Yazı Ve Biz

Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2023 Ekim / 131. Sayı

İlmi gelenekle iltisakı kesilmiş olan toplumumuz için yazmak da en az okumak kadar ürkütücü ve iticidir. İnsanımızın kitaba ve okumaya olan mesafesi bilinen ve üzerine yoğunlaşılan bir mesele olmakla birlikte yazmaya karşı takınılan tutum ve tavır aslında çok daha vahimdir. Eğitimle hiçbir alakası olmayan, öğrenmeye dair en ufak bir arzu dahi taşımayan bir kimseye zor da olsa bazı şeyler okutmak mümkündür. Ancak aynı kişiye okuduğu satırlar hakkında üç beş cümle de olsa bir şeyler yazdırmak neredeyse imkansızdır. Çünkü birçoklarında olduğu gibi bu kişi için de kalemi tutmak kazma küreği tutmaktan çok daha zor bir meseledir. İçinde bulunduğumuz  toplum maalesef bilgece konuşmaya çok hevesli olmasına rağmen bunu gerçek anlamda sağlayacak olan okuma ve yazma eyleminden oldukça uzaktır. Bugün evinde yazacak bir tane bile kağıdı kalemi olmayan, buna bir ömür ihtiyaç da duymayacak yüzbinler vardır. Yine aynı yüzbinler için devlet dairelerinde örnek dilekçe ve resmi yazı suretleri bulunmaktadır. Zira kendi meramını yazıya dökmekten aciz bu kişiler önlerine konulan metni basitçe taklit etmekten öteye gidememektedirler. İşte tam bu noktada dert sahibi kimseler için sorgulanması gereken önemli bir husus ortaya çıkmaktadır:

“İnsanlık tarihinde ilme ve yazıya tartışmasız en büyük katkıları sağlamış olan köklü bir geçmişin sahipleriyken nasıl oldu da bu derin ayrılığın içine düştük!”.

İnsanları yazmaya karşı ilgisiz ve kayıtsız kılan en büyük etken belki de dert ve ihtiyaç sahibi olmamalarıdır. Çünkü yazmak insanda meydana gelen ihtiyaç duygusunun bir ürünüdür. İhtiyaç sahibi eksik olanı gidermek için aynı zamanda dert sahibi de olmuştur. İşte bu iki duygu insanda yazma dürtüsünü canlı tutan onu daima kamçılayan iki önemli aktördür. Bunlar olmasa insan neden yazmak istesin ki! Esnaf alacak vereceğin derdine düşmüş onu yazmış, öğrenci/ öğretmen eğitimin derdine düşmüş onu yazmış, alim ilmin aktarılmasını kendine vazife bilmiş onu kayda geçirmiş, kalbi kırık gönlü yorgun olan da derdini dökmek için kağıda kaleme sarılmış içindekileri yazmıştır. Velhasıl soyut-somut, maddi-manevi, dünyevi-uhrevi fark etmeksizin hangi konuda olursa olsun yazmanın tüm versiyonları her koşulda mutlak surette dert ve ihtiyaç haline muhtaçtır.

Öte yandan insandaki bu ihtiyaç hali yazmak için temel muharrik güç olmakla birlikte tek başına yeterli de değildir. Çünkü bu melekenin gelişimi için bir de okumaya ihtiyaç vardır. Okumak yazmanın mukaddimesi ve takviye edicisidir. İyi bir okuyucu olmayan kişi dert ve ihtiyaç sahibi olsa da yazma eylemini istikrarlı bir şekilde sürdüremez. Yeterli beyan gücüne sahip olmadığından dolayı yazmak bu kişi için rahatlama ve gereksinimleri giderme aracı olmaktan çıkıp ağır bir yüke dönüşür. Giderek ağırlaşan bu yük ise belirli bir süre sonra mutlaka sahibini ezecek ve yazmayla olan bağlarını tamamen koparacaktır. Bu nedenle insan 1 defa yazacaksa bunun öncesinde mutlaka 100 defa okumuş olmalıdır. Bardağın içi ne kadar çok dolarsa dışına taşacak olan da o kadar çok olacaktır.

