da işte böyledir. Öğüt verenleri değil, örneklik oluşturanları dikkate alır.

İslam’ın toplumlarda hayat bulması ve Mekke’den başlayarak kısa zaman içinde çok geniş coğrafyalara yayılması, Allah Rasûlü aleyhisselam’ın örnek yaşantısının öncelikle Mekke ve Medine ve daha sonrada diğer toplumlar arasında en güzel şekilde benimsenip yer edinmesiyle olmuştur. Hz. Peygamber’in örnekliği ile yetişen bu toplum, yerlerinde kalmamış, İslâm dinini kısa bir zaman içinde dünyanın çeşitli bölgelerine götürerek aynı örnekliği farklı coğrafyalarda da göstermişlerdir.

İslam’ı yaymak, bu dini başka insanlara da ulaştırmak için muhacir olarak dünyaya yayılan bu güzide insanlar, gitmiş oldukları toplumlarda yaşantılarıyla, idarecileriyle, ticaretleriyle, ailesiyle örneklik oluşturmuş ve o toplumlarda büyük etkiler bırakmıştır. Mesela bugün en kalabalık İslam ülkesi olarak bilinen Endonezya’nın, Müslüman tüccarların örnek davranışları sonucu İslam’ı benimsediği bilinmektedir.

Öyleyse Müslümanların, örnek bir birey, örnek bir baba ve anne, örnek bir aile, örnek bir işveren, örnek bir çalışan olarak topluma güzel modeller sunma sorumluluğunu yüklendiklerini asla hatırlarından çıkarmamaları gerekir. Kendilerini rol model olarak görmeleri insanların onların tavırlarına, duruşlarına, sözlerine ve eylemlerine bakacaklarını unutmamaları gerekir.

Hayata her zaman olumlu yönden bakarak Allah’ın kendilerine bahşettiklerine şükretmeli, pozitif düşünceli olmalı, karamsarlıktan şikâyetten, nankörlükten sakınmaları gerekir. Peygamberimizin şu buyruğunu da akıllarından çıkarmamaları gerekir. “…Kim dîni hususunda kendisinden üstün olana bakıp ona tâbî olur, dünyası hususunda da kendinden aşağı olana bakıp Allah’ın kendisine vermiş olduğu üstünlüğe hamd ederse, Allah o kişiyi şükredici ve sabredici olarak yazar…”[9]

Selam ve Dua ile…


[1]. Âl-i İmrân, 14

[2]. Buhârî, Cizye, 1, Rikâk, 7.

[3]. Müslim, Fedâil, 31; Buhârî, Cenâiz, 71

[4]. Şûrâ, 27

[5]. Tirmizî, Kıyâmet, 35/2476

[6]. Sa’d, 30

[7]. Sa’d, 44

[8]. Bakara,143

[9]. Tirmizî, Kıyâmet, 58/2512