ÜMMETİN KURTULUŞ YOLU

Kapak Dosya – Mahmut Varhan / 2023 Kasım / 132. Sayı

Ümmet-i Muhammed’i insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet kılan Allah azze ve celle’ye hamd olsun. Bu büyük ümmetin rehberi olan Peygamberlerin Efendisi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’e, ümmetin ilk nesli olan ehl-i beyte ve ashab-ı kiram’a, kıyamete kadar istikamet üzere bu hayırlı nesle tabi olanlara salat ve selam olsun.

İmdi; bu ümmet, bin seneden fazla yeryüzünde ilahi adaleti tatbik eden ve insanlığa medeniyeti öğreten en yüce ümmettir. Son asırlarda bu yüce ümmetin ahfadı/torunları, seleflerinin izzetli yolunu takip edememiş ve dünyevileşerek düşmanlarının tasallutu altına girmişlerdir. İslam ümmeti, çeşitli Müslüman topluluklara bölünmüş, bu topluluklar arasında milli/ırkî rekabet ve husumet meydana gelmiş, Müslüman topluluklar arasındaki manevi bağlar kopmuş ve birbirlerine düşman olan Müslümanlar gerçek düşmanlarının esareti altına girmişlerdir. Asırlardır bugünü bekleyen Batılılar her açıdan Müslümanları boyunduruk altına almış, eğitim, sosyal, iktisadi, siyasi ve askeri alanlarda Müslüman toplulukları sömürge haline getirmeyi başarmışlardır. 19. ve 20.yy boyunca İslam aleminde hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği vahşi zulümler icra etmişlerdir. Bu zulümler neticesinde milyonlarca Müslüman öldürülmüştür. Yetmiş yıldan fazladır Filistin’de bir işgal devleti kuran batılılar, bu işgalci siyonistlerin her türlü cinayeti işlemelerine bütün güçleriyle destek vermekte ve bu işgal devletinin ayakta kalabilmesi ve devam edebilmesi için bütün imkanlarını seferber etmektedirler. Bütün bu işgaller ve zulümler karşısında Müslüman toplumlar içindeki şuurlu ve dindar kesimler bir çıkış yolu aramaktadırlar. Allah azze ve celle bu çıkış yolunu Kur’an-ı Kerim’de ve Sünnet-i Seniyye’de bizlere beyan etmiştir. Bu konuda pek çok ayet ve hadisler bulunmaktadır. Ancak biz bu yazımızda Tâlut ve Câlut kıssasının anlatıldığı Bakara suresi 246-252. ayetlerini ele almaya ve burada beyan edilen kurtuluş yolunu anlamaya- anlatmaya çalışacağız.

Evvela şunu belirtelim ki, bir toplumun zalimlerin zulmünden  kurtulması  için şu dört esasın meydana gelmesi gerekir:

Toplumun zulme karşı koyması ve zalimlerden kurtulma iradesini ortaya koyması gerekir.

Toplum bu iradeyi ortaya koyup zalimlere karşı mücadele ederse, Allah azze ve celle o topluma etrafında birleşecekleri bir lider takdir eder.

Salih, adil ve hikmetle hareket eden bu liderin Kur’an ve Sünnet’e muvafık sahih bir menheci/metodu takip etmesi gerekir.

İstikamet yolunda ilerleyen bu salih liderin etrafında ihlaslı mücahidlerin birleşip, ona destek vermeleri ve bütün gayretleriyle zalimlerin zulmünden kurtulmak için fedakarlıkta bulunmaları gerekir.

