Türkiyeli Şehitler – Cihan Malay / 2025 Ocak / 146. Sayı
Bilal Yaldızcı, 1967 yılında İzmir Ödemiş’te üç kardeşin en büyüğü ve evin tek erkek çocuğu olarak dünyaya geldi. İlkokulun ardından, orta ve liseyi imam-hatipte okudu.
Babası onu şöyle anlatıyor: “Bilal; mert, cömert, yardımsever ve yalandan çok kaçınan bir kimseydi. Mazlumlar için gözyaşı döken biriydi. Dünya ile işi olmayan bir kişiydi. Çok kitap okuyan bir kimseydi. Kolilerle kitaplarını dağıttım. O kadar okuyan bir insandı ki annesi ışığını kapattığında, o mum ışığı ile kitap okumayı sürdürürdü.”
Devamla şöyle bir olayını aktarır: “İmam-Hatib’te okurken, bir kız ona yakınlık gösteriyor, âşık oluyor. Kur’an hafızı bir kız. Bilal’in kız kardeşine resmini abisine vermesini istiyor. Böyle bir durum oluşunca şöyle dedi: ‘Bu sevgi benim cihad aşkımın önüne geçer. Cihad aşkımın önüne hiçbir şey geçmemelidir.’ Bu meseleyi açılmamak üzere kapatıyor.”
Afganistan’da yaşanan zulüm ve bu zulme karşı yapılan cihat ile lise yıllarında tanışır.
Bu tanışma onu öyle bir sevda ile kuşatır ki oraya gidebilmek için yol arar, oradaki şartlara alışmak için hazırlıklar yapmaya iter.
“Gidersem hazırlıklı olayım” diyerek, Bozdağ’a her sabah en azından iki üç defa inip çıkıyor. Hindikuş Dağlarına hazırlıyormuş kendisini.[1]
Şehidin kardeşi Zuhal Yaldızcı anlatıyor:
“Birgün eve gece yarısı geldi. Hepimiz merak içerisinde onu bekliyorduk. O ise gayet rahatlıkla içeriye girdi. Zaten meraktan iyice yorgun düşen annem abimi sorularla boğdu. Biz başına bir iş gelmesinden korkuyorduk. Fakat hiç ummadığımız bir cevapla karşılaştık.
Diyordu ki: “Anneciğim şu anda kabristandan geliyorum. Bu yaptığım şeyi 6 aydır sürekli yapıyorum. Çünkü içimdeki ölüm korkusunu yenebilmekti amacım. Gördüm ki doktoru, avukatı, zengini, fakiri hepsi bir arada ses çıkarmamacasına yatıyorlar. Abimin şehit haberi geldikten sonra müdürlük yaptığı kursun masasında küçük bir not bulundu: Allah’a şükür ölüm korkusunu yendim.”
Afganistan Topraklarında
Müslümanın derdiyle dertli ve yapabileceği ne varsa yapmaktan geri durmayan bir karaktere sahip olan Bilal, insanın en değerlisi olan canını, en üstün gaye uğrunda feda etmesi gerektiğini biliyordu.
Bir gün gazetede Afganistan’da savaşan komutanlardan birinin “Afganistan’ın kurtuluşu için herkesi yardıma çağırıyorum. Bizim adama değil, silaha ihtiyacımız var” şeklindeki açıklamasını okur.
Ardından şöyle der: “Yuvarlak masa toplantılarında nutuk atanlar, “kardeşiz” diyenler neredesiniz? Alnınıza sürülen bu kara lekeyi daha ne kadar bekleteceksiniz? Başınız eğri gezmekten utanmadınız mı artık? Yoksa silkinip kalkma zamanı mı gelmedi? Daha vakit varmış… Bekleyecekmişsiniz? Ne kadar?.. Sonsuza kadar mı?”[2]
Şehadet bir çağrıdır… Şehadet bir sevdadır… Onun önünde hiçbir engel duramaz. Bu kimsenin önüne yollar ve mesafeler engel olsa, dağları delebilen bir azme sahip olduğundan, engelleri aşar geçer.
Bilal için de bu durum geçerlidir. O da nice zorlukları aşarak canını Allah’a şehit olarak sunacağı Afganistan topraklarına ulaşır. İran’dan geçerken yakalanır. Onu öldürecekken, sonradan öldürmekten vazgeçerler.
Bir tarafta güçlü bir orduya ve askeri mühimmata sahip sonradan Rusya olarak adlandırılacak birçok devletten meydana gelen SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği), diğer tarafta düşmanıyla kıyaslanamayacak şekilde imkansızlıklar ve askeri anlamda çok geride olan Afgan halkı.
