Ümmetin Varlık Nedeni!

Kapak Dosya – M. Ali Mücahid / 2013 Ağustos / 9. Sayı

İSLAM’IN İÇİNDE DOĞUP GELİŞTİĞİ TOPLUMUN YAPISI

Allah’ın Rasulü Hz. Muhammed (s.a.v.) en şiddetli bir muhalefetin karşısına dikildiği bir toplumda İslam dinini tebliğ ettiğini söylemeye ihtiyaç yoktur sanırım. Çünkü bu dinin tabiatı ve nizam anlayışı, devrinin ve asrının yaşama sistemine ve özüne ters düşüyordu. Mesajın insanlara yaptığı etki, o günkü ve daha önce bilinen hayat telakkilerinden bambaşka idi.

Cahiliyye müşrikliğinin devlet olduğu dönemde, bu din ile karşılaşan her insan ani bir değişikliğe uğruyor ve bir gariplik içine giriyordu. İnkara kalkışıyor, reddediyor. Fakat bir türlü etkili olamıyordu. İlk defa bu yeni dini duyanlar korkuyor ve çekiniyorlardı. Hatta yeni dinin etki alanına girmemek konusunda son derece titiz davranıyorlardı.

Nihayet cahiliye toplumunun ileri gelenleri, yiğit ve cesur kimseleri, azimlileri bu dine gönül açıp iman edince, ailelerinden ve kabilelerinden tecrid edildiler, yalnız bırakıldılar. Kendileriyle her türlü ilişki ve münasebet kesildi. Boykot düzenlendi. Günler yeni dinin mensuplarına çeşitli sıkıntılar yükledi. Onlar yeni bir eğitim döneminin ilk öğrencileri oldu adeta. Durumlar ve şartlar değişmeye yüz tuttu. İnsanlar Allah’ın bu yeni dinini tanımaya başladı. Tarihin akışını değiştirecek olan bu yeni insanlar yeni dinin savunmasında çelikleşen askeri oldular. İnsanlar dalga dalga, kabile kabile olarak bu dine girmeye başladı.

Böylece bu din adım adım insanların kalplerinde kökleşmeye başlayarak temel atacak duruma girdi.

Tarihte eşine rastlanmayacak şekilde fedakarlıklar gösteren Allah’ın Rasulü (s.a.v.) ile ashabı büyük bir cehd ve gayretle bu dinin savunuculuğunu üstlendi. Çölün o çekilmez şartlarına rağmen bir avuç insan, şanlı sahabi, şirk zulmü altında ezilen bu müstakbel toplumun ilk koruyucuları fakir kimselerdi. Sayı ve kuvvet bakımından düşmanlarına kıyasla çok geri idi. Fakat yeni din sayesinde elde ettikleri dinamizm ve aktif davranışları, onlara, ilk ortaya çıkışlarından itibaren üstünlük sağladı. Azimleri zayıflamadı. Düşmanlarına karşı sabır ve metanet göstermeye devam ettiler.

Evet… İşte beklenen ve özlenen nizamın ilk müjdeleri yeryüzünde görünmeye başladı. Allah’ın arzında İslam’ın gücü iktidar oldu.

14 asır önce tamamlanmış bu büyük inkılab “ma’ruf ve münker” çalışmasını temel olarak kabul etmişti. Yani ma’ruf ve münker bu inkılabın güvenilir ve yaygın tefsiridir. Bu evrensel inkılab incelendiği zaman üç sahada çalışma yaptığı görülür.

1- Davet ve tebliğ

2- İslam devletini kurma hedefi

3- Allah yolunda cihad

Müslümanın hayat boyu tahakkukuna çalışacağı bu üç saha, esasen ma’rufu emr münkeri nehiy görevinin bizzat kendisidir. Çünkü bu sahalarda yapılacak çalışma, Allah’ın arzu ettiği nizamın kuruluşu ve ona zıt olan her çeşit sistemin de ortadan kaldırılışını hedef alır. Bu sahalar dışında yapılacak her çalışma, ne Allah’ın dinine davet olur, ne de bu davet İslami bir davet olur. Yapılan cihad, cihad sayılmadığı gibi, tatbik edilecek hüküm de ilahi şeriatın hükmü olmayacaktır.