Şayet Allah azze ve celle mazlum/mustazaf bir topluma bu dört hususu lütfedecek olursa, onları zalimlerin zulmünden kurtararak yeryüzünde efendilik makamına getireceği umulur. Nitekim Kasas suresinin başında bu hususa işaret edilerek şöyle buyrulmuştur: “Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve oranın halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o, bozgunculardandı. Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım. Yeryüzünde onları kudret sahibi kılalım ve onların eliyle Firavun’a, Hâmân’a ve ordularına, çekine geldikleri şeyleri gösterelim.” (Kasas, 4-6) Ezeli irade Firavun ve ordularını helak etmeyi, ezilmekte olan İsrailoğullarını yeryüzünde önderler yapmayı dileyince, ilahî plan bu yönde işlemiştir. Firavunun zulmünden bıkıp usanan ve zulümden kurtulmak isteyen Müslüman İsrailoğulları toplumuna peygamber olarak Hz. Musa gönderilmiş ve uzun mücadeleden sonra onları Mısır’dan çıkarıp mukaddes topraklara götürmüştür. Düşmanları olan Firavun ve ordusunun gözleri önünde helak edildiğini gören İsrailoğulları, mukaddes topraklar olan Şam/Filistin ve çevresini fethetmek için savaşmakla emrolundular. Ancak uzun bir süre zillet içerisinde yaşamış olan bu nesil korkuya kapılıp savaşma emrine isyan edince, Allah Teâlâ onları cezalandırıp kırk yıl Tih çölüne hapsetti. Bu nesil çölde ahirete irtihale ederek, muttaki ve mücahid genç bir nesil yetişince, Filistin ve çevresini fethederek Allah’ın dinini hakim kıldılar ve güçlü bir İslam devleti kurmaya muvaffak oldular. Böylece Allah azze ve celle’nin vaadi ve ezeli iradesi gerçekleşmiş oldu.

Uzun bir müddet vahdet içinde yaşayan İsrailoğulları, daha sonra dünyevileşerek birbirlerine hased etmeye, zulmetmeye, fitne ve fesad ateşini tutuşturmaya başlamışlardır. Bu da onların zayıflamalarına, bölünmelerine ve düşmanlarının tasallutu altına girmelerine sebep olmuştur. Allah Teâlâ onları cezalandırmak için Filistin ile Mısır arasında devlet kuran Amalika kavmini onlara musallat etmiştir. İsrailoğullarının şehirlerini işgal ederek onları haraca bağlamış ve önde gelenlerinin evlatlarından sayısız kimseyi esir almışlardır. Bir müddet bu esaret ve zulüm altında inim inim inleyen İsrailoğulları, artık zulümden usanmış ve bir kurtuluş yolunu aramaya başlamışlardır. İşte bu mazlum toplumun, zalimlere karşı koyma ve onlardan kurtulma iradesini ortaya koymasıdır. Allah azze ve celle onların bu tavrını şöyle anlatmaktadır: “Mûsâ’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini görmedin mi (ne yaptılar)? Hani, peygamberlerinden birine, “Bize bir hükümdar gönder (tayin et) de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O, “Ya üzerinize savaş farz kılındığı hâlde, savaşmayacak olursanız?” demişti. Onlar, “Yurdumuzdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz hâlde Allah yolunda niye savaşmayalım” diye cevap vermişlerdi. Ama onlara savaş farz kılınınca içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler. Allah, zalimleri hakkıyla bilendir.” (Bakara, 246) Burada düşmanları ile savaşmak için bir kralın/yöneticinin tayin edilmesini talep edenler, İsrailoğullarının ileri gelenleridir. Bu ileri gelenler, kendi toplumlarını temsilen Allah’ın peygamberine müracaat etmişlerdir. Dolayısıyla bu talep, bütün toplumun talebi kabul edilebilir. Fakat peygamberleri onların sözlerinde durmayıp, ahitlerini bozduklarını çokça tecrübe edip bildiği için onların bu hamasetli taleplerine karşı temkinli davranmış ve kendilerini ciddi bir şekilde uyararak “Ya üzerinize savaş farz kılındığı hâlde, savaşmayacak olursanız?” demişti”  Buna karşılık onlar ciddiyetlerini  ifade ederek savaşacaklarına dair  ahit vermişlerdir.

