Nebevi Tedrisatın Fedakâr Talipleri; Ashab-I Suffa

Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2016 Nisan / 41. Sayı

Tarihi dönem içerisinde dünyada ün yapmış, ilmin merkezi haline gelmiş ve büyük liderler yetiştirmiş eğitim merkezlerinin ekseriyeti İslam diyarlarından neşet etmiştir. Günümüzde ilim ve bilimin zirvesi olarak lanse edilen sözde medeni Avrupa daha ilimle tanışmamışken, İslam beldelerinde Endülüs, Bağdat gibi nice ilim merkezleri kurulmuş, bu medreseler nice önemli şahsiyetlerin yetişmesine ön ayak olmuştur. Bu ilmi gelişme şüphesiz, İslam’ın ilme ve âlime verdiği değerden ileri gelmektedir.

Allahcelle celâluhu, putperest Mekke toplumuna ilk vahiy olan “ Yaratan rabbinin adıyla oku” emriyle hitap etmişti. Her türlü pisliği içinde barındıran bir topluma, neden ahlaki değerlerle yahut akidevi meselelerle değil de “oku” emriyle hitap edildiği üzerinde durup düşünmemiz gerekir. İnsan, saplandığı bataklıktan çıkmak için önce okumalı; ancak kafasına göre değil rabbinin isteği doğrultusunda okumalı ve bunun neticesinde hakkı batılı ayırt edebilmeliydi. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de bu toplumu dönüştürürken Allah’ıncelle celâluhu bu emri doğrultusunda hareket etmişti. Ashabının, nazil olan ayetleri okuyup öğrenebilmesi ve İslam ahlakıyla ahlaklanabilmesi için “Darul Erkam” olarak bildiğimiz medreseyi faaliyete geçirmişti. Böylece, dünyanın seyrini değiştirecek olan bu güzide insanların eğitimi, İslami davetin daha ilk günlerinde başlamış oldu.

Medine dönemine gelindiğinde ise Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Müslümanların eğitimi için “Suffe” denilen mekânı seçmişti. Mescid-i Nebevi’nin giriş kısmında bulunan “Suffe”, ilk dönemlerde kimsesiz ve fakir sahâbîlerin barınması için kullanılan bir gölgelik durumundaydı. Gerek Mekke muhacirlerinden gerekse daha sonra İslâm’ı kabul edip Medine’ye hicret edenlerden yoksul, bekâr ve yakını bulunmayan sahâbîler burada ikamet ederlerdi. Ayrıca, Medine’ye gelip orada bir tanıdığı bulunmayanlar ve Medine’ye gelen heyetler de genellikle Suffe’de ağırlanırdı. Burada kalan ve çoğunluğu muhacirlerden oluşan bu topluluğa “ashâbü’s-Suffe denilirdi. Suffe, ashâb-ı Suffe’nin vakitlerini Resûlullah’ı dinleyip ondan İslâm’ın esaslarını öğrenerek geçirmeleri dolayısıyla kısa zamanda bir eğitim kurumu haline geldi. Zaman zaman Kur’an’ın nüzûlüne şahit olan Suffe ehli, Hz. Peygamber’e sorular sorarak birçok meselenin aydınlanmasına vesile olurdu. Ashâb-ı Suffe’nin eğitim ve öğretim işleriyle bizzat ilgilenen Resûl-i Ekrem de Suffe’de dersler veriyordu. Ayrıca onlara yazı yazmayı ve Kur’an okumayı öğretmek üzere bazı hocalar tahsis etmişti.

Ehl-i Suffe, nâzil olan ayetleri ve Peygamberimiz’in hadislerini ezberleme hususunda ön sıralarda yer alıyordu. Muhacirler çarşı-pazarda ticaretle, Ensar ise bahçelerinde ziraatle uğraşırken Suffeliler olabildiğince Hz. Peygamber’in yanından ayrılmıyorlar, başkalarının duymadıklarını duyuyorlar, görmediklerini görüyorlardı. Hz. Peygambersallallahu aleyhi ve sellem onların geçimleriyle bizzat ilgileniyor, Beytü’l Mal’e ve kendisine gelen malların büyük bir kısmını onlara ayırıyordu. Sahabeler de Hz. Peygamber’in teşvikiyle bu ilim ve irfan yuvasını destekliyor; bazen onlardan birkaçını evlerinde misafir ediyor bazen de üzeri hurma dolu dalları getirip burada yüksekçe bir yere asmak suretiyle onların geçimlerine yardımda bulunuyorlardı. Ashâb-ı Suffe’den güç sahibi olanlar, gündüzleri mescide su taşıyarak ve dağdan getirdikleri odunları satarak ihtiyaçlarını temin etmeye çalışıyor, geceleri de Kur’an tilâveti ve ilimle meşgul oluyordu. Bununla birlikte ashâb-ı Suffe geçim darlığı içinde zâhidane bir hayat yaşıyordu. Hatta pek çoğunun, üzerine giyebileceği uygun bir elbisesi dahi yoktu. Birçok zaman ise yiyecek bulamıyorlar ve bazıları açlıktan dolayı namazda ayakta durmakta zorlanıyordu. Ancak tüm bu imkânsızlıklara rağmen insanlardan bir şey istemiyorlardı. Allahcelle celâluhu onların bu durumuna Kur’an’da şöyle işarette bulunmuştur: (Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu bilir.(Bakara Suresi, 273)