EMR-İ Bİ-L MARUF, NEHYİ ANİ’L MÜNKER İSLAM ÜMMETİNİN GÖREVİDİR

Emr-i bi’l-Ma’ruf ve Nehy-i ani’l-Münkerin Önemi: Dinin payandası, umdesi, direği, en hayati dinamiklerinden biri olarak nitelendirebileceğimiz iyiliği yayma ve kötülüğü önlemeye çalışma mânâsını ifade eden emr-i bi’lma’ruf ve nehy-i ani’l-münker, fonksiyonu itibarıyla dinde önemli bir yer arz etmektedir. O, İslâm medeniyetinin kurulmasında önemli temel ilkelerden biri olma özelliğini taşıdığı gibi, onsuz İslâm şeriatının varlığını sürdüremeyeceği bir ilkedir aynı zamanda. İslam ümmetinin yerine getirmekle mükellef olduğu bu kavramın ifade etmek istediği mâna, Rasulullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bize tebliğ etmiş olduğu İslam’ı taşıma ve ona davet sorumluluğudur. Bu ise itikadî, nazarî, siyasi, ahlaki ve ibadetle ilgili sahaları kuşatan “Hayr”ın bizzat kendisidir. Allah Teâlâ hayatın her cephesini kuşatan, din ve dünya ayrılığını asla kabul etmeyen bu eşsiz nizama davet etme görevini İslam ümmetinin omuzlarına yüklemiştir.

Şu açıklamalara dayanarak diyebiliriz ki, ma’rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışmak, her asırda tazeliğini koruyan, peygamberlerin ve onların ümmetlerinin, özellikle İslam ümmetinin ifa borcunda oldukları ve ayakta kalabilmelerinin yegane gücü ve stratejisidir. Müslüman, İslam’ın üstün hikmet ve mekanını, gaye ve hedefini kavrayıp düzenli olarak, sadece nefsinde yaşamakla yetinmez. Onun bundan sonra Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki şahidi olarak, O’nun mesajını tüm insanlığa iletme sorumluluğunu taşıyarak, araya giren engelleri kaldırmaya ve insanlığın hak ile karşı karşıya gelmesine çalışacak, batılın tüm engellemelerine karşı en son varlığını tüketecektir. O, işte buna kumanda etmek için gönderilmiştir. Allah’a (c.c.) ibadet ve O’nun kullarına gerçek doğruyu göstermek, batılların bulanıklığını ve şüpheciliğini dağıtmak. Evet bu iki tanım, ma’ruf ve münker kavramlarının doğru olan bir başka tanımlarıdır.

İmam İbn-i Teymiye:

“İmkan ve şartların elverdiği nispette ma’rufu emredip münkeri nehyetmeye çalışmak, Allah’a ibadet ve emirlerine itaattır”(2) der.

Bu açıdan ümmetin din ve inancının gereği, ma’rufu emr, münkeri nehyetmektir. Bu sorumluluk, sıra ile ümmetin her kademedeki ferdi ile paylaşılan bir sorumluluk olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Zaten peygamberler de bu görevle gönderilmişlerdir. İslam ise bu görevin kamil anlamda tüm peygamberlerin taşıdığı sorumlulukların özü olup, İslam ümmeti peygamberlere vekaleten bu şerefli görevi üstlenmiştir. İşte bu ümmet, gösterilen bu hedefinden en ufak bir sapma ile yan çizerse, taşıdığı vekaleti üstünden atmış, dini, tarihi sorumluluk ve misyonuna ihanet etmiş olur. Bir gün bu sorumluluğun hesabı bizden sorulacaktır.