Böylece peygamber aleyhisselam  Allah’a dua ederek onlara bir yönetici tayin etmesini istemiştir. Allah da onun duasını kabul edip onlara bir yönetici tayin etmiştir. İşte böylece zalimlerin zulmünden kurtuluşun ikinci esası da tahakkuk etmiştir. Allah Teâlâ bu merhaleyi şöyle anlatmaktadır: “Peygamberleri onlara, “Allah, size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi” dedi. Onlar, “O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha lâyığız. Ona zenginlik de verilmemiştir” dediler. Peygamberleri şöyle dedi: “Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun ilmini ve gücünü artırdı.” Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 247)Peygamberleri, kendisine müracaat ederek ısrarla yönetici tayin etmesini talep eden İsrailoğullarına, Allah’ın kendilerine Tâlut’u yönetici olarak tayin ettiğini bildirince; İsrailoğulları itiraz ederek onun kral olamayacağını iddia ettiler. Zira onlara göre kral olmak için ya bir kralın sülalesine mensub olmak veya maddi imkanlar açısından zengin olmak gerekirdi. Tâlut’ta bu ikisi de yoktu. Halbuki onlar bu konuda tam bir yanılgı içindeydiler. Zira yöneticilik miras olarak alınan bir şey olmadığı gibi, malın çokluğuna da bağlı değildir. Bu ölçüler gafil ve cahil kimselerin benimseye bileceği değersiz şeylerdir. Yönetici olabilmek için ilmi ve bedeni, manevi ve maddi güce sahip olmak gerekir. İlmi ve manevi güç, adil ve merhametli olmak ve savaşı bütün yönleriyle idare edip sürdürebilmek için gereklidir. Bedeni kuvvet ise, savaşın zor şartlarında dayanıklı olmak, sabretmek, düşman karşısında sebat etmek ve zayıflık gösterip yılmamak için gereklidir. Bu ikisi de Tâlut’ta tam olarak bulunmaktaydı. Ayrıca krallık, Allah’ın dilediği kuluna lütfedeceği ilahi bir ikramdır.

Bütün bunlara rağmen Tâlut’un yönetimine tam ikna olamayan İsrailoğulları, bir mucize bekliyorlardı. Tâlut’un yönetimini irade buyuran Allah azze ve celle bu mucizeyi de onlara gösterdi. Bu husus şöyle ifade edilmektedir: “Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Onun hükümdarlığının alameti, size o sandığın gelmesidir. Onda Rabbinizden bir güven duygusu ve huzur ile Mûsâ ailesinin, Hârûn ailesinin geriye bıraktığından kalıntılar vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanmış kimselerseniz, bunda şüphesiz sizin için kesin bir delil vardır.” (Bakara, 248) Böylece Allah’ın desteği ve tevfiki ile Tâlut’un yönetimini kabul etmek zorunda kaldılar. İşte bundan sonra zalimlerden kurtuluşun üçüncü esasının tahakkuk edeceği merhale başlamış oldu. Tâlut, İsrailoğullarının kabilelerini birleştirerek düşmana karşı kuvvet toplamaya ve topladığı askerleri eğiterek onları cihada hazırlamaya başladı. Bu da zalimlerin zulmünden kurtulmak için takip edilmesi gereken en istikametli/doğru menhectir. Nitekim Allah azze ve celle bunu emrederek şöyle buyurmaktadır: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.” (Enfal, 60)Günümüzdeki Müslüman toplumlar da bu ilahi emri ihmal ettikleri için zillete maruz kalmışlardır. Zilletten kurtulmak istiyorlarsa, bu ilahi emri yerine getirmek için bütün güçleriyle gayret göstermelidirler. 