İnsanlar ile yazma eyleminin arasına giren bir diğer önemli husus ise; yazmanın önemini ve faydasını yeterince idrak edememektir. Bir şeyin işlevinden habersiz olan kişi elbette onu kullanmaktan aciz kalacaktır. Bu bağlamda atılacak ilk adım belki de yazmanın bizim için ne kadar hayati ve vazgeçilmez olduğunu kendimize hatırlatmak olacaktır. Bu bilinç oluştuktan sonra yazmaya başlamış ve onun tadını almış bir kimsenin bu eylemden uzak kalması neredeyse mümkün değildir. Çünkü yazmanın ayrı bir ihtişamı, huzur veren bambaşka bir yönü ve insanı kendisine çeken muhteşem bir cazibesi vardır.

YAZMA SAYESİNDE…

Bahsini ettiğimiz bu cazibe yazmanın ihtiva ettiği şu faydalardan ötürüdür:

Yazmak kelime dağarcığımızı geliştirir. Günlük hayatta kullanmadığımız kelimeleri hatırlatır, zihnimizin derinliklerine gömülmüş ve unutulmuş kelimeleri gün yüzüne çıkartır ve yeni kelimeler öğrenmemizi hızlandırır. Unutmayalım ki; her yeni kelime düşünce dünyamıza çok daha büyük zenginlikler katacak ve yeni kapılar aralamamızı sağlayacaktır.

Yazmak zihinsel gelişimimizi olumlu yönde etkiler. Yazma esnasında zihnimiz daha hızlı ve aktif çalıştığı için durağan, düşünmeyen bir beyin gibi olmayacaktır. Bu yönden bakıldığında yazmanın unutkanlığa ve diğer hafıza sorunlarına karşı iyi bir mücadele yöntemi olduğu söylenebilir.

Yazmak düşünme kabiliyetini geliştirir ve analitik düşünebilme yetisi kazandırır. Yazma sayesinde insan zihni meselelere daha geniş bir çerçeveden bakmaya başlayacak ve mantıksal düşünme yeteneğini daha da geliştirecektir. Çünkü yazma esnasında zihin yazılanların birbiriyle uyumunu, kelime ve mana dizilimini ve mantıksal açıdan tutarlılığını arka planda sürekli analiz etmektedir. Bu ise yazan bireye çok güçlü bir muhakeme melekesi kazandırmaktadır.

Yazmak odaklanmayı kolaylaştırır. Baştan sona anlamlı ve zevkli bir metnin ortaya çıkması için ciddi bir odaklanmaya ihtiyaç vardır. Bu bakımdan yazabilen kişi konsantre olmayı, bir şeye odaklanmayı başarmış ve başka alanlarda da bunu başarabilecek olan kişidir.

Yazmak karar almayı kolaylaştırır. Zihnimiz yazma esnasında kelimeleri nerede ve nasıl kullanacağı, hangi meseleyi hangisinden önce veya sonra dile getireceği gibi hususlarda hızlı kararlar alır. Yazmaya devam ettikçe bu yetenek de gelişmeye devam eder ve kişi gündelik hayatında daha hızlı kararlar almaya başladığını bariz bir şekilde hisseder.

Yazmak bilgiyi daha kalıcı hale getirir ve öğrenmeyi kolaylaştırır. Araştırmaların belirttiğine göre bir metni 1 defa yazmak 12 defa okumaya bedelken kalemle yazmak da klavye ya da dokunmatik ekranlarda yazmaktan çok daha etkili olmaktadır.

Kendimiz ve sorunlarımız hakkında yazmak daha stressiz ve kaygısız bir hayat konforu sağlar. Kendisini, yaşadıklarını ve duygularını yazan bir kişi kendisini tanıma yolunda ciddi bir mesafe katederken sorunlarını ve sıkıntılarını yazan bir kişi de soyut olan bir durumu daha somut bir hale dönüştürerek onlarla başa çıkma ve mücadele etme yolunda kayda değer bir mesafe kat etmiş olmaktadır. İnsanın kendisini tanıması da sıkıntılarıyla nasıl mücadele edeceğini bilmesi de bir çok kişide bulunmayan hayat konforunu ona kolayca sağlayacaktır. 