Hasan el-Basri (r.a.) Rasulullah’ın (s.a.v.), “Kim ma’rufu emreder, münkeri nehyederse o kimse yeryüzünde Allah’ın halifesi, peygamberinin halifesi, kitabının halifesidir”(3) buyurduğunu rivayet eder.

Allah Rasulü (s.a.v.) İslami toplumdaki bu tür çalışmayı “dinin temel esasları” saymıştır. “Ma’rufu emr, münkeri nehiy” görevinin İslam toplumunun inşa ve kuruluş esası, onun temel kavramı ve müslümanın ilk ve son hedefi olduğunun bilincinde olmayan kimseyi ıslah görevinden uzaklaştırmıştır veya uzak kalmasını istemiştir. Rasulullah’ın (s.a.v.) bu görevi ifa etmede titizlik gösterdiğini ve her halükarda kusur etmediğini ve ihmalkar davranmadığını görmekteyiz. Hatta bu kadar önemli bir görevin terki halinde Allah Teâlâ’nın gazabının hemen ineceğini haber vererek duyduğu korkuyu bile açığa vurmuştur.

Dürre binti Ebi Leheb rivayet eder:

“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem minberde halka hitap ederken, adamın biri ayağa kalktı ve şöyle dedi:

Ya Rasulullah! İnsanların en hayırlısı kimdir?

Allah’ın Rasulü:

İnsanların en hayırlısı, insanlara Selâm veren, Allah’tan en çok korkan, ma’rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışan ve yakınlarını ziyaret eden kimsedir.”(4)

Abdullah b. Abbas (r.a.), Nebi’den (s.a.v.) şöyle rivayet etmiştir:

“Ma’rufu emredip, münkeri nehyetmeyen bizden değildir.”(5)

Huzeyfe (r.a.) Nebi’den (s.a.v.) şöyle rivayet eder:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; ya ma’rufu emreder münkerden vazgeçirmeye çalışırsınız, yahut Allah Teâlâ’nın size azab göndermesi çok yakındır. Sonra Allah’a (bu azaptan ve cezadan kurtulmanız için) yalvarırsınız; lakin Allah duanızı kabul etmez.”(6)

MA’RUF VE MÜNKER KAVRAMLARINI DOĞRU ANLAMAK

Günümüz müslümanlarınca kullanılan ve revaçta olan anlamıyla ma’ruf, herkesce bilinen ve iyiliği sınırlı olan, olsa da olmasa da yapılan ahlaki faziletler olarak anlaşılmaktadır. Bunun gibi münker de, genel ahlaka aykırı ve herkesin çirkin gördüğü ahlaki davranışlar olarak anlaşılmakta veya sanılmaktadır. Daha sonra da “ma’rufu emr-münkeri nehiy” gibi bir görevi de, herkesi iyi davranışlara yöneltmek ve kötülüğü hoş görmeyen bir kamuoyu oluşturmak şeklinde anlarlar. Tabii ki bu kötülük İslam’ın hoş karşılamadığı kötülük değildir.

Oysa Kur’an-ı Kerim’in bu iki kavram ile anlatmak istediği, yukarıda sanıldığı gibi çok dar olarak ifade edilenler değildir. Öyle ise Kur’an-ı Kerim’in arz ettiği hayat felsefesinin temelini oluşturan bu kavramları yine Kur’an ve sünnetin ışığında en doğru anlamını araştırmak mecburiyetindeyiz.

Kur’an-ı Kerim açısından bu kavramlara bakıldığında görülecektir ki, yalnız AHLAKİ SINIRLARLA ifadesini bulan bir anlam taşımadığı gibi, sadece va’z ve öğütten ibaret bir sahaya da sıkıştırılmamıştır.