Ordusunu hazırlayan Tâlut, düşmanla karşılaşmak üzere sefere çıkar; fakat savaş meydanına varmadan orduyu imtihandan geçirir. Böylece zayıf iradeli, nefislerinin isteklerine boyun eğen ve savaşın zorluklarına sabredemeyecek olanları ayıklamak ister. Pek azı hariç ordunun çoğunluğu bu imtihanı kaybederek yolda dökülürler. Sayıları az da olsa samimi ve sadık olan mücahidlerin safları, yenilgi sebebi olan bu parazitlerden temizlenir. İşte bu da doğru yolda olan basiretli  yöneticinin, zafer için alması gerek en önemli tedbirdir. Zira sayıları çok da olsa iradesi zayıf, nefsinin isteklerine boyun eğen kalabalıklar düşmanın karşısında çil yavruları gibi dağılarak nefislerinin derdine düşeceklerdir. Savaş meydanına gitmeden bunların ayıklanması en önemli tedbirdir. Bu imtihan safhası şu şekilde anlatılmaktadır: “Tâlût askerleriyle birlikte ayrılıp sefere çıkınca, “Allah muhakkak sizi bir nehirle imtihan edecek; kim ondan içerse benden değildir, -eliyle bir avuç alan müstesna- ondan tatmayan da bendendir” dedi. İçlerinden pek azı dışındakiler ondan içtiler. Tâlut ve onunla beraber iman edenler nehri geçince “Bugün Câlût’a ve askerlerine karşı bizim gücümüz yok” dediler. Allah’a kavuşacaklarını umanlar ise, “Nice az birlik vardır ki, Allah’ın izniyle sayıca çok birliği yenmişlerdir, Allah sabredenlerle beraberdir” dediler.” (Bakara, 249)

İşte böylece İslam ordusunun safları temizlenmiş ve meydanda sadece canlarını Allah’a satmış olan fedakar ve sadık mücahidler kalmıştır. Bunlar tam anlamıyla Allah’a tevekkül ederek düşmanlarının karşısına dağ gibi dikilmişlerdir. İlahi zafer de kendilerine bahşedilmiştir. Böylece zalim Amalika kavminden ve onların azgın lideri Calut’tan  kurtulmuşlardır. Hak ile batıl arasındaki bu nihai savaşta hak galip gelmiş,  batıl ise zeval bulmuştur. Böylece zalimlerin zulmünden kurtuluşun dördüncü esası da tahakkuk etmiş ve adil olan bir İslam devletine temkin ve iktidar müyesser kılınmıştır. Hakkın galibiyet safhası şu şekilde ifade edilmiştir: “(Tâlût’un askerleri) Câlût ve askerleriyle karşı karşıya gelince şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et.” Derken, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar.” (Bakara, 250)

Bu savaşta büyük bir cengaverlik göstererek Calut gibi azgın bir kafir lideri öldüren Davud, bu fedakarlığının karşılığı olarak ilahi lütuflara mazhar olmuştur. İşte bu da zorluk zamanlarında büyük fedakarlıklar gösteren cengaverlerin, Allah’ın lütuflarına mazhar olacaklarını ve ümmetlerine liderlik etme makamına getirileceklerini göstermektedir. Bu husus şöyle beyan edilmiştir: “Davud, Câlût’u öldürdü. Allah, ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet (peygamberlik) verdi ve ona dilediğini öğretti.” (Bakara, 251) Tâlut’tan sonra İsrailoğullarında hem peygamberlik hem de hükümdarlık Hz. Davud’da toplandı. Böylece tarihin en güçlü İslam devletlerinden biri kuruldu. Davud’dan sonra Hz. Süleyman gelerek bütün dünyayı hükmü altına aldı. İşte Tâlut’la başlayan seferberlik, Hz. Süleyman’ın mucizevi devleti ile zirvesine ulaştı.

Böylece Allah’ın kevni kanunlarından olan “tedafu’ (hak ile batılı izale etme) kanunu” tahakkuk etmiştir. Yüce Mevla bu kanunu şöyle ifade etmektedir: “Eğer Allah’ın; insanların bir kısmıyla (mü’minlerin eliyle) diğerlerini (zalim kafirleri) savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Ancak Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir. İşte bunlar Allah’ın âyetleridir. Biz onları sana hak olarak okuyoruz. Şüphesiz sen, Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerdensin.” (Bakara, 251) Esasen bütün bir insanlık tarihi bu kanunun işlemesinden ibarettir. Şu anda da yeryüzü fesadla dolmuştur. Bu da bu kanunun işleme zamanının geldiğini göstermektedir. Şu anda bütün İslam aleminde ve özellikle Şam diyarında cereyan eden olaylar, bu değişimin gerçekleşeceği büyük günün hazırlıkları olarak kabul edilmelidir.

