31 Mart Vakası-2

Tarihin Puslu Olayları – Nedim Bal / 2023 Temmuz / 128. Sayı

Bir önceki yazımızda Osmanlı Devleti’nin ilk dönem teşkilatlanma yapısını kısaca özetlemeye çalışmıştık. Bu dönemle ilgili öne çıkan en önemli husus devlet yönetiminde Divan-ı Hümayun ismiyle anılan bir Şura’nın olmasıdır.

İlk dönemde Padişah, Divan-ı Hümayuna bizzat başkanlık yapıyordu. Şura üyeleri arasında ise başta padişahın atadığı Vezir-i Azam (padişahın vekili) ile şeyhülislam ve devlet işleriyle meşgul olan önemli kişiler bulunuyordu. Bu devlet adamlarının bir kısmı direk Vezir-i azam’a bağlı olarak yürütme yani hükümet etme işini icra ediyorlardı.

Divan, ilk kurulduğu dönemde bu usul ile cuma günleri hariç her gün sabah namazından öğle yemeğine kadar toplanırdı. Fakat bu gelenek giderek bozulmaya başladı. Padişahlar zamanla bu toplantılara bizzat başkanlık yapma işini Vezir-i Azam’lara (padişah vekili) terk ettiler. Onlar adına sadrazamlar Divan-ı Hümayuna başkanlık ediyorlardı. 16. yüzyıldan itibaren divan artık dört günde bir toplanmaya başladı.

18. yüzyıl başlarında olağanüstü durumlar ortaya çıkınca “Divan-ı Hümayun” iki günde bir toplanmaya başladı.

Maalesef 1768’den itibaren ise bu çok önemli Şura meclisi altı haftada bir gün toplanmaya başladı. 18. yüzyıldan itibaren ise sadece ulufe dağıtımı ve yabancı elçilerin kabulü için toplanmaya başlamıştır. Devletin en önemli Şurasının bu kadar uzun aralıklarla bir araya gelmesi ciddi idari zaaflar doğurdu. Devlet idaresinde oluşan boşlukları artık kişiler kendi arzu ve isteklerine göre doldurmaya ve kendince devlet yönetmeye başladılar.

Bu dönemde hükümet işlerinin yürütüldüğü özel binalar olmadığı için Sadrazamların kendi ikametgahları (konakları) hükümet toplantılarının yapıldığı yer olmuştur. Daha sonraları buralar devletin resmi daireleri haline geldi.

Padişahların zamanla birçok yetkilerini sadrazamlara devredip icranın içinden fiilen uzaklaşmaları ve neredeyse sadece onama makamı olarak kalmayı tercih etmelerinden sonra Osmanlı devletinin işleyişini sürdüren hükümetlerin genel adı Bâb-ı âli olmuştur. Yani “filan konuyla ilgili Bâb-ı âli’den bir açıklama yapıldı” demek “hükümet tarafından bir açıklama yapıldı” anlamına gelmekteydi.

Devlet İdari Sisteminde Değişim Rüzgarları

1826 yılından sonra Batı’dakine benzer bir devlet yönetim şekline doğru eğilim başladı. Hariciye (Dış işleri), Dahiliye (İç işleri), maliye ve benzeri nezaretler yani bakanlıklar kuruldu. Hükümet nazırları (bakanlar) bu kurumları yönetmeye başladı. Hükümet nazırlarının belirli aralıklarla yaptığı toplantılara ise Heyet-i Vükela yani (Bakanlar Kurulu) toplantıları adı verilmeye başlandı. Böylece adı koyulmasa da artık batıdaki gibi Başbakan (sadrazam) ve Bakanlar (nazırlar) Kurulu’na dayalı bir hükümet sistem oluşturulmuş oldu.

Meşrutiyet Talepleri

Osmanlı Devleti bin sekizyüzlü yılların ortalarında artık eski gücünden son derece uzaktı. Bundan dolayı Avrupa devletleri tarafından artık hasta adam olarak tanımlanıyordu. Osmanlı devletini padişahlardan ziyade artık sadrazamlar yönetmeye başlamıştı. Bu sadrazamlardan en meşhur olanı Mithat Paşa’dır. (1822-1884)   Mithat Paşa aynı zamanda masondur.