ULEMA VE TELİF

İnsanlık tarihinde yazıya bizim kadar önem vermiş bir başka topluluk yoktur. Eski Mısır, Yunan ve Çin medeniyetlerinde yazıya, alfabeye ve yazma malzemelerine dair önemli gelişmeler olsa da yazma eylemi tam anlamıyla Müslümanlar ile birlikte hayat bulmuştur. Müslümanlar gerek ilim noktasında gerekse devlet ve toplum düzeni hususunda yazıya çok büyük bir kıymet atfetmiş ve onu çok etkili bir araç olarak kullanmayı başarmışlardır. Arşiv ve kütüphanelerimiz bu noktada ümmet olarak belki bugün değil ama tarihte geldiğimiz seviyeyi ortaya koymaktadır.

Şunu belirtmekte fayda var ki; Müslümanlar yazı hususunda daha önceki milletlerin birikimlerine hazırca konup bu şerefe erişmiş değildir. Bu başarının arkasında ciddi bir emek, azim ve gayret vardır. Müslümanlar tırnaklarıyla kazıyarak tarihteki zirveye ulaşmışlardır. Çünkü işin bidayetine baktığımızda Efendimizden sallallahu aleyhi ve sellem  önceki dönemde Arap kültürünün neredeyse tamamen sözlü bir kültür olduğunu görmekteyiz. Yazının çok çok az olduğu her şeyin dimağlarda muhafaza edilip lisan ile nakledildiği şifahi bir dönem. Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem risaletiyle birlikte Arapların sözlü olan bu kültürleri yavaş yavaş yazılı kültüre dönüşmenin başlangıcını yaşamıştır.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem okuma yazma bilenin kısıtlı malzemenin de kıt olduğu bir toplumda tüm imkansızlıklara rağmen kendisine indirilen ilahi vahyi zabtu rabt altına almayı başardı. Esasında o dönem için bu durum belki çok ihtiyaç da değildi. İnsanların zihinlerinin berrak olduğu, yüzlerce beyitlik şiirlerin kolayca ezberlenebildiği ve bu alışkanlıktan ötürü Müslümanların da indirilen ilahi vahyi şifahen zorlanmadan öğrenebildikleri bir dönemdi bu dönem. Ancak Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hem vahyin muhafazası hem de sonraki dönemlerde Müslümanlar için yazma geleneğinin güçlü bir şekilde devam etmesi için yazma hususuna önem verdi. Ehil olan sahabeleri vahiy katipliği için görevlendirdi.Burada Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem  vahyi yazdırdığı gibi hadisleri de neden yazdırmadığı ile alakalı meseleler akla gelecek olursa bunun Kuran-ı Kerim ve hadislerin birbiriyle karışma ihtimalini önleme gibi özel sebeplere dayandığını belirtmek isteriz. Yine bu saiklere rağmen Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bazı sahabelere kendi sözlerini yazma konusunda özel izinler vermiş ilmin mahdut da olsa kayıt altına alınmasını önemsemiştir.

Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem yazma konusunda atmış olduğu bu adımlar ilerleyen süreçte Müslümanların kitabet/yazım meselesinde bir hayli yol almalarının önünü açmıştır. Kısa bir süre sonra ilahi kitabımız iki kapak arasında toplanmış, çoğaltılarak belirli bölgelere gönderilmiş ve gerekli noktalama harekeleme işlemleri de tamamlandıktan sonra maddi anlamda daha mütekamil bir şekilde yeni Müslüman olan topluluklara arz edilmiştir. Öte yandan Efendimiz’e sallallahu aleyhi ve sellem  ait olan mübarek sözler de hadis tarihinin“Kitabet ve Tedvin” dediğimiz döneminde daha derli toplu hale getirilerek kitaplarda yerini almaya başlamıştır.

İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’in yazım hususunda katettiği bu mesafe diğer İslami ilimlerin neşet edip gelişmesine imkan tanımıştır. Daha ilk dönemlerden itibaren İslam uleması akaid, tefsir, siyer ve megazi gibi temel alanlarda eser telif etmeye başlamıştır. Efendimiz’in vefatının üzerinden henüz bir asır bile geçmeden böyle bir konuma yükselmek Müslümanlar için gerçekten gurur vericidir.