Şimdi de günümüzde cereyan eden bir örnek üzerinden bu dört esasın nasıl tahakkuk ettiğini görmeye çalışalım. 1979’da bütün dünyayı titreten Kızıl Ordu, Türkistan/Orta Asya işgalini tamamladıktan sonra sıcak denizlere ulaşma emeliyle Afganistan’ı işgal etti. Müslüman Afgan halkı bu işgale karşı koydu ve zalimlerle savaşma yolunu tercih etti. Çeşitli hiziplerin çatısı altında  takriben on yıl süren bu zorlu ve büyük savaşı, Müslüman halkının şahsında İslam Ümmeti kazandı. Büyük bir darbe alan SSCB parçalanarak dağıldı. Savaşı kazanan hizipler birlik olamayıp, birbirleriyle savaşa tutuştular ve iç savaş patlak verdi. Ancak sadık ve fedakar olan mücahidler, çeşitli nefsani ve ırki sebeplerle meydana gelen bu fesada karşı çıktılar. Allah azze ve celle Müslüman Afgan halkının cihadını zayi etmeyip, onlara sadık ve salih bir lider çıkardı. Bu, Üçüncü Ömer ünvanına layık görülen Molla Ömer’den başkası değildi. Müslümanlar liderlerinin etrafında birleştiler ve 1996-2001 yılları arasında hüküm süren bir İslami imaret kurdular. Dünyanın en büyük şer ittifakı olan ABD ve AB, kendilerine hizmet ve sömürü düzenlerinin devamı için oluşturulan BM’yi kullanarak Afganistan’ı işgal ettiler. Fakat Müslümanlar bu işgale karşı koyarak, tam yirmi yıl boyunca savaştılar. Birliklerini koruyan ve sahih bir menhecle hareket eden Müslüman toplum, haçlı ittifakına galip gelerek 2021 yılında  daha kuvvetli bir şekilde İslam İmaretini ihya etmeye muvaffak oldular. İşte bu, Allah Teâlâ’nın ümmet-i muhammed’e en büyük lütuflarından birisidir. Umulur ki ümmet-i Muhammed’e mensub olan diğer Müslüman toplumlarda Afgan kardeşlerini örnek alır ve zalimlerin zulmünden kurtulurlar.

Son olarak ifade edelim ki, Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu asırdaki hastalığımızı teşhis etmiş ve tedavi yolunu da bizlere bildirmiştir. Artık bize düşen acı da olsa bu nebevi ilacı kullanmak ve toplumsal sıhhate kavuşmaktır.

Sevban radıyallahu anhu’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) bir birlerini davet edecekler.”

Birisi: “Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çerçöp gibi dağınık olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini çıkarıp alacak, sizin gönlünüze de ‘vehn’ atacak” buyurdu.

Yine bir adam: “Vehn nedir ya Rasulullah?” diye sorunca: “Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir” buyurdu.[1]