Mithat Paşa, padişah Abdulaziz (1861-1876) döneminde devlet idaresinde savunduğu reform politikalarıyla tanınmış ve iki kez sadrazamlık yapmıştır. Kendisi ve kendisi gibi düşünen birçok reform yanlıları devletin yönetim şeklinin meşrutiyet olmasıyla daha da güçleneceğini savunuyordu.

Meşrutiyet Nedir?

18. yüzyıla gelinirken tüm dünyada monarşik bir devlet yapısı mevcuttu. Monarşi “bir hükümdarın devlet başkanı olduğu ve tüm yetkileri elinde bulundurduğu yönetim şekli’ anlamına gelmektedir. Bu hükümdarın adının kral, imparator, şah, padişah, prens, han, kağan, hakan gibi çeşitli isimlerle anılması pek mühim değildir.

18. yüzyılın sonlarında birçok toplumsal, askeri ve siyasal gelişmeler ortaya çıktı. Tüm dünyada etkili olan bu hızlı değişimler özellikle “meşrutî” adı verilen yeni bir tür monarşi düzeninin doğmasına yol açtı. Bu yeni tür monarşi tipinde artık hükümdarların yetkileri, yazılı bir anayasa ile tanımlanıyor ve sınırlandırılıyordu.

Bu monarşi türünde; Kral/Padişah/İmparator devletin simgesi olarak kalıyor, ancak yürütme yetkisini bir hükümete bırakıyordu. Hükümet de halk tarafından seçilmiş meclisin kararlarına uymak zorundaydı. Meşrutiyet rejimi; cumhuriyet ile mutlak krallık arasında “orta bir yol” olarak ortaya çıkmıştır.

Osmanlı devletinin gücünün zayıflaması, devlet işlerinin hantallaşması, askeri, siyasi ve ekonomik alanlardaki çöküş devleti yönetenleri farklı arayışlara itti. Kimi sadrazam ve devlet adamlarına göre bu hantallık ve çöküşün en büyük sebebi idari sistemin zayıf ve yetersiz oluşuydu. Bu sebeple artık devletler bir kişinin mutlak hakimiyet ve yetkisiyle yönetilemezdi. O yüzden meşruti yönetim şekline geçmek şarttı. Yani padişahlar sembolik olmalı, hükümet ise yasama organı olan ve halk tarafından seçilmiş meclisin denetiminde olmalıydı.

Şunu belirtmekte fayda var; o gün gündeme gelen monarşik parlamenter sistem ile bugünkü demokratik, laik, seküler parlamenter sistem arasındaki en temel fark; devlet başkanının/padişahın halk tarafından seçilmemesidir. Padişahlık/krallık soy veya güç ile elde edilen bir hak olarak görülmeye ve devletin başında kalmaya devam ediyordu. Bugün İngiltere de olduğu gibi. Diğer önemli fark ise meclisten çıkacak kanunların İslam şeriatına uygun olması mecburiyetiydi.

Osmanlı Devleti’nde anayasa (Kanun-ı Esasî) ve parlamenter rejim (Meclis-i Mebûsan) tartışmaları 1830’larda başlayıp 1860’larda yoğunlaşmış ve özellikle 1875 sonrası ulema ve bürokrasi arasında ciddi bir fikir tartışması ortaya çıkmıştır. Ayrıca ulema arasında da zıt fikirler mevcuttu. Anadolu kazaskeri (kadıların başı) Seyfeddin Efendi, “şavirüm fi’l-emr” ayeti gereğince meşrutiyetin şeriata uygun olduğunu savunurken; birçok ulema ise gayrimüslimlerin de meclise girmelerinin ve devleti yönetme yetkisine ortak olmalarının caiz olmadığı yönünde ısrarlıydı.