Şöyle bir olayı bize aktarılır: “Bir karargâha varmıştık. Manzara hazindi. Bilal mücahitlerin yokluk ve sefillik içindeki durumlarına içerlemişti. Karargâh olarak kullanılan yerin her tarafı çamur ve bataklık içindeydi. İçeriye sızan yağmur ve kar suları altında silahlar, mermiler paslanmayla yüz yüzeydi. Her taraf su sızdırıyordu. Yatacak yer yoktu. Ortada, etrafını mücahitlerin çevirdiği bir ateş yanıyordu. Dumandan göz gözü görmüyordu.
Tarifi mümkün olmayan bir iç çekişle;
“Utansın! Utansın insanlık! Demagoji yapanlar! Çağ atlayan yeni nesil! 21. yüzyıl ve modern dünya! Sizler, bizler, onlar ve yarınlar!” dedi.
Gözleri yanında oturan mücahidin ayakkabısına takıldı. Kestiği araba lastiğini kendisine ayakkabı yapmıştı. Ayağının her yanı, lastiğe bağlı iplerle çevriliydi. Diğerlerinin de ondan farklı yanı yoktu. Parçalanmış ayakkabılardan dışarıya çıkmış bir ya da üç parmak görmek mümkündü. Bazıları sudan büzüşmüş, buz tutmuş hareketsiz ayaklarını yanan ateşin üzerinde gezdirmek suretiyle yeniden eski haline getirme çabası içerisindeydi.
Dolaba yığılan modası geçmiş diye bir daha yüzüne bakılmayan ayakkabıları hatırladı.
Ne de çabuk unutmuşlardı efendimizi. “Kardeşi açken tok yatan bizden değildir…”
Neden onların yanında değildik? Onların dertlerini hatırlamıyor, acılarını kendi acımız gibi hissedemiyorduk?”[3]
Bir Savaş Hatırası
Ertesi gün savaşın çetin olacağı kulaktan kulağa yayılmıştı. Herkes komutandan gelecek açıklamayı bekliyordu.
Yarınki saldırının adı: “Garnizon Ameliyesi.”
Taarruz saati: İkindiden sonra.
Saat 11:00’de yola koyulmuşlardı. Mücahitlerin işi bu sefer epey zordu. At ve eşeklerin sırtındaki yük taşınmayacak kadar ağırdı. Sarp kayaların eteklerinden, patika yollar, dere kenarları derken 1,5 saatlik yoldan sonra Pağman bölgesine gelinmişti.
Komutan telsizle mevzilenecekleri yerleri gösterdi. Gereken hazırlıklar sessizce yürütülüyordu. Vakit gelmişti. Ağır silahların bulunduğu taraf ilk olarak harekete geçti. 15-20 dakika hiç aralıksız düşman tarafı ateş ablukasına alındı. Bu arada diğer mücahit grupları garnizona yaklaşmaya başlamıştı bile. Gruplardan gelen habere göre ağır silahlar ateşi kesmişti. Bu sefer sıra mücahidlerin hafif silah ve roketlerle garnizona girmelerindeydi. Garnizon tamamı ile ele geçirilinceye kadar çatışmalar aralıksız sürüyordu.
Bu arada çatışmadan komutan telsizler vasıtasıyla anı anına haberdar oluyordu. Yine gerekli talimatlar, telsiz vasıtası ile mücahitlere bildiriliyordu.
Havanın iyice kararması nedeni ile düşman tarafında, aydınlatıcı mermiler kullanılıyordu. Ortalık görülmeye değerdi. Bir anda etraf gündüz gibi aydınlanmıştı. Her taraf olduğu gibi gözüküyordu. Bu durum mücahitleri endişelendirmişti. Yerlerini tespit etmelerinden korkuyorlardı.
Bir müddet beklenildi, komutanın talimatı üzerine Rus karargâhı basılacaktı. Mücahitler karargâhın bulunduğu yere yaklaştılar. Fakat karargâhın etrafının mayın döşeli olduğu anlaşıldı. Mayın imha uzmanı bir mücahidin yardımı ile geçecekleri yerdeki mayınlar temizlendi.
Ruslar fark etmiş olmalıydı ki, paniğe kapılmış sağa sola ateş ediyorlardı. Hoparlör aracılığıyla Rus takviye gücü isteniyordu.
Komutan karargâhı terk etme emri verdi. Mücahitler şaşkınlıkla komutana bakıyorlardı. Aralarında bulunan bir Arap mücahit sordu:
“Görüyorsunuz ki, bu şartlarda buradan çıkıp karşıya geçmemiz mümkün değil. Dışarısı gün gibi aydınlık. Bunca yoğun ateş altında dışarıya çıkmamız toplu intiharımız olur.”
