Rasulullah (Sav)’İn Emir Ve Yasaklarına Karşı Ümmetin Görevi

Nebevi Damlalar – Yener Yılmaz / 2019 . Sayı / 85. Sayı

Asıl adı Abdurrahman bin Sahr olan Ebu Hureyre radıyallahu anh dedi ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle derken işittim;

“Size bir şeyi yasakladığımda onu tamamen terk edin, size bir şeyi emrettiysem gücünüz nispetince onu yerine getirin. Çünkü sizden önceki ümmetlerin helak olma sebebi, çok sormaları ve peygamberlerine karşı gelmeleridir.”

(Buhari, İtisam 2)

HADISIN RAVISI EBU HUREYRE (ra)’IN HAYATINDAN KESITLER

Yemen’de yaşayan Ezd kabilesinin Devs koluna mensup olup ne zaman doğduğu tam olarak belirtilmeyen Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın cahiliye devrindeki adı çeşitli kaynaklarda Abdüşems, Abdüamr, Sükeyn, Amr b. Abdüganm gibi farklı şekillerde kaydedilmektedir. Peygamber onun adını Abdurrahman veya Abdullah olarak değiştirmiştir. Künyesiyle ilgili en yaygın rivayet, koyun otlatırken bulduğu kedi yavrularını elbisesinin eteğine koyup onlarla oynadığı için kendisine (yavru kedi babası) anlamına gelen “Ebu Hureyre” dendiği şeklindedir.[1] İlk karşılaştıkları zaman Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin ona Ebu Hureyre diye hitap etmesi bu künyenin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tarafından verilmediğini göstermektedir.

Rasûlullah (sav) ile Geçirdiği Süre

Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın Medine’ye geldiği tarihten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatına kadar dört yıllık bir süre geçirmekle beraber Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında üç yıl kaldığını bizzat kendisi söylemiştir.

İlme Olan Düşkünlüğü

Ebu Hureyre radıyallahu anh Medine’ye ulaştığı günden itibaren kendisini tamamen dine verdi ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında bulunduğu sürece dünyevi hiçbir arzu peşinde koşmadı. Bazılarının ganimetlerden daha fazla pay almaya çalıştığı günlerde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, ganimet talebinde bulunup bulunmadığını sorması üzerine ganimet olarak Allah azze ve celle’nin verdiği ilimden kendisine bir şeyler öğretmesini istedi.[2] İslamiyet’i geç benimsediği için kaybettiği yıllarını telâfi etmek amacıyla açlıktan bayılacak dereceye geldiği halde Mescid-i Nebevî’deki Suffe’den ayrılmazdı.

Cihadı

Ebu Hureyre radıyallahu anh, kısmen Hayber fethine ve daha sonra yapılan gazvelerin hepsine katıldı. Umretü’l-kazâ’da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kurbanlıklarını Mekke’ye götürmekle vazifeli olanlar arasında yer aldı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, düşmanlara karşı oluşturduğu bazı özel timlerde de görev aldı.[3] Daha sonra onun Yermük Savaşı’na ve Cürcân’ın fethine[4] katıldığı kaydedilmektedir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Hindistan’ın fethedileceğini müjdeleyince ömrü yeterse canıyla ve malıyla bu savaşa da katılacağını söylemesi[5] onun cihada karşı duyduğu arzuyu göstermektedir.