Kur’an-ı Kerim’in ifade ve üslubunu iyice kavrayanlar göreceklerdir ki bu iki kavramın kapsamı çok geniştir. Hatta “Kur’an ve İslam bu iki kavram üzerinde kurulmuştur” denilse yanlış olmaz. Zira “dini hayatı canlı ve diri tutmak, dünyadaki tüm İslam dışı yanlış ve eğrileri düzeltmek için” sarfedilen çabaları ve gayretleri ifade edecek kadar geniş sahalıdırlar. Bu iki kavramı böyle anlamaya bizi iten saik, elbette ki Kur’an’ın tatbikatıdır. Veya hedeflediği toplum anlayışıdır. Hiç şüphesiz ki peygamberler, sadece insanların güzel huylu olmalarını sağlamak için gönderilmiş değillerdir. Bu, sadece onların gönderildikleri hedefleri gerçekleştirmek için görevlerinden biridir. Zira onların görevleri, açık ve net olarak, insanları tek Allah’a boyun eğmeye, şartsız itaata ve onun hakimiyetini kabul edip, onun dışında her türlü beşeri otoriteyi reddetmeye davet etmeleridir. Allah’a şartsız itaat ise, yalnız Allah’ın hükümranlığı için hayatın tüm cephelerini kuşatma anlamındaki boyun eğişi ifade eder. Mü’min, böylece hayatı, yalnız bir cephesiyle değil, onu kuşatan atmosferi bütün renk ve muhtevasıyla değiştirici ve kapsayıcı büyüklükte bir anlayış ve içerisinde ıslaha, yenilemeye ve yönlendirmeye koyulacaktır. Artık o, gerçek ve kamil imanın ancak böyle bir ortamda yaşanabileceğine inanacak ve tüm gayretini bu yönde sarfedecektir. Hedefi, Allah’ın emir ve nehiylerinin hayatın her sahnesinde söz sahibi olmasını sağlamak olacaktır. İnançlarında… Düşüncelerinde… İbadet ve ahlak ölçülerinde… Medeni, sosyal, siyasi ve insani tüm ilişkilerinde göstereceği gayret, bu hedeflerin tahakkuku uğrunda olacaktır.

Aksi halde ma’ruf ve münkeri böyle dar anlamak, hedefi olmayan bir çabayı sarfetmeye götürecek ve sadece cahiliyyenin “iyi ahlak” deyip, kendine karşı aktif olmasını arzu etmediği bir insani anlayışa mü’mini sürükleyecektir. Böylelikle de dinin ve dini hayatın ayakta tutulması için herhangi bir gayret ve çalışma sarfedilmeyecek. Mü’min gönderildiği hedefini tanımayacaktır. Dinin ve dini hayatın üzerinde kurulduğu bu iki kavramın mana ve ehemmiyeti ile ilgili her türlü çalışma artık boş bir hayal halini alacaktır ve İslam ümmetinin, görevi ile ilgili çalışmayı da dar ve sınırlı bir sahaya hasredecektir.

Ve neticede ümmet, niçin ve hangi maksat ve hedefleri gerçekleştirmek için gönderildiğini anlamamış olacaktır. Ancak şuda bilinmelidir ki, Kur’an’ın maksat ve hedefleri doğrultusunda yaşanan İslam, gerçek İslam’dır.

19. – 20. asır müslümanlarının sığındıkları, daha doğrusu sığınmak zorunda bırakıldıkları tağuti güçlere rağmen, İslami ıslah ve eğitime muhtaç oluşlarıyla birlikte, davet ve tebliğe ne kadar muhtaç olduklarını da görürsünüz. 21. Asra baktığımızda ise bu davet hassasiyetinin ve sancılarının ne kadar mühim olduğu biraz daha ortaya çıkmaktadır.

“Bu ümmetin nihayetinde bir toplum çıkacak ki, İslam’ın başlangıcındaki inanan ilk topluluğun elde ettiği ecrin benzerini elde edecekler. Onların özelliği; ma’rufu emretmeleri, münkeri nehyetmeleri ve her çeşit fitne ile savaşmalarıdır.”(7)

HAYRA DAVET

Allah Teâlâ, İslam ümmetinden bahisle, dilediği bu mühim görevi kendisine yükleyerek şöyle buyurdu: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.”(8)

Mücahid; bu ayeti tefsir ederken; “Siz insanlara ma’rufu emredip onları münkerden uzaklaştırmanız ve Allah Teâlâ’ya iman etmeniz şartı üzere insanları hakka davet etmeniz nedeniyle onların en hayırlısısınız”(9) diyerek hayırlı olma nedenini belirtir.