“Allah’a güvenin. İnanıyorum o bizi buradan çıkaracak. Bu bir emirdir. Ben duaya durduktan beş dakika sonra siz burayı terk etmeye başlayın.”
Komutan yere koyduğu kaleşnikofun yanına ihlasla diz çöktü. Bu yaşlı adamın duasındaydı her şey. Aradan henüz bir-iki dakika geçmişti ki, Ruslar şaşırmışçasına aydınlatmayı ters yöne çevirdiler. Ortalık kararmıştı. Fakat; bilinçsizce sağa sola açtıkları silah atışları devam ediyordu. Bu yoğunlukta karşıya geçmek intihardı.
Komutan duasını bitirdi ve ayağa kalktı. Besmele çekti. El işareti yaptı. Önce kendisi geçti. Ardından mücahitler. Mermiler yanlarından, sağ ve sollarından, kulak memelerini yalayıp geçiyordu. Buna rağmen Allah’ın inayeti ile tek bir mücahidin burnu kanamamıştı.
Ruslar tarafından istenilen takviye güç gelmişti. Telsizden gelen haber üzerine, ağır silahlar tekrar iş başındaydı. Düşman tarafının mühimmat deposu havaya uçmuştu. Daha fazla direnemediler. Böylelikle bölgeyi terk ettiler.
Şafak sökmek üzereydi, kayıplar telsiz aracılığı ile tespit edilmeye başlanıldı. Ortalık düşman cesetleri ile dolu idi. 2000 kişilik düşmanın 800 askeri öldürülmüş, 90 kişi esir alınmıştı. Mücahidler ise komutanları dahil 55 şehit verdi. 1000 adet çeşitli tiplerde hafif silah, motor, top vs. çok miktarda ganimet alındı.
Ganimet malları toplandı, ortaya getirildi. Paylaşım yapılacaktı. Bilal hakkına düşeni almak istemedi.
Komutan ganimetle alakalı iki ayet okudu: “Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve temiz olarak yiyin…” (Enfal, 69), “Yine onları elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükafatlandırdı.” (Fetih, 19)[4]
Şehadeti ve Vasiyeti
Ölümün her nerede olursa olsun kişiyi bulacağı hakikatinin bilincinde olan Bilal, ölümlerin en güzeli olan şehit olarak ölmeyi arzu etti. Bu arzusunun gerçekleşmesi yolunda çeşitli cephelerde operasyonlara katıldı.
Beklediği şehadete ulaşamayınca, Türkiye’ye geri dönmeyi düşündü. Ancak dönüş yolunda bazı mücahidlerle karşılaşır ve onlara nereye gittiklerini sorar. Onlar da yeni bir taarruzun gerçekleşeceğini söyleyince, belki bu sefer şehadet arzuma ulaşabilirim düşüncesiyle onlara katıldı.
Cephede olduğu zamanlar dahil fırsat buldukça yaşadığı duygu hallerini, olayları yazmayı da sürdüren Bilal, bu operasyon öncesinde şunları yazar:
“Hamd, ezeli ve ebedi, Rahman ve Rahim olan Allah Teâlâ’ya… Salat ve selam O’nun Rasûlu, tek hayat önderimiz Muhammed (s.a.s.)’e, O’nun âl ve ashabına ve O’nun yolunda giden inananlara…
Fırsattan istifade bunları yazıyorum. Bunu artık bir mektup olarak mı kabul edersiniz, yoksa bir vasiyet mi nasıl dilerseniz.
Afganistan’da gitmeyi planladığımız yer, İşkemiş ve Tahhar bölgeleri. Afganistan ile Rusya’yı birbirinden ayıran Amu Derya kıyısında bu yerler. Buraya gidebilmek için 25 gün yol yürüyoruz. Yanımda bir Türk arkadaş daha var. Bu arkadaşla daha önce Konar cephesine de gitmiştik.
Bunları yazıyorum ama bunlar boş şeyler. Asıl yazmak istediğim babacığım, gidip dönmemek, peygamberlikten sonra en büyük mertebe olan şehidlik var ise ki inşallah vardır, sizin yapacağınız Allah’ın takdirine rıza göstermek, boyun eğmek, kesinlikle isyana yönelmemektir.
Şimdiye kadar İslam’ın edebiyatını yapan bizler, artık gerçeğe yönelmek zorundayız. Gerçek ne kadar acı olsa da.
