Kral Ve Çocuk Hadisi Üzerine Dersler

Serbest Köşe – Abdurrahman Çavuş / 2021 Aralık / 109. Sayı

Şuheyb radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Sizden öncekiler arasında bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca krala: “Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder ve sihir yapmayı öğreteyim!” dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi.

Oğlanın geçtiği yolda bir rahip yaşıyordu. (Bir gün giderken) rahibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti. Artık sihirbaza gittikçe, rahibe uğruyor, yanında (bir müddet) oturup onu dinliyordu. (Bir gün) delikanlıyı sihirbaz, yanına gelince dövdü. Oğlan da durumu rahibe şikâyet etti. Rahip ona: “Eğer sihirbazdan (dövecek diye) korkarsan ‘Ailem beni oyaladı!’  de, ailenden korkacak olursan ‘Beni sihirbaz oyaladı’ de” diye tembihte bulundu. O bu halde (devam eder) iken, insanların önünü kesen büyük bir hayvana rastladı. (Kendi kendine): “Bugün bileceğim; sihirbaz mı efdal, rahip mi efdal!” diye mırıldandı. Bir taş aldı ve: “Allah’ım! Eğer rahibin işi, sana sihirbazın işinden daha sevimli ise şu hayvanı öldür ve insanlar geçsinler!” deyip taşı fırlattı, hayvanı öldürdü ve insanlar yollarına devam ettiler.

Delikanlı rahibe gelip durumu anlattı. Rahip ona: “Evet! Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)! Görüyorum ki yüce bir mertebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana maruz kalınca sakın benden haber verme!” dedi. Oğlan anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tedavi eder, insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı. Onu, kralın gözleri kör olan arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: “Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir” dedi. O da: “Ben kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah’tır. Eğer Allah’a iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!” dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.

Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral: “Gözünü sana kim iade etti?” diye sordu. “Rabbim!” dedi. Kral: “Senin benden başka bir rabbin mi var?” dedi. Adam: “Benim de Rabbim senin de Rabbin Allah’tır!” cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki (gözünü tedavi eden ve Allah’a iman etmesini sağlayan) oğlanın yerini de gösterdi. Oğlan da oraya getirildi.

Kral ona: “Ey oğul! Senin sihrin körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!” dedi. Oğlan: “Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı veren Allah’tır!” dedi. Kral onu da tevkif ettirip işkence etmeye başladı. O kadar ki o da rahibin yerini haber verdi. Bunun üzerine rahip getirildi. Ona: “Dininden dön!” denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra oğlan getirildi. Ona da: “Dininden dön!” denildi. O da imtina etti.

Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti. “Onu falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse ne âla, aksi takdirde dağdan aşağı atın!” dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan: “Allah’ım! Bunlara karşı, dilediğin şekilde bana kifayet et!” dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de düştüler.

Oğlan yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: “Arkadaşlarıma ne oldu?” dedi. “Allah, onlara karşı bana kifayet etti” cevabını verdi. Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti ve: “Bunu bir gemiye götürün. Denizin ortasına kadar gidin. Dininden dönerse ne âla, değilse onu denize atın!” dedi. Söylendiği şekilde adamları onu götürdü. Oğlan orada: “Allah’ım! Dilediğin şekilde bunlara karşı bana kifayet et!” diye dua etti. Derhal gemileri alabora olarak boğuldular.

Çocuk yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral: “Arkadaşlarıma ne oldu?” diye sordu. Oğlan: “Allah onlara karşı bana kifayet etti” dedi. Sonra krala: “Benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!” dedi. Kral: “O nedir?” diye sordu. Oğlan: “İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştirir ve: “Oğlanın Rabbinin adıyla” dersin. Sonra oku bana atarsın. İşte eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!” dedi. Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Oğlanı bir kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına yerleştirdi. Sonra: “Oğlanın Rabbinin adıyla!” dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına okun isabet ettiği yere koydu ve Allah’ın rahmetine kavuşup öldü.

Halk: “Oğlanın Rabbine iman ettik!” dediler. Halk bu sözü üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve: “Ne emredersiniz? Vallahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk oğlanın Rabbine iman etti!” denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral: “Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!” diye emir verdi. Yahut hükümdara “Sen at!” diye emir verildi. İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti, çocuğu: “Anneciğim sabret. Zira sen hak üzeresin!” dedi.”[1]

Hadisten Çıkarılan Dersler

A. Öğretim Metodu Olarak Kıssalar ve Önceki Ümmetlerin Örnekliği

Kıssa ve menkıbe edebiyatı, ilmî kültür için vazgeçilmez bir araç olarak kullanılmıştır. Verilmek istenen mesajı kolay bir formda muhatabın zihnine yakınlaştırmak için kullanılan kıssa ve menkıbeler, Kur’an ve sünnetin eğitim metodu olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bunun için selef âlimleri “Hikâyeler Allah’ın ordularıdır”[2] şeklinde bir vecizeyi ifade etmişlerdir. Menkıbeler, kendisiyle kıymetli mesajların iletildiği, yol ve yöntem gösterildiği, örneklendirme suretiyle modeller çizildiği önemli bir eğitim aracıdır. Geçmiş kavimlerin, Peygamberlerin ve salih kulların hikâye ediliş sebebi; müminlerin kalplerini canlandırmak, olumsuzlukların doğurduğu hüzün ve kederi dağıtıp daha sağlam bir azimle yola tekrar sarılmaktır: “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” (Hud, 120)

Kafir, mücrim ve zalimlerin kıssaları da ibret, öğüt, ikaz ve müminler için müjde taşımaktadır. Ta ki mücrimler için, geçmişte benzeri tavırları takınan kimselerin akıbetleri ortaya çıksın ve müminlerin zorlu süreçleri geçirirken -aydınlığında ferahlayacakları- bir ışık olsun.

Bu hikâyeler gayretleri yüksek tutan, azmi artıran, gayeyi yücelten, kalpleri aydınlatan, niyetlere samimiyet katan, zorluk ve engellere karşı sabır kazandıran, güzel hatıraları canlandıran ve bunlardan faydalanmamızı sağlayan en hayırlı teşvik unsurlarıdır.[3]

Peygamber aleyhisselam çoğu kez geçmiş ümmetlerin kıssalarını ve olaylarını anlatmak suretiyle ashabını eğitip öğretirdi. Bunlar, dinleyenlerin gönlünde son derece müspet tesir bırakır, onları yönlendirmede son derece etkili olur, gönüller bunları dinlemekle muazzam gayret ve iştiyaka gelir, kalp ve kulak bunları dinlemekten son derece hoşnut olur(du).[4]

İman eden ümmetlerin bu tür kıssaları, sonraki nesiller için aydınlatıcı bir kandil görevi taşımaktadır.  Bunların anlatılması, anlatılan kıssaların çeşitli sebeplerle başka yerlerde tekrar edilmesi önceki din sahiplerinin tecrübelerinden istifade etmeyi