Üstlendiği Görevler

Halife Ömer radıyallahu anh, Kudâme b. Maz‘un radıyallahu anh’ı zekât ve vergi âmili olarak Bahreyn’e gönderirken Ebu Hureyre radıyallahu anhı da orada namaz kıldırıp davalara bakmakla görevlendirdi.[6] Daha sonra onu görev yaptığı Bahreyn’e iki defa vali olarak tayin etti. Ebu Hureyre radıyallahu anh valilikten ayrılıp Medine’ye döndüğü zaman halife bütün valilerine uyguladığı yöntemi ona da uygulamış ve Bahreyn’den ne getirdiğini sormuştur. Ebu Hureyre 20.000 dirhem getirdiğini, bunu da yaptığı ticaretten veya üreyen atlarından, biriken maaşlarından ve kölesinin kazancından elde ettiğini söyledi. Fakat Ömer radıyallahu anh, sermayesini ve görev esnasında harcadığı parayı aldıktan sonra geri kalanı beytülmâle iade etmesini emretti. Bazı rivayetlerde ise Ömer radıyallahu anh’ın Ebu Hureyre radıyallahu anh’a, “Allah’ın ve kitabının düşmanı! Allah’a ait olan malı mı çaldın?” diye çıkıştığı fakat onun bu ithamı şiddetle reddederek Allah’a ve kitabına asla düşman olmadığını, aksine onlara düşmanlık edenlere düşman olduğunu belirttiği, beytülmâle ait hiçbir malı zimmetine geçirmediğini söylediği, buna rağmen halifenin onun malının yarısına veya tamamına el koyduğu ileri sürülmektedir. Ancak bütün rivayetlerde özellikle belirtildiği gibi yapılan tahkikat sonunda Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın dürüstlüğü ortaya çıkınca Ömer radıyallahu anh ısrarla onu tekrar vali tayin etmek istemiş fakat Ebu Hureyre radıyallahu anh zan altında kalıp rencide edilmek istenmediğini belirterek bir daha görev kabul etmemiştir.[7] Ömer radıyallahu anhgibi âdil bir halifenin Ebu Hureyre radıyallahu anh’ı görevine iade etmek istemesi, onun dürüstlüğü hususunda herhangi bir şüphesinin bulunmadığını göstermektedir.

Fitnelere Karşı Tutumu

Osman radıyallahu anh’ın hilâfetini destekleyen Ebu Hureyre radıyallahu anh, halifenin evi isyancılar tarafından kuşatıldığı zaman kılıcını alıp onun yanına gitti. Fakat Osman radıyallahu anh Müslüman kanı dökülmesini istemediğini söyleyerek ona kılıcını bıraktırdı.[8] İslam tarihinde fitnenin başlangıcı olarak kabul edilen bu olaydan sonra Ebu Hureyre radıyallahu anh Müslümanlar arasında çıkacak kargaşadan uzak durulması gerektiğini belirtir, bu fitnelerden kurtulmanın yegane yolunun silaha el atmamak olduğunu söylerdi.[9] Ali ile Muâviye radıyallahu anhuma arasında çıkan savaşlarda Sa‘d b. Ebû Vakkās, Abdullah b. Ömer ve tanınmış diğer sahabiler radıyallahu anhum gibi o da hiçbir tarafı tutmadı.

Şahsiyeti ve Aile Hayatı

Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın dört oğlu ile bir kızı olduğu söylenmektedir. Muharrer, Muharriz, Abdurrahman ve Bilâl adlı oğullarının ilk üçü az da olsa hadis rivayetiyle meşgul olmuşlardır. Kızı Said b. Müseyyeb ile evlenmiştir.

Ebu Hureyre radıyallahu anh geniş omuzlu, saçı çift örgülü, sakalına kına yaktığı için kızıl sakallıydı. Başına siyah sarık sarardı. Gecenin üçte birinde uyur, üçte birinde ibadet eder, üçte birinde de hadis müzakere ederdi.[10] Ona yedi defa misafir olduğunu söyleyen Ebû Osman en-Nehdî, Ebu Hureyre radıyallahu anh ile hanımı ve hizmetçisinin geceleyin sırayla kalkıp ibadet ettiklerini bildirmektedir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e duyduğu derin sevgiyi, “Seni görünce mutlu oluyorum, gözüm gönlüm aydınlanıyor” diye ifade ederdi.[11] Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatından sonra Mescid-i Nebevî’de hadis rivayet ederken onu hatırladığı için göz yaşını tutamadığı olurdu.[12] Ebu Hureyre radıyallahu anh şakadan hoşlanır ve nükteli uyarılarıyla Müslümanları düşünmeye sevkederdi.