Sevgili anneciğim, biliyorum, üniversiteye giremedim. Sizlerin boynunu bükük, hayalini buruk bıraktım.
Sevgili kardeşlerim Nihal ve Zuhal; benim sizlerden istediğim İslam’ı öğrenip onu hayatınıza tatbik etmeye çalışmanızdır. Küfrün hâkim olduğu yerde cihat kadın-erkek her müslümana farz-ı ayndır. Bunun şuuruna vararak hareket ediniz. Çeyiz meyiz, bunlar boş sayılır.
Dünyaya değer vermeyin. Cepheye gittiğimde gördüm ki, dünya boş, dünya yalan. Ölümün kokusunu duyunca insan telaşlanıyor. İşte şu ibadeti yapamadım, işte şu olmadı vs. Hiç demiyor ki, ‘evimin badanasını yaptıramadan gideceğim, tüh şu masa örtüsünü yapamadan gidiyorum.’ Onun için kardeşlerim, İslam’a sıkı sıkı sarılın ve birbirinizden sakın kopmayın. Ağabeyinize de geçmiş günahlarının affı için dua edin.
Ödemiş’teki diğer akrabalar, tanıdıklar, özellikle Hasan ağabeyim, haklarını helal etsinler. Ben herkese hakkımı helal ediyorum.
Not: Bu mektup ben Şehid olursam sizlere gönderilecektir.”
“Ölüme meydan okumanın, ölümden korkmamanın, ölümü ölümsüzlük bilmenin zevkini yeniden tadacağım!…
Ve şehadet edinmenin zevkini yeniden tadacağım!… Ve eğer şehadet nasip olursa.” Bunlar, günlüğüne yazdığı son cümlelerdi Bilal’in.[5]
29 Ocak 1987 günü Rus garnizonu kuşatılmaya başlandı. Karşılıklı atılan mermiler ile çatışma o kadar şiddetliydi ki iki taraf için zorlu geçiyordu. Sabah namazının ardından başlamış, ikindi vakti olmasına rağmen çok fazla bir ilerleme katedilmemişti. Rusların sığındıkları kale kapısının atılan el bombalarıyla kırılmasıyla, Bilal o kapıdan tekbir sesleriyle içeriye girer. Komutanın arkasından “Dur, gitme” sözlerini daha işitmeden, kaleden içeriye girer. O esnada içeriden gelen kurşun yağmurlarına hedef olur, atılan bir el bombasıyla da sağ bacağından yara alır. Orada düşüp kalır. Arkasından komutanı da girer. O da Bilal ile aynı kaderi paylaşır. Düşmanın saldırılarından nasibini alır. Ardından devam eden diğer mücahidler, 35 günlük mesafesi 3 güne indirecek kadar stratejik konumdaki kaleyi ikindi vakti ele geçirmeye muvaffak olurlar.
Zorlu geçen kuşatma sonunda Rus tarafından 300 esir alınmış, 30 asker öldürülmüştü. Mücahitlerin tarafında ise komutanları da dahil 14 mücahid şehid olur. Bilal ise ağır yara alır.
Onu tedavi edecek bölgeye yaklaştıklarında, bir köylü iki saat boyunca sırtında da taşımış ancak o, en büyük arzusuna yolda kavuştu.[6]
Şehidin ardından şöyle denildi: “Allah rahmetini üzerinden eksik etmesin! Yiğitti. Gözü pek ve cesurdu. Kalbi de gönlüde iman yüklüydü. O şehadeti diledi, Allah da nasip etti. Herkes dilediği üzere yaşar ve ölür. Öldüğü üzere de haşrolunur. Muradı olan sonunda ona kavuşur.”[7]
29 Ocak 1987 günü “Bize de şehitlik nasip olur mu?” diye yola koyulan Bilal, memleketinden çok uzak bir diyarda Afganistan’da şehit oldu. Son sözleri: “Ben şehidim, şehit” oldu.
Şehadet haberi babasına ulaştığında bu durumu metanetle karşılayan Fikri Yaldızcı, Bilal’in annesinin yanına giderek ona şu müjdeyi verir: “Hatun, gözün aydın olsun! Sen şehid annesi, ben de şehid babası olma şerefine ulaştık.”
19 yaşında şehit olan Bilal şu mısralara da konu oldu:
“Henüz on dokuzunda,
Gencecik bir fidan
Filizlendi, filizlendi, filizdendi dağlarda.
Katıldı kervanına, dağlarla konuşanların
Ve okudu özgürlük, özgürlük türküleri.”
Günlüğüne ara ara yazılar yazdığı günlerden birinde şu sözleri yazdı:
“Bir gün Bilal ölmüş derlerse sakın üzülme ana!