Tüm dünyayı saran meşruti yönetim düşünce ve fikri, Osmanlı devletinin önemli kademelerinde bulunan yetkili ve nüfuzlu kimseleri de etkilemiş ve bu değişimin önünde duran herkes gizli bir düşman ilan edilmişti.

Tabi burada şunu zikretmekte fayda var. Değişim yanlısı olanlar iki kesimdi. Birincisi kesim; devletin bozulan düzenini, yitirdiği gücünü, kaybettiği itibarını yeniden kazanma arzusunda olan samimi insanlar. Bunlar yeni bir düzen ile ancak yeniden ayağa kalkışın mümkün olacağına inanıyorlardı. Diğer bir kesim ki dilleri hak konuşup kalpleri batıldan yana olanlardı. Yani devletin tüm kademelerini ahtapotun kolları gibi sarmış olan masonlar ve dininden, milletinden, örfünden tiksinti duyan batı hayranı mankurtlaşmış bürokrat, yazar ve çizerler. Bunların tek hedefi vardı. Osmanlıyı ve İslamı yok etmek. Bunu başarmanın ilk adımı ise padişahın mutlak egemenliğini zayıflatıp yönetimde çok başlılığı tesis etmek. Bunu başardıkları an gerisi zaten çorap söküğü gibi gelecekti.

Bu sebeple meşrutiyeti gündeme getirirken bu fikre taraftar bulabilmek ve halk nezdinde itibar kazanabilmek için “devletin gücü, alemi İslam’ın sancaktarlığı, İ’la- yı Kelimetullah’ın hakimiyeti” gibi son derece duygulu, hamasi söylemler kullanmaktan da kaçınmıyorlardı. O yüzden bu kesimin dili zahiren hakkı konuşurken kalpleri batıldan yana idi.

Meşrutiyet Uğruna Katledilen Padişah!

Sadrazam (başbakan) ve aynı zamanda gizli birMason olan Mithat Paşa arzu ettiği reformları gerçekleştirme hususunda kararlıydı. Bu hususta İngilizlerinde ciddi bir desteği vardı. Fakat işler planlandığı şekilde bir türlü ilerlemiyordu. Bunun en büyük sebebi ise padişah Abdulaziz’in yapılmak istenen reformlara karşı ayak diremesiydi.

Öte yandan sultan Abdulaziz’in yeğeni olan ve ondan sonra padişah olacağı ilan edilen veliaht 5. Murat, meşrutiyetçilerin fikir babaları tarafından tam bir kıskaca alınmıştı. Bu dönemde meşruti rejimi savunan ve çoğunluğu mason olan “Yeni Osmanlılar” 5. Murat ile temasa geçmişti. Sık sık görüştüğü Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi isimlerle meşrutiyet, demokrasi ve hürriyet gibi konularda fikir alışverişinde bulunuyordu.

Ziya paşa, özel doktoru Kapoleon Efendi aracılığıyla, sultan Abdulaziz yönetiminden rahatsız olan muhalif gurubun lideri Mithat Paşa ile de haberleşmekteydi. Veliaht 5. Murat ilan edilecek meşrutiyet rejimi için paha biçilmez bir kaftandı.

Sonunda meşrutiyet rejimi yanlısı paşalar ve devlet erkanı kendilerine ayak direyen sultan Abdülaziz’i tahtan indirip yerine 5. Murat’ı geçirmeye karar verdi. Bu darbeyi usulüne uygun yapmak istediklerinden önce ilmiye (şeyhülislam) ile görüşüp padişahın tahtan indirilmesi için hal (görevden el çektirme) fetvası yayınlamalarını talep ettiler. Bu talepleri şeyhülislam tarafından büyük bir memnuniyetle karşılandı ve uydurma gerekçeler ileri sürülerek hal fetvası verildi. Daha sonra büyük bir darbe girişimi tertip edildi ve sultan Abdulaziz’i derdest ederek hapsettiler. O sırada 5. Murat Dolmabahçe sarayından kaçırılıp Beyazıt’taki Serasker kapısına getirildi. Burada hazır beklemekte olan sadrazam, şeyhülislam ve bazı devlet erkanı 5. Murat’a hemen biat ettiler. Ardından sultan Abdulaziz’in hal’ine dair fetva okundu. Böylece bir oldu bitti ile 5. Murat resmen Osmanlı devleti padişahı olmuştu.