Gerçekten ma’rufu emretmek, münkeri nehyetmek, Allah Teâlâ’ya inanmak ve bu inancı “kayıtsız şartsız” kavramlarıyla sınırlandırmak gibi özellikler, bu ümmeti geçmiş ve gelecek ümmetlerden ayıran ve ona “en hayırlı ümmet” vasfını kazandıran özelliklerdir. Bu özelliklerle bilinen ve tanınan bu ümmet ne zaman ki düşmanlarınca keşfedilip bu özelliklerini kaybetti, Allah Teâlâ da onun şeref ve azamet elbisesini aldı. Böylece tarihteki seyir çizgisinden ve yörüngesinden çıkarak diğer ümmetler seviyesine düşürüldü.

İslam’a göre hayır ve şerrin ölçüsü yalnız Allah’ın dinidir. Allah’ın dini neye “hayır” demişse o hayırdır. Neye “şer” demişse o da şer’dir. İslami çizgiden saparak bir takım arzulara göre şekillenen yollara ve sistemlere göre insanların tavır almalarını ve şekillenmelerini istemek, Allah’ın dinine savaş açmak demektir. Bu yetkiyi hiç kimse kendinde bulamaz. Çünkü İslam dışı fikir ve ideolojiler, hayattaki düzenlemelere ve geçim yollarına çeşitli şer renkleriyle bakarlar. İslam ise sadece kur’an sünnet nazariyesi ile bakıp,  Allah Teâlâ’nın yüce iradesini hakim kılmak için tüm insanlığı bu davete uymaya çağırdı. Bunu yaparken doğacak bütün riskleri de gözönüne aldı.

“Hayra davet” hayatın tüm cephelerini kuşatan İslam’ın bütünlüğü içerisindedir ve bu görev dinin yalnız bir cüz’ü anlamına gelmez. İslam ümmeti, bu parçalanmayı kabul etmeyen bütüne taliptir. Tüm gayretlerini bu uğurda seferber etmediği müddetçe kabullendiği sorumluluktan kurtulamaz. Kapsadığı stratejik konuma göre “Ahlaki ıslah” ve “Siyasi inkılab” bu ümmetin asli görevidir. Ne zaman ki sadece ibadetleri telkin edip, hayatın sosyal problemlerini İslam’a göre düzenleme gayretlerini bırakarak hayra davet etmişse, her zaman onun ezeli düşmanlarının işine yaramıştır. Taşıdığı bu sorumluluktan da kurtulmuş olmaz. Çünkü “Hayr”, tarifine uygun olarak, parçalama kabul etmemektedir. Bir cüz’ün bir mânâ ifade etmesi ancak diğer cüzleriyle birlikte mütalaa edilmesiyle mümkündür.

İşte İslam ümmeti hayr’ın cüz’ünü yaşamaya ve yaşatmaya memur olduğu şuurunu taşıdığı sürece bu sorumluluğunu idrak etmiş demektir. Bu hususu Kur’an-ı Kerim’in birçok ayeti açıklamıştır. Allah Teâlâ İbrahim, İshak ve Yakub (a.s.) gibi peygamberlerden söz ettikten sonra şöyle buyurur:

‘Onları emrimizle dosdoğru yolu gösterecek rehberlek kıldık, kendilerine hayırlı işler yapmayı, dosdoğru namaz kılmayı, zekat vermeyi vahyettik. Onlar bize ibadet edicidirler.”(10)

İslam ümmetinin, tüm insanlığı, davet etmekle sorumlu olduğu bu dini ve dünyevi ıslahat, aslında Kur’ân-ı Kerim ve Rasulullah’ın (s.a.v.) sünnetinin yaşanmasıdır. Kur’an-ı Kerim’in ve sünnetin çizdiği ve yol gösterdiği bu “iman ve ameller nizamı”, zaten dünya barışının ve kurtuluşunun yegane teminatıdır. İslami çizgiden geçmeyen ve İslam’la asla bağdaşmayan İslam dışı sistemler, zulüm, sapıklık ve fesatta birbirleriyle yarışan birer kısır çekişmeler ve insanlığı Tağut’a mahkum eden kölelikten başka bir şey değildir. Müfessirlerin “Hayır” kavramından anladıkları da budur zaten.

