Ümmet Tutkunu Bir Şair: Mehmed Akif Ersoy (1873-1936)

Serbest Köşe – Mustafa Tatlı / 2013 Aralık / 13. Sayı

“İmandır O cevher ki ilâhi ne büyüktür…                                

İmansız olan paslı yürek sînede yüktür!”

“Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı”

“İnmemiştir hele Kur’an, bunu layıkıyla bilin

Ne mezarlıkta okumak, ne de fal bakmak için”

“Nedense, vahdet-i İslamı tarumar edeli,

Büyük tanındı, mukaddes bilindi zulmün eli!”

“Gökten inmez bir de hiçbir şey… Bütün yerden taşar;

Kendi ahlakıyla bir millet ölür yahut yaşar:’

“Beyinler ürperir, ya Rab, ne korkunç inkılâp olmuş:

Ne din kalmış, ne iman, din harap iman türap olmuş!”

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol…

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.

“Bela mı kaldı ki dünya evinde görmediğim?

Bırak şu yaşları, hiç yoksa görmeden gideyim!”

Şevvval 1290’da (Aralık 1873) İstanbul Fatih’te doğdu. Babası küçük yaşta tahsil için Arnavutluk’tan İstanbul’a gelmiş Fatih medresesi müderrislerinden Tahir Efendi, annesi aslen Buharalı olup Tokat’a yerleşen bir aileden Emine Şerife Hanım’dır. İlköğrenimi “hem hocam hem babamdır, ne biliyorsam ondan öğrendim” diyerek tanıttığı babasından öğrenmiştir. Akif eğitimde sırasıyla; mahalle mektebi, ibtidai mektebi, Fatih Rüşdiyesini tamamlamıştır. Daha sonra Mülkiye Mektebine yazılan Akif’in babasının vefat etmesiyle daha kısa yoldan meslek sahibi olarak hayata atılmak için o sırada yeni açılmış Mülkiye Baytar Mektebine geçti. Birçok zorluğa rağmen okulunu birincilikle bitirdi. Mektep yıllarında sporla, bilhassa güreşle meşgul oldu ve son iki senede şiire olan ilgisini arttırdı. Mezun olduktan sonra Ziraati Nezareti Umur-i Bayteriyye müfettiş yardımcılığıyla memuriyet hayatına başladı. Görevi ve halkın dertleriyle ilgilenme isteğinden dolayı Anadolu’nun birçok şehrini ve Şam diyarını dolaştı. İstanbul’da bulunduğu yıllarda çeşitli mekteplerde hocalık yaptı. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra devrin ilim ve fikir hayatında önemli bir yeri olan, hemen hemen tüm şiir ve yazıların çıkacağı Sırat-ı Müstakim dergisini başyazarlık yaparak yayınlamaya başladı(1908).

Mehmed Akif, Balkan savaşları sırasında halkı uyandırmak ve aydınlatmak için bazı cemiyetlerde faaliyetlerde bulundu. Savaşın sonunda memleketin içine düştüğü vahim durum karşısında umutsuzluğa düşmemek ve birlikten ayrılmamak gibi konularda Fatih, Beyazıt ve Süleymaniye camilerinde metinlerini bu sırada adı Sebilurreşad olarak değişen dergisinde vaazlar vermiş ve Hakkın Sesleri’ndeki şiirleri yazmıştır. Haksızlıklara tahammül edemeyen şair, müdürünün haksız yere vazifesinden alınması üzerine memuriyetten istifa etti(1913). İttihat ve Terakki üyesi olan Ziya Gökalp’in ileri sürdüğü kavmiyetçi düşüncelere ve aynı topluluğa üye olan yazar ve aydınların din karşıtı yayınlarına karşı çıkmasının hükümet tarafından tasvip edilmediğinin bildirilmesi üzerine Darulfünun’daki görevinden de ayrılmak zorunda kalmıştır. Çıkarmakta olduğu Sebilurreşad da aynı sebeplerden birkaç kere kapatılmıştır.