Fakat eskiden beri bazı psikolojik rahatsızlıkları olduğu bilinen 5. Murat, birbiri ardına gelen üzücü olaylardan sebep psikolojisi iyice bozulmuştu. Üstelik kendinden önce padişah olan ve darbeyle tahtan indirilen amcası Abdulaziz’in hapsedildiği köşkte hunharca katledildiğini öğrenince hepten akıl sağlığı bozuldu. 5.Murat’ın bu haliyle halkın ve devlet ricalinin önüne çıkamayacağı anlaşılınca umudunu ona bağlayan meşrutiyet rejimi yanlısı gruplar ve Mithat Paşa yeni bir arayışın içine girmek zorunda kaldılar. Mason olan Mithat Paşa, 5. Murat’ın kardeşi 2. Abdülhamid ile görüşerek meşrutiyeti ilan etmesi şartıyla kendisini padişah yapmak istediklerinden bahsetti. 2. Abdülhamid bu isteği kabul etti.

Sadrazamın başkanlığında şeyhülislam ile diğer nazırlardan/bakanlardan meydana gelen Vükelâ Meclisi, 30 Ağustos 1876’da yaptığı toplantıda 5. Murad’ın hal‘ine (görevden el çektirilmesine) ve Abdülhamid’in cülûsuna karar verdi. Ertesi sabah Kubbealtı’nda toplanan devlet adamlarının huzurunda hal fetvası okundu. Fetvada Sultan Murad’ın daimî cinnet halinde olduğu ve görevini yapamadığı açıklanıyordu. 5. Murad tahtan düşürülerek kardeşi 2. Abdülhamid tahta çıkarıldı (31 Ağustos 1876)

Sultan 2. Abdülhamid tahta çıktığı zaman birçok ülke sorununu kucağında bulmuştu. Bunlardan en önemli olanları şunlardı; Rusya’nın kışkırtmaları sonucu balkanlar adeta kaynayan bir kazan haline gelmiş ve birçok isyan patlak vermişti. Devlet onca sorunun içinde bu isyanlarla baş edecek durumda değildi. Diğer taraftan Avrupa devletleri Osmanlı sınırları içinde yaşayan azınlıkları da bahane ederek sürekli Osmanlı devletinin iç işlerine müdahale ediyorlardı. Ayrıca Avrupa ülkelerinden alınan dış borçlar ödenemez duruma gelmişti. Devlet mali olarak iflas noktasındaydı. Bunu çok iyi bilen Avrupa devletleri azınlıklar meselesinde istedikleri tavizleri koparabilmek adına ciddi ekonomik yaptırımlar planlıyorlardı.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi içerde de hiçbir şeyden memnun olmayan, her yapılanı eleştiren ve düzenin değişmesini isteyen batı hayranı ciddi bir muhalefet vardı. Öyle ki bu muhalif kanat bürokrasiden, ilmiyeden, askeriyeden hatta hanedan içinden bile destek bulabiliyordu.

Tahta henüz yeni çıkan Sultan 2. Abdülhamid dahili ve harici baskıları azaltıp zaman kazanabilmek için siyasi bir hamle yaparak önce meşrutiyeti ilan etti. Bu siyasi hamlenin birkaç sebebi vardı; öncelikle bu hamle ile balkanlardaki isyan ve gerilimlerin önüne geçmeyi murat etti. Çünkü meşrutiyetle birlikte balkan ulusları kendi temsilcilerini seçecek ve böylelikle padişahla beraber yönetime ortak olacaktı. Yine meşrutiyetin ilanı ile azınlıklara verilecek olan haklar sayesinde Avrupa devletlerinin azınlık (gayri Müslim) haklarını bahane ederek yaptıkları dış müdahalelerin de önüne geçilecekti. Buna bağlı olarak azınlıklar da kendi temsilcilerini seçerek yönetime ortak olacaklardı. Böylece azınlıkların birçok yerde başlattıkları isyan ve ayaklanmaların da önüne geçilmesi murat edilmişti.