ALİMLERİN MARUF VE MÜNKER ÜZERİNE BEYANLARI:

İmam İbni Teymiye der ki: ‘”Ma’rufu emr, münkeri nehiy”Allah Teâlâ’nın gönderdiği kitaplarında hakimiyetini gerçekleştirmek ve dininin mesajını tebliğ için peygamberlerini üzerinde yürüttüğü yoldur.”(11)

İmam Kurtubî şöyle der: “Ma’rufu emr, münkeri nehiy” geçmiş ümmetlerde icra olunan iki görev idi. Binaenaleyh bu görev peygamberliğin maslahatı ve nübüvvetin insanlığa bıraktığı hilafettir.”(12)

Allâme Seyfüddin Âmidi: “Hiç bir ümmet yoktur ki insanları, inandıkları peygamberlerine ve getirdikleri şeriata davet etmek için, ma’rufu emretmiş, dinsizliği ve peygamberlerini yalanlayan insanları men etmiş olmasınlar” der. (13)

Allâme es-Seyyid Reşit Rıza el-Mısrî de şöyle der: “Peygamberlerin, nebilerin ve selef-i salihinin sünneti, hayra davet, ma’rufu emredip münkeri yasaklamaya çalışma esası üzerinde cereyan etmiştir. Bu görev her türlü zor şartlarda, sabır ve sebatla, kuvvetli bir direniş ve ısrarla yürütülmüş ve onların mühim görevlerinden olmuştur. Onların bize bıraktıkları en çıkar yol da bugün de gelecekte de budur.” (14)

Allâme el-Kurtubî der ki:

‘Ma’rufu emreder, münkeri nehyedersiniz”. (Bu, mü’minin gerçekleştirmek istediği ve onu son hedefe vardıran iki ana temeli belirten ve ümmetin yeniden oluşumunu garanti eden bir görevdir.) Övülmeye layık bir görevdir. Ama bu vasfı taşıdığı sürece bu övgü İslam ümmetine yeterlidir. Aksi takdirde izzet ve şeref gibi ancak Allah’ın (c.c.) takdir edeceği fırsatı kaçırmış olur. Bu ise şeriatımızın reddettiği ve dalâlet diye vasfettiği bir damgadır. Bu damgayı yiyenler övülme vasfını kaybeder, yerilmeyi hak eder. Akibet ölüp yok olmaktır.”(15)

—————————————

1. et-Tevbe: 112

2. Mefâtihu’l-Gayb: 4/523

3. el-Câmi li-Ahkâm-il Kur’an: 4/74.

4, Müsned – İmam Ahmed 6/432,

5. İmam Ahmed ve Tirmizi

6. Sünenü’t-Tirmizi fitneler ve ma’rufu emr münkeri nehiy babı (Ayrıca Riyazü’s-Salihin Terc: 1/234 H.No:191).

7. Beyhaki

8.  Âli İmran: 110.

9.  Câmiü’l-Beyan Fi Tefsiri’l-Kur’an: 4/28.

10.  el-Enbiya 73.

11. el-Hisbe fi’l-İslam: sh. 36.

12. el-Câmi li-Ahkami’l-Kur’an: 4/47.

13.  el-İhkâm fi-Usul-il Ahkam: 1/308.

14. Tefsirü’l-Menar: 4/32.

15. el-Câmiu-li Ahkâmi’l-Kur’an: 4/173.  Emri bil maru nehyi anil munker cemaleddin el- Amra