Bu hadis-i şerifte açık bir şekilde belirtildiği gibi en temel hastalığımız dünyevileşmektir. Dünyevi çıkarlarımız için birbirimize düşmanlık etmekte ve paramparça olmaktayız. Bazılarımız diğerlerimizin aleyhine hepimizin düşmanı olan Haçlı – Siyonist ittifakıyla yardımlaşmaktadırlar. Böylece Müslümanlar olarak değerimizi kaybolmuş, itibarımız zedelenmiş ve zillete maruz kalmışızdır. Zalimlere mukavemet etme iradesini kaybeden Müslümanlar, bütün güçlerini yitirerek selin süpürüp götürdüğü çerçöp halini almışlardır. Sayısal olarak iki milyara ulaşan Müslümanların gözü önünde bütün İslam aleminde ve hassaten Filistin ve çevresinde her türlü zulüm ve cinayet işlenmekte; ancak bunun karşısında ciddi/caydırıcı hiçbir mukavemet gösterilmemektedir. Allah’ın rahmet ettiği pek az bir kesim müstesnadır. Bu utanç verici halden kurtuluşun tek yolu hadiste belirtildiği üzere dünyevileşme hastalığından kurtulmaktır. Ahireti dünyaya tercih eden, ümmet-i muhammedin maslahatını şahsi ve milli maslahatlarına önceleyen, sadece Allah’tan korkup düşmanları korkutan bir neslin yetişmesi zaruridir. Tıpkı Hz. Musa’nın Tih çölünde yetiştirdiği nesil gibi bütün zorlukları ve düşmanla karşılaşmanın ağır yükünü taşıyabilecek dayanıklı/iradeli bir neslin yetişmesi gereklidir. İşte şu anda İslam aleminde cereyan eden savaşlar ve zulümler, böyle bir neslin yetişeceği ortamları hazırlamaktadır. Zira bu ortamlarda yetişenler her türlü dünyevi bağdan kurtulacak ve kafirlerin dünyayı sevmelerinden daha fazla ahireti seveceklerdir. Bunlar ölümden korkmayacak ve dünyanın fitnesine kapılmayacaklardır. Böyle bir nesil yetiştiğinde Allah’ın izni ile bu ümmet, Haçlı – Siyonist ittifakını mağlup edecektir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şu hadis-i şeriflerinde bize bu müjdeyi vermiştir:

Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (gâlip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudidir, hemen gel de öldür onu!’ diye haber verecektir. Sadece Garkad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.”[2]

Ebu Hureyre radıyallahu anhu diyor ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Rumlar (Avrupalılar) Amik Ovası’na yahut Mercidâbık’a karargâh kurmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Onların karşısına şehirden (Haleb’ten) o gün yeryüzü halkının en iyilerinden bir ordu çıkacaktır. Ordular karşı karşıya gelince Rumlar: “Bizimle bizden esir alınanların (Müslüman olanların) arasını serbest bırakın, onlarla savaşalım” diyeceklerdir. Müslümanlar da: “Hayır! Vallâhi sizinle din kardeşlerimizin arasını serbest bırakmaz, sizi onlarla baş başa bırakmayız” cevabını vereceklerdir. Müteâkiben onlarla savaşacaklardır. Müslümanların üçte biri (savaşmayıp) hezimete uğrayacaktır. Allah bunların tevbesini ebediyyen kabul etmeyecektir. Onların üçte biri ise öldürülecektir. Bunlar Allah katında şehitlerin en üstünleri olacaklardır. Üçte biri de (Hıristiyanlara karşı) muzaffer olup fetih kazanacak ve onlar asla fitneye düşmeyeceklerdir. İşte bunlar İstanbul’u da fethedeceklerdir…[3]

Ebû Kabil dedi ki: “Biz Abdullah b. Amr b. Âs’ın yanındayken ona şöyle soruldu: “Şu iki şehirden hangisi önce fethedilecek, İstanbul mu yoksa Roma mı?” Abdullah radıyallahu anhu halkaları bulunan bir sandığın getirilmesini istedi ve onun içinden yazılı bir kitâbe çıkardı. Abdulah şöyle buyurdu: “Bizler Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in etrafında yazarken, ona şöyle soruldu: Şu iki şehirden hangisi önce fethedilecek, İstanbul mu yoksa Roma mı?” Bunun üzerine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “İlk önce Heraklius’un şehri (yani Kostantiniyye) fethedilecektir.[4]


[1]. Ebu Davud, Melahim, 5

[2]. Müslim, Fiten, 82.

[3]. Müslim, Fiten: 34, no: 2897. Amik Ovası, Hatay’ın ovasıdır. Mercidâbık ise, Haleb’e yakın bir ovanın ismidir.

[4]. İmam Ahmed, Müsned: 6645;  Hâkim, el-Müstedrek: 4/555. Hâkim dedi ki: “Bu hadisin isnadı Sahih olup, Buhari ve Müslim bunu rivayet etmemişlerdir.” İmam Zehebi de bu konuda Hâkim’e muvafakat etmiştir. Ancak Şuayb el-Arnavut’un tahkik ettiği Müsned nüshasında hadisin senedinin Zayıf olduğu belirtilmiştir.