Meşrutiyetin ilan edilmesindeki diğer bir sebep de dış borçların ödenmemesi sebebiyle ağır ekonomik kararlar alması beklenen Avrupa devletleri, ilan edilen Meşrutiyetle beraber birtakım ticari imtiyazlar elde etmeyi düşünecekleri için şimdilik bu ağır ambargo kararlarını erteleyecekleri umuluyordu.

Tüm bunlar harici sebeplerdi fakat bu sebeplerden daha önemlisi ise devletin kendi içinde kendinden gözüken insanlar sebebiyle yaşadığı zafiyetin doğurduğu tehlikelerdi.

Avrupa devletleri kurdukları mason locaları ve gizli teşkilatlar sayesinde gerek ilmiye gerek askeriye gerekse bürokrasi içinde birçok devlet adamını hem fikren hem ruhen hem de bedenen satın almış durumdaydı. Devletin içinde kaos ve kargaşa çıkaran ve bundan beslenen bu güç odakları devlet idaresinde istedikleri gibi at koşturuyorlardı. Öyle ki Sultan Abdülaziz’i tahtan indirip öldürüp yerine mason 5. Murat’ı padişah yapan fakat o da akli dengesini kaybedince bu sefer onu da indirip Abdülhamid’i padişah yapan irade artık ülkede karşı konulamaz etkin bir güç konumuna gelmişti. Bu güce karşı koyabilmek için misli bir güce ihtiyacı vardı ve bu hayli zaman istiyordu.

Sultan 2. Abdülhamid ise henüz yeni tahta çıkmış hatta çıkartılmış (!) zayıf bir padişahtı. Bozulan devlet ve kurumları üzerinde hiçbir otoritesi yoktu. Güç ve otoritesi olmadan mevcut statükoya karşı direnmesi durumunda muhtemelen amcası Abdülaziz gibi bir sonla karşılaşması kaçınılmazdı.

İşte böyle bir siyasi kargaşa içinde tahta geçen 2. Abdülhamid, etrafındaki hasta ruhlu insanları tanıyıncaya ve devlet idaresini tam olarak ele alıncaya kadar kafalarına göre padişah azledip padişah tayin eden bu güç ile barışık olmak durumundaydı.

Mevcut statüko tarafından şartlı olarak padişahlığa getirilen çiçeği burnunda padişah 2. Abdülhamid’in ilk işi meşrutiyeti ilan ederek herkes tarafından güven kazanmak, gerilen ortamı yumuşatmak ve zaman kazanmak olmuştur.

Netice olarak; hazırlanan ‘Kânun-i Esasi’ kabul edilerek ‘Meşrutiyet’ ilan edildi. İlan edilen Kânun-i Esasi’ye göre yürütme gücünün başında padişah bulunuyordu. Yargı yetkisi bağımsızdı. Yasama yetkisi ise Mebusan Meclisi ve Âyan Meclisi’nden kurulu bir Genel Meclis tarafından yürütülecek, yasama faaliyetleri padişahın onayına bağlı olacaktı. Âyan Meclisi üyelerini padişah, Mebusan Meclisi üyelerini halk seçecekti. Meclisi feshetme yetkisi ise padişaha aitti.

Üç ay sonra yapılan seçimler sonucunda 19 Mart 1877’de bizzat padişah tarafından meclis açıldı. Toplam 141 üyeden oluşan bu ilk parlamentonun 115’i mebus, yirmi altısı da âyan üyesinden oluşuyordu. Mebusların altmış dokuzu Müslüman, kırk altısı gayri müslim idi. Yani ilk meclisin üçte biri gayri Müslimlerden oluşuyordu. 

-Devam Edecek-