1914-1918 yılları arasında farklı sebeplerden birçok ülkeyi ziyaret etmiştir. Bu ülkelerin başında gelen Medine’ye iki aylık bir seyahate çıkmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın verdiği görevle Berlin’e gitmiştir. Aynı teşkilatın verdiği görevle Riyad’da faaliyetlerde bulunmuştur. Daha sonra bu süre içerisinde Lübnan’da bulunmuştur. Bu seyahatler esnasında şiire olan ilgisi devam etmiş ve çeşitli eserler kaleme almıştır. Dönüşünde Şeyhulislamlığa bağlı dini-akademik bir kuruluş olan Daru’l-Hikmeti’l-İslamiyye’nin başkâtipliğini yapmıştır.(1) Bu görevleri 16 Mayıs 1920’ye kadar devam etti. Bu tarihte Balıkesir’e gidişi, milli kurtuluş hareketlerini yapanlarla teması ve Zaganos Paşa Camii’nde verdiği vaazlardan kuşku duyan Meşihat Dairesi’nin, Akif’i bu sebeplerden azlettiği söylenir.

Mehmed Akif bu tarihten sonra milli kurtuluş hareketine fiilen katılıyordu. Zaten gönlü Anadolu’da idi ve İstanbul’da kaldıkça, yalnız yazmakla bu işin halledileceğine inanmıyordu. Ekim 1920’de Üsküdar – Alemdağı yoluyla Karadeniz kıyısına ulaştı. Oradan İnebolu’ya vardı. 19 Ekim’de Kastamonu’da Nasrullah Camii kürsüsünden meşhur vaazını verdi. Bu vaazda Devlet-i Aliyye’nin son düştüğü durum izah ediliyor, Sevr’i kabul etmenin devleti sona erdirmek demek olduğu, tek çarenin medeniyet maskesiyle gelen batı sömürgeciliğinin karşısına imanla, silahla dikilmek olduğu hissi, mantıki ve heyecanlı bir üslupla, yer yer şiirlerle anlatılıyordu. Bu konuşma, o sırada Ankara’da basılmakta olan Sebilurreşad dergisinde çıkıyor, memleketin her tarafına süratle yayılıyor, ordu kumandanlarınca ayrı risale olarak bastırılıp askere ve halka dağıtılıyor, minberlerde ve kürsülerde tekrar tekrar okunuyordu. İstiklal mücadelelerinde halkın ve askerin büyük bir şevkle bir birlik ruhu teşkil etmesinde, Mehmed Akif’in gerek bu önemli vaazının gerekse bundan sonraki vaazlarının ve yazılarının önemli rolü vardır.

Ankara’ya geldiğinde Konya isyanı patlak vermişti, isyanın bastırılması için giden askeri birliklerle beraber Konya’ya varan Meclis heyeti içinde Mehmed Akif de vardı. Orada da, halkın sükûneti teminde ve isyancılara katılmamasında olumlu çalışmalarda bulundu. 25 Aralık 1920’de Ankara’ya dönüp, Burdur mebusu olarak Büyük Millet Meclisi çalışmalarına katıldı. Bu arada zaman zaman yine Kastamonu’nun kazalarına gidiyor ve vaazlar veriyordu. Bu yılın sonunda Maarif Vekâleti’nin açtığı milli marş metninin yazılması müsabakasında istenildiği gibi bir şiir bulamayınca, müsabaka suresi uzatıldı ve Maarif Vekili Hamdullah Subhi, özel bir yazı ile Akif’in katılması ricasında bulundu. Mehmed Akif’in İstiklal Marşı, bütün katılanlar arasında oybirliği ile birinci seçildi ve 12 Mart 1921’de Büyük Millet Meclisi’ne milli marş metni olarak kabul edildi. Mehmed Akif, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde muhalefet grubu içinde yer almıştı. Bu yüzden İstiklal Savaşı’nın sona ermesinden sonra yeniden kurulan ikinci meclise katılmadı. Esasen yeni hükümet, onun ideal edindiği İslam birliği fikrinde olmadığı gibi, laik devlet prensipleriyle hareket etmek düşüncesinde idi. Akif, bu yeis ve bedbinlikle (kötümserlikle), 1923 yılında Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gitti. Kışı orada geçirdi, birkaç sene yazları İstanbul’da, kışları Mısır’da kaldıktan sonra 1926 kışından itibaren sürekli Mısır’a yerleşti. Kahire Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı dersleri veriyor ve şehrin uzak bir banliyö köyü olan Hilvan’da kalıyordu. Bir taraftan da Diyanet İşleri Riyaseti tarafından kendisine verilmiş olan Kur’an-ı Kerim’in meali üzerinde uğraşıyordu. Ancak ezanın kanun zoruyla okutulduğu o yıllarda namazlarında devlet zoruyla Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle kıldırılacağı endişesini taşıdığından yaptığı anlaşmayı feshedip avans olarak aldığı bir miktar parayı geri verdi ve çalışmasını teslim etmedi. Akif’in Mısır’dan Türkiye’ye geldiği sırada geri dönmediği takdirde yakılmasını vasiyet ettiği ve yıllar sonra (1961) vasiyetin Kahire’de yerine getirildiği anlaşılmaktadır.