Başlangıçta fakir Müslümanların barınağı olan “Suffe”, kısa bir dönem içinde Medineli Müslümanların da katılmasıyla tam bir ilim merkez haline gelmiş ve meyvelerini vermeye başlamıştı. Rasulullah-sallallahu aleyhi ve sellem- bu mektepte yetişen ashabını İslami tebliği gerçekleştirmeleri için çeşitli bölgelere gönderiyordu. İslam tarihinde acı bir iz bırakan Bi’ri Maune ve Reci vakıalarında şehit edilen sahabiler bu medresenin öğrencileriydi. Hicretin 4. (625) yılında Medine’ye gelen Benî Âmir b. Sa‘saa’nın reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik, Resûl-i Ekrem’in İslâm’a davetini kabul etmemekle birlikte ondan kabilesine İslâmiyet’i anlatacak bazı kimselerin gönderilmesini istemiş ve onları himayesine alacağını söylemişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Suffe’de yetişmiş, Kur’an’ı iyi bilen ve kendilerine “kurrâ” denilen yetmiş kadar sahâbîyi onun yurduna gönderdi. Ancak bu sahâbîler Bi’ri maûne mevkiinde Ebû Berâ’nın yeğeni Âmir b. Tufeyl ve adamları tarafından şehid edildi.

Suffe, şüphesiz bu ümmetin öncülerinin Nebevi tedrisattan geçtiği yerdir. Suffe, sadece o dönemdeki ashabı sıcaktan koruyan basit bir gölgelik mekanı değil, kendilerinden sonraki nesiller için öncüler yetiştiren büyük bir mekteptir. Bizler hala bu mektebin öğrencilerinin düsturlarıyla serinlemekteyiz. Abdullah b. Mesud, Selmân-ı Farisî, Ammar b. Yasir, Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre, Bilâl-i Habeşî ve Abdullah İbn Ümmi Mektûm gibi önemli isimler bu kıymetli medresenin eşsiz örneklerinden sadece birkaçıdır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bizzat kendisinin takibini yürüttüğü bu medresenin önemi daha sonraki yıllarda biraz daha net anlaşılmıştır. Hadislerdeki birçok sened silsilesinin birinci halkasını ehl-i Suffe’ye mensup isimlerin teşkil etmesi bunun bir delilidir. En çok hadis rivayet eden yedi sahabeden üçünün; Ebû Hureyre radıyallahu anh, Abdullah b. Ömer radıyallahu anh ve Ebû Said el-Hudrî’nin radıyallahu anh de Suffe Ashabı’ndan çıkmış olması elbette Hz. Peygamber’le bu nevi birlikteliğin ve ilme bu denli düşkünlüğün bir neticesi olmalıdır. Daha sonraları ortaya çıkan ehl-i hadîs ve ehl-i re’y ekollerinin ilk temsilcileri olarak kabul edilen Abdullah b. Ömer ile Abdullah b. Mes‘ûd gibi birçok sahâbî de Suffe’den yetişmiştir.

Düzenli bir eğitim sistemi olmayan günümüz Müslümanları olarak Ashabı Suffa ve onların eğitim metotlarından çıkarmamız gereken birçok ders vardır. Ashabı suffa, her şeyden önce bir fedakârlar ordusudur. Bu eşsiz insanlar, mal ve makam derdini bırakarak kendilerini tamamen Allah’ın rızasını kazanmak için ilme adamışlar, Allah dacelle celâluhu onların bu samimiyetlerinin karşılığını, isimlerinin asırlar sonrasında bile hayırla yad edilmesini sağlayarak en güzel şekilde vermiştir. Onlar ilmi, dünyalık bir meta yahut bir kültür olsun diye öğrenmemişler, Allah da onların elleriyle birçok insanı hidayetle şereflendirmiştir.

Zeki çocuklarımızın İslami ilimler dışındaki mecralara yönlendirildiği, İslami ilimlerin bir kültür olarak öğrenildiği, ilmin toplum içinde bir değer kazanma payesine dönüştürüldüğü, ilim-amel-davet halkalarının birbirinden koparıldığı ve İslam ümmetinin evlatlarının gayri İslami eğitim sistemlerinde öğütüldüğü böylesi bir dönemde Ashab-ı suffa’nın daha başka bir gözle okunması gerektiği tartışma götürmez bir gerçektir.