Binden fazla hadis rivayet etmeleri sebebiyle “müksirûn” diye anılan yedi sahabi arasında Ebu Hureyre radıyallahu anh ilk sırayı almaktadır. Rivayetleri tekrarlarıyla birlikte 5374’ü bulmaktadır.

Hafızası

Ebu Hureyre radıyallahu anh’ı en çok hadis bilen ve hadisleri en iyi ezberleyen sahabi konumuna getiren çeşitli sebeplerin başında, onun Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ilgili her şeyi öğrenme, hadisleri ezberleme konusundaki şiddetli arzusu ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem’in yanından ayrılmaması gelmektedir. Diğer sahabilerin neden kendisi kadar hadis rivayet etmediklerini soranlara söylediği gibi muhacirler çarşıda ticaretle, ensar da malları ve mülkleriyle meşgulken Ebu Hureyre radıyallahu anh Suffe ehlin’den biri olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanından ayrılmamış, diğer sahâbîlerin bulunmadığı meclislerde bulunmuş, onların duymadığı hadisleri duyup ezberlemiş, ilmi yaymayı emredip onu gizlemeyi yasaklayan âyetler karşısında bildiği hadisleri rivayet etmeye mecbur olduğunu düşünmüştür.[13]

Ömrünün Sonları Ve Vefatı

Ebu Hureyre radıyallahu anh, hayatının son dönemlerinde yabancıların çoğaldığı, görüşebileceği sahabilerin azaldığı Medine’den ayrıldı ve yakın mesafede bulunan Zülhuleyfe’deki veya Akik’deki evine çekildi. Vefatından bir süre önce hastalandı ve h.58 (678) yılında yetmiş sekiz yaşlarında iken vefat etti. Cenazesi Medine’ye getirildi. Abdullah b. Ömer ve Ebu Said el-Hudri gibi sahabilerin (radıyallahu anhum) de katıldığı cenaze namazını Medine Valisi Velid b. Utbe radıyallahu anhuma kıldırdıktan sonra Cennetü’l-baki’ye defnedildi. İslam için verdiği mücadeleden ve ilme olan katkılarından dolayı Allahu Teâlâ ondan razı olsun.[14]

HADİSİ ŞERİFLE ALAKALI AÇIKLAMALAR

Kur’an-ı Kerim’de bulunan birçok ayet-i kerîmenin iniş sebebi vardır buna “sebebi nuzül” denir. Hadisi şeriflerin bir kısmında da söyleniş sebepleri bulunmaktadır buna ise “sebebi vürud” denir. Bu hadisi şerifin söyleniş sebebi ise bir diğer bir hadisi şerifte açıkca ifade edilir;

Resûl-i Ekrem Efendimiz bize hitap etti ve şöyle buyurdu:

– “Ey Müslümanlar! Size hac farz kılınmıştır, o halde hac yapınız”. Bir adam: 

– Her sene mi, Ya Rasûlallah? dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem cevap vermeyip sustu. Adam sorusunu üç defa tekrarladı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

– “Şayet “evet” desem mutlaka farz olurdu, tabi sizin de buna gücünüz yetmezdi” buyurdular.[15] Sonra da bu hadisi söylediler.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve selleme bu soruyu soran sahabinin Akra bin Habis olduğu kaynaklarda geçmektedir.[16] O sahabi namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerin süreklilik ve tekrar ifade ettiğini bildiği için haccın da aynı şekilde olabileceğini zannederek ısrarlı bir şekilde bu durumu açıklığa kavuşturmak istemiş ancak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem önce sorusuna cevap vermek istememiş, soru tekrarlanınca da yukarıdaki açıklamayı yapmıştır. Bir Müslümanın öncelikle şunu iyi bilmesi gerekir ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize ahirette saadeti kazandıracak bütün bilgileri aktarmıştır. Dinde bir genişlik olsun diye bazı konuları detaylı açıklamamıştır. Bize detaylı olarak aktarılan bilgilerin tüm detayları önemlidir ancak bir mesele ana hatlarıyla anlatılıyor detaylara girilmiyorsa, bize düşen bu konularda detaylarla boğulmamaktır.