1935 yılında gittiği Lübnan’da sıtmaya yakalandı. O yılın sonuna doğru hastalığı ağırlaştı. Vatan topraklarından uzakta ölmek korkusuyla İstanbul’a geldiği zaman bir kemik külçesi halinde idi. Siroz teşhisi konmuştu. Alemdağı’nda Prens Halim Bey’in çiftliğinde ve Nişantaşı Sıhhat Yurdu’nda bir müddet kaldı. Fakat iyileşemiyordu. 27 Aralık 1936’da, ikamet ettiği Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanında vefat etti. Şairinin cenazesine kimse ilgi göstermedi. Neredeyse birkaç vefalı dostunun himmetiyle defnedilecekti. Beyazıt’tan kalkan cenazesine üniversite öğrencileri büyük ilgi gösterdi. Edirnekapı’ya kadar omuzlarda taşındı ve oraya defnedildi.(2)

Mehmed Akif’in en verimli şiir ve yayım faaliyetinin görüldüğü 1908-1922 yılları arası Osmanlı Devleti’nin en buhranlı, siyasi istikrarsızlığın ve savaşların en yoğun olduğu bir dönemdir. Aydınların bu buhranı aşmak için gösterdikleri gayretlerin ürünü olan ve II. Meşrutiyet’in ardından gelişme alanı bulunan siyasi ve ideolojik akımlar arasında Akif, adına sonraları İslamcılık denilen cereyanın içinde yer almıştır. Çocukluğundan beri aile muhitinde, mekteplerde, arkadaş çevresinde tam bir İslam kültürüyle beslenmiş, inancı, ahlakı ve yaşayışıyla İslam’dan taviz vermemiş olan Mehmed Akif, İslam’ın ruhuna aykırı olmamak şartıyla diğer fikir sahipleriyle iş birliği yapabilecek bir karakter göstermiştir. Safahat’ta “kavmiyet” ve “milliyet” kavramlarını birbirinden ayırmış, bunlardan “ırkçılık” manasını verdiği ilkine İslam’a aykırı olduğu ve devletin parçalanmasına sebebiyet vereceği için karşı çıkmıştır.

Mehmet Akif’in itikad dışında bir dünya nizamı olarak ele aldığı İslam’ı daima çağındaki meselelere en isabetli çözümler üretecek şekilde takdim etmesi dikkat çekmektedir. Dinin cevherinde olan ebedilik dünün, bugünün olduğu kadar yarının insanına da hitap etmeyi gerektirir. “Böyle gördük dedemizden” demenin manası yoktur.

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” mısraları bu konudaki kanaatlerini ifade eden bir formüldür. Süleymaniye Kürsüsünde adlı kitabında fikirlerini sistemleştiren Akif, daha sonra bu sistemin yaşama tarzı, ahlak, insanın kendi çevresiyle ve başka insanlarla olan ilişkileri, ilim ve teknik karşısındaki tavrı gibi teferruata inen meselelere çeşitli vesilelerle çözüm getirmeye çalışır. Bazen doğrudan doğruya Kuran ve Hadis gibi dinin temel kaynaklarından hareket ederek bazen de yine bu temellere dayanıp daha çok kendi döneminin problemleriyle iç içe bir ifade tekniği kullanmıştır. Akif’in İslamcılığının esasını inançta, emir ve nehiylerde kaynağını İslam’dan alan bir hayat tarzı ile çağdaş medeniyetin İslam’a aykırı olmayan güzelliklerinin telifi teşkil eder.(3)

————————————

1. DİA, Mehmed Akif Ersoy Maddesi, M. Ertuğrul Düzdağ, M. Orhan Okay, c. 28, s. 432-434.

2. Mehmed Akif Ersoy’un Hayatı, Âdem Çalışkan, Din Öğretimi dergisi, 1993, s. 79.

3. DİA, Mehmed Akif Ersoy Maddesi, M. Ertuğrul Düzdağ, M. Orhan Okay, c. 28, s.436.