İlerleyen süreçte ulemamız ilmin muhafazası ve sonraki nesillere aktarımı gayesiyle çığ gibi büyüyen telif hareketlerine hamilik yapmıştır. İslam tarihinde telifatlarımız incelendiğinde ulemanın ne kadar zor şartlar altında nasıl bir azim ve gayret ile bu işi başardıkları gözlerden kaçmayacaktır. Nebevi mirasın varisleri olan bu fedakar insanlar ilmin korunması, gelişmesi ve aktarılması için nice uzak mesafeleri yürüyerek aşmış, nice yokluğa ve zorluğa tahammül etmiş ve böylelikle ilmi mirasa sahip çıkmışlardır. Yine aynı gayeyle evlenmeye dahi fırsat bulamayan alimlerimizin sayısı hiç de azımsanacak kadar değildir.

Ulemamızın telif ettiği eserlerin yekünü, hangi şartlar altında bunları yerine getirdikleri gerçekten hayret vericidir. Örneğin büyük muhaddis, müfessir İmam Suyuti… 60 yıllık ömrüne binden fazla eser sığdırmış velud bir alim. Eserleri hususunda en kapsamlı listeyi yapan İyâd Hâlid et-Tabbâ‘ 1194 sayısına ulaşmakta, bunlardan 331’inin matbu, 431’inin yazma, 432’sinin kayıp olduğunu söylemektedir. Her türlü imkan ve kolaylığa sahip olan bizler için bu kadar çok eseri okumak bile meseleyken bu mübarek insanlar büyük bir ihlas ile bunca eseri bize ulaştırmışlardır.

Bir diğer örneğimiz İmam Serahsi. Fıkıh literatürünün en büyük eserlerinden olan “el Mebsut” isimli şaheserini 15 yıllık hapis hayatındayken yazmıştır. İmam, kitabını öğrencilerine hiçbir yardım almaksızın kuyudan bağırarak yazdırırken bazen hüzne kapılır ve “keşke şimdi kitaplarım yanımda olsaydı da size bu konuda daha çok şey söyleyebilseydim” demekten kendini alamaz. Cuma namazıyla ilgili bir bahsi yazdırırken ise öğrencileri kitaba insanın içini acıtacak şu notu düşerler: “Bize bunları yazdıran insan ne cumaya ne cemaate gidemeyen bir insandır.”

Allah onlara rahmet etsin. Ne maddiyat ne esaret onları yıldıramamış sarsılmaz dağlar gibi ilmin yanı başında saf tutmuşlardır.

Eser telifinde hayrete mucib bir diğer isim Şeyhulislam İbn Teymiye’dir. İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Teymiyye’nin eserlerinin listesini “Esmâ’ü mü’ellefâti Şeyhilislâm İbn Teymiyye” adlı kitabında vermiş bazı çağdaş araştırmacılar da onun kaynaklarda adı geçen 702 eserini saymışlardır.

Bilindiği üzere İbn Teymiyye’nin Dımaşk Kalesi’ndeki hapis hayatı iki yıldan fazla sürmüş; ancak o hapiste eser yazmaya devam etmiştir. Onun hapse girmesine sebep olan bazı çevreler hapisteyken yazdıklarından da rahatsız olarak Sultana şikayet etmişler bunun neticesinde de elinden kağıdı, kalemi ve mürekkebi alınmıştır. Bir alime yapılacak en çirkin olan bu muamele ona çok ağır geldi ve üzüntüsünden hastalanarak hapishanede vefat etti.

Tarihimiz bunun gibi örneklerle doludur. Zad’ül Mead’ı hac yolculuğunda yazan İbn Kayyim’i, Nuhbetü’l Fiker gibi veciz bir şaheseri binek üstünde telif eden İbn Hacer’i de unutmamak gerekir. Allah hepsine rahmet etsin. Öğrendiler, yazdılar ve yaydılar. Bugün hala onların yazdıklarıyla aydınlanmakta ve hayatımıza yön vermekteyiz.

Yazmak berekettir. Ne yazdığını ne yaptığını bilerek yazmak rahmettir. Yazmak insanın kendisinden sonra gelenlere bırakacağı büyük bir miras kendisi için tahsis edeceği bitmez tükenmez bir sadaka-i cariyedir.