Bizden önce yaşayan ümmetlerdeki en büyük hatalardan bir tanesi, peygamberleri detay bildirmediği halde detayların peşine düşmeleri, netice olarak da helak olmalarıdır. Nitekim Yahudilere Musa aleyhisselâm “bir inek kesin” dediğinde kesecek inek aramak yerine ineğin detaylarıyla uğraşıp durdular ve işi yokuşa sürerek nredeyse bulamayacakları vasıflara sahip bir inek kesmek zorunda kaldılar. Onlar, peygamberlerine çok ve yersiz sorular sorarlardı. Ayrıca peygamberlerinin verdiği cevabı kabullenmek yerine, onu aralarında münakaşa ederler, ihtilafa düşerlerdi. Bu nitelikleri, yani çok ve yersiz sorular sormaları, aldıkları cevapları münakaşa konusu yapıp çok ihtilafa düşmeleri onların helakına sebeb oldu. Çünkü ihtilaf, ayrılıkları ve gruplaşmaları doğurur, bir işin sonu helak ise o iş, haram ya da büyük günahtır. Özellikle ihtilaflar, kalplerin ayrılmasına ve dinin zayıflamasına sebeb olur. Bunlar nasıl haramsa, bunlara yol açan sebebler de aynı şekilde haram olur.

Dinde bir şey yasak kılınmışsa onu terk edemiyorum mazereti geçersizdir. Çünkü bir kişinin haram olanı terk edememe durumu söz konusu olamaz bazı zaruri istisnai durumlar elbette ki olabilir ancak bunlar istisna olduğu için genel kaideyi bozmazlar. Kişinin dindarlığı ve takvası, yaptığı ibadetlerden çok, yasaklardan kaçınması ile değerlendirilir. Çünkü yasaklardan uzak durmak, bir riya, gösteriş ve başkalarına hoş görünme konusu olamaz. İbadetlerde ise bunlar şu veya bu ölçüde bulunabilir.

Yasaklardan kesinlikle kaçınılmasına karşılık, dindeki emirler kişinin gücü nisbetinde değerlendirilir, ayakta duramayan bir kişinin namazda farz olan “kıyam”ı oturarak eda etmesine ruhsat verilmiş ve ümmet için kolaylık kapısı açılmıştır. Bir işi yapmanın, yapabilmenin çeşitli şartları ve sebebleri vardır. Bu şart ve sebebler, herkeste aynı oranda bulunmayabilir veya hiç olmayabilir. O halde herkes gücünün yettiğinden sorumludur. Çünkü Allahu Teâlâ, hiç kimseye gücünün üstünde bir yük yüklememiştir.[17]Kimileri bir işi yapmaya güç yetirirken, kimileri yetiremeyebilir. Sorumluluk güç yettiği orandadır. Cenâb-ı Hak da “O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun, dinleyin, itaat edin…” (Teğâbun, 16) buyuruyor.

“Farz olan ibadetlerden herkes sorumlu iken nafile ibadetlerde sorumluluk yoktur”. Nafile, sünnet ya da müstehap olan her türlü davranış ya da sözler kişinin kendisine bırakılmış olup kudretiyle sınırlandırılmıştır. Bu kaide sadece ibadetlerde değil dinin bütün emirlerinde geçerlidir.

Hadisi Şeriflerde Geçen Yasaklar (Nehiyler) 

Hadisi şerifler de geçen yasaklar iki şekilde değerlendirilir;

1- Haramlık ifade eden yasaklar: Şeriatın emrini yerine getirmek kastıyla uzak duranın sevap aldığı, işleyenin cezalandırıldığı nehiylerdir. Bu gibi nehiyler ise kesin ve bağlayıcı olmak üzere gelmiştir. İçki içmek, zina etmek, faiz yemek, açılıp saçılmak (tesettüre riayet etmemek), aldatmak, gıybet, koğuculuk ve buna benzer yasaklanan şeyler bu türdendir.