Bil ki ben şehit olmuşumdur. Şehitler ölmez ana!”
Anneye Hitab
“Aziz anneciğim! Ben bu kelimeleri yazıyorum ve Allah’ın kaza ve kaderine inanıyorum. Bildiğin gibi benim hayatım acısı ile, tatlısı ile garip ve enteresan geçti. Ta ki, yolumuz buraya düştü.
Biliyor musun burası nasıl bir yerdir? Burası bir ibadethanedir. O ibadet ki, Rabbim onu yüz yıllar önce üzerimize farz kıldı. Fakat biz onu kaybettik. Kaybolan bu farz bugün geri döndü. Allah onu tekrar hayatımıza geri döndürenlerden razı olsun. O kimseler ki kıymetli canlarını ucuz olarak takdim ettiler. Bizde o yoldan gidelim, cihat yolunda buluşalım. Şehadete kavuşalım!
Anneciğim, engin sevgiler deryası! Vallahi, hissiz, taş gibi kaybolanlardan değilim. Size asi de olmadım. Felaket büyük. İslam tahrip ediliyor. Irzlar kirletiliyor, en kutsal değerlerimiz ayaklar altına alınıyor. Herkes yaşamak için yiyip içiyor ya da ölmek için yaşıyor. Ne kötü hayattır o yaşadıkları. Fakat ben ve arkadaşlarım, Allah yolundaki kardeşlerim İ’lay-ı Kelimatullah’ın yeryüzünün doğusunda ve batısında Allah Teâlâ’nın izni ile dalgalanması için bütün gücümüzü harcamaya çalışacağız! Korkaklar gibi gerisin geriye kaçarken değil de düşman hücumlarını karşılarken kanlarımız akacak!
Ümmetin yarası çok derin. Üzerimizdeki yük çok ağır. Onun için iman taşıyan bir kalbin üzüntü ve hüzünden dolayı eriyip gitmesi normaldir. Biz bu yolda çok mutluyuz. İstedim ki, bunu size bildireyim. İstedim ki, sizler evladınıza duada bulunasınız. “Şehit anasıyım” diye övünesiniz!
En büyük arzum şehit olmak! Eğer şehit olursam sizlere de ne mutlu ki, şehit annesi ve babası olacaksınız. Dünyada bundan daha güzel mutluluk düşünülemez zaten.
Anneciğim, babacığım, kardeşlerim, arkadaşlarım! Şehitlerin anıldığı ve şehadetten bahsedildiği her demde bütün saygı ve tefekkürle beni ve tüm şehitleri anın. Onları zikredin meclislerinizde.”[8]
Şehidin Kerameti
Babasının ifadesiyle “Onu ifrat derecesinde severdi” dediği annesi, şehadetinden bir zaman sonra evde yalnız olduğu bir gün Bilal’in resimlerine bakarken şöyle bir hadise gerçekleşir:
“Kapının vurulduğunu duyar. Bağrına bastığı resim elinden yatağın üzerine düşer, tüm vücudunu bir sarsıntı kaplar. Kulaklarına bir türlü inanamaz. Bu vuruş Bilal’in vuruşudur. Bu sefer kapıyı vuran Bilal adeta “Niçin açmıyorsun?” dercesine şiddetli bir şekilde vurmaya başlar.
Annesi ne yapacağını şaşırır, ellerini kulağına tıkar. Kendisini toparlayıp duyduklarını kavramaya çalışır. Büyük bir heyecana kapılır. Gözlerini yumar. Ses kesilmiştir. Gözlerini açtığında bayılmak üzeredir. Yatağın ucunda şehidimizi görür. Kendine gülümsüyordur. Hiç konuşmaz. Bir müddet bakışırlar. Daha sonra şehidimiz gözden kaybolur.”[9]
[1]. Ayşe Şimşek, Vuslatın Ardı Sıra, Ahsen Yayınları, I.Baskı, Mayıs-2008, s.11-12.
[2]. Ayşe Şimşek, Age, s.14-15.
[3]. Ayşe Şimşek, Age, s.85-85.
[4]. Ayşe Şimşek, Age, s.92-98.
[5]. Ayşe Şimşek, Age, s.131-132.
[6]. Ayşe Şimşek, Age, s.5-8.
[7]. Ayşe Şimşek, Age, s.136-138.
[8]. Ayşe Şimşek, Age, s.103-105.
[9]. Ayşe Şimşek, Bir Şehadet Aşığı: Şehid Bilal Yaldızcı, Vuslat Dergisi, Sayı 140 (Şubat 2013).