2- Mekruhluk bildiren yasaklar: Bu da dini bir emir olduğu için terk edenin sevap kazandığı, işleyenin ise cezalandırılmadığı işlerdir. Bu gibi yasaklar kesin ve bağlayıcı olmak üzere gelmemiştir. Yatsıdan sonra konuşup sohbet etmek, sarımsak ve soğan yemek gibi.

İster zaruri bir durumda olsun ister olmasın, kulun (tenzihen) mekruhu işlemesi caizdir fakat takvalı bir Müslümana daha çok yakışan ve onun için daha uygunluk ifade eden tutum mekruhlardan göklerin ve yerin Rabbinin mizanlarında yükselinceye kadar sakınmaktır.

Hanefi mezhebi âlimleri mekruhu iki kısma ayırmış, harama yakın olanları tahrimen mekruh, helale yakın olanı ise tenzihen mekruh diye isimlendirmişlerdir. Bu âlimlere göre tahrimen mekruh işlendiği zaman tıpkı haramda olduğu gibi kişi ceza alacaktır, tenzihen mekruhların ise ahirette cezası yoktur.

Hadisi şeriflerde geçen “emirler”

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin emirleri Hanefi mezhebine göre üçe ayrılır;

a) Farziyet ifade eden emirler: Eğer hadisi şerifler yoluyla bize Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den Kur’an-ı Kerim’de geçmeyen bir konuda emir ulaşmış ve hadisi şerif de sahih olup, mütevatir ya da meşhur bir yol ile bize aktarılmış ve hadiste geçen ifadeler farklı anlamlar içermeyip tekbir mana içeriyorsa bu emirler farziyet ifade eder. Örneğin; Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Beni nasıl namaz kılyor görüyorsanız sizde o şekilde kılın” buyurmuştur. Böylece namazın onun öğrettiği şekilde kılınması farz olmuştur. Farzın bilerek terk edilmesi haram olmakla beraber kişiye cezayı gerekli kılar.

b) Vaciplik ifade eden emirler: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yükümlü Müslümandan yapılmasını bağlayıcı bir şekilde istediği fakat hakkındaki bu bağlayıcılığın zanni delil ile sabit olduğu söz ve davranışlardır. Örneğin: namazlarda fatiha suresini okumak, vitir namazı kılmak ve sünnet olmak gibi durumlardır. Vacibi terk eden, farzı terkedenin cezasından daha az bir cezayı hak etmiş olur.

c) Sünnet ya da müstehaplık ifade eden emirler: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yapılmasını tavsiye şeklinde emrettiği söz ve davranışlardır. Terkinde günah ya da ceza olmayıp yapanın sevap kazanacağı hususlardır. Örneğin: kuşluk namazı kılmak, sabah akşam zikirleri yapmak gibi.

Önceki Ümmetlerin Helak Olma Sebepleri

Hadisi şerifte önceki ümmetlerin helak olmalarına sebep olan iki husus zikredilmiştir;

1) Çokça soru sormaları

2) Peygamberlerine muhalefet etmeleri

Peygamberlere muhalefet etmenin helak sebebi oluşu açıklamaya gerek olmayan bir durumdur fakat soru sorma meselesine biraz detaylı bakmamız gerekir.

Helaka sebep olan soru çeşitleri şunlardır;

1) Şeriatın detaylı açıklamadığı hususlarda detaylara yoğunlaşarak sorumlulukları arttıtan sorulardır. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Müslümanlara haram kılınmayan bir hususta soru sorarak o işin haram olmasına vesile olan kişi en büyük cürmü -günahı- işlemiş olan kişidir” buyurmuştur.[18]

2) Faydasız ve ihtiyaç olmayan meseleler hakkında sorulan sorulardır. Ebu Musa el Eş’ari radıyallahu anh şöyle dedi: “Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme hoşlanmadığı bir takım şeyler soruldu. Sualler çoğalınca kızdı. Sonra halka:

– Bana dilediğiniz şeyi sorun! buyurdu. Derken bir adam:

– Benim babam kimdir? diye sordu.

Senin baban Huzafe’dir, buyurdu. Bir başkası kalkarak;

– Benim babam kimdir, ya Rasûlallah? diye sordu.

Senin baban Şeybe’nin azatlısı Salim’dir, buyurdular. Ömer Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yüzündeki öfkeyi görünce:

– Ya Rasûlallah! Biz Allah’a tevbe ediyoruz, dedi.”[19]

3) Alay edip gülüp eğlenmek maksadıyla sorulan sorulardır. İbni Abbas radıyallahu anhuma dedi ki: “Bir takım kişiler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘e sadece alay etmek, gülüp eğlenmek için soru sorarlardı. Kimi “Babam kimdir?” diye sorar kimi de kaybettiği devesinin nerede olduğunu sorardı ardından şu ayet-i kerîme indi: “Ey iman edenler, açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız.” (Maide, 101)

4) Henüz gerçekleşmemiş durumlar hakkında soru sormaktır. Ömer radıyallahu anh “Olmadık şeyleri sormamanızı istiyorum zaten olanlar bizi yeteri kadar uğraştırıyor” demiştir. Bir Müslümanın henüz olmamış bir şey hakkında “şöyle olsa nasıl olur ya da böyle olsa” gibi uzatmaması en güzel olandır.

5) Allahu Teâlâ’nın ilmini kendisine sakladığı hususlar hakkında sorular sormaktır. Kaderin detayları, kıyametin saati, ruhun mahiyeti v.b. hususlarda sorular sormak gibi. Kişinin saydığımız bu durumların dışında öğrenip faydalı ilmini arttırmak ve öğrendiğiyle amel etmek gayesiyle sorular sorması övülen ve faydalı bir iştir nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem“Bilmiyorlarsa sorsalar ya, muhakkaki hastalığın şifası soru sormaktır” buyurmuştur.[20]

HADİSTEN ÇIKARILACAK DERSLER

1) Hafız İbni Hacer der ki “Bu hadisi şerifte, kişinin kendisine ihtiyaç duyulmayan şeylerden önce hayatta kendisine gerek duyulan daha önemli şeylerle uğraşmasının daha önemli olduğu vurgulanmaktadır.”

2) Dinin kesin olarak yasakladığı şeyleri terk etmek her müslümana farzdır.

3) Dini yasaklarda gevşeklik göstermek asla caiz değildir.

4) Dinin emirleri kişinin gücü nisbetince yerine getirilmesi gereken görevlerdir.

5) Ortaya problemler çıkaracak, şüphelerin doğmasına, ihtilafların artmasına sebep olacak soruları sormak caiz olmaz.

6) Ciddi boyutlara ulaşan münakaşa ve ihtilaflar, fertlerin ve toplumların yıkılışına sebep olur.

7) Her Müslüman üzerine düşen görevi yapsa, bildiği haramlardan var gücüyle uzaklaşsa, emirleri, farzları gücü nisbetinde yapmaya çalışsa ümmet olarak içerisinde bulunduğumuz bu üzücü durumdan çıkacağımız aşikârdır, Allahu Teâlâ dine olan gayretimizi arttırsın haramlardan kaçınabilmeyi nasip eylesin, âmin. 


[1]. Tirmizî, “Menâkıb”, 46; Hâkim, III, 506

[2]İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 436-437

[3]. Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 112

[4]. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 30

[5]. Nesâî, “Cihâd”, 41

[6]İbn Hacer, el-İsâbe, V, 425

[7]. İbn Kesîr, VIII, 113

[8]. İbn Sa‘d, III, 70

[9]Hâkim, IV, 472

[10]Dârimî, “Mukaddime”, 27

[11]. Müsned, II, 323

[12]Tirmizî, “Zühd”, 48

[13]. Buhârî, “el-Hars ve’l-müzâra’a”, 21; Müslim, “Feżâ’ilü’s-sahâbe”, 159, 160

[14]. TDİ Ansiklopedisi, Mad. Ebu Hureyre

[15]. Müslim, Hac 412

[16]. İbni Mace

[17]. Bakara, 286

[18]. Müslim, fedail 133

[19]. Müslim, fedail 138

[20]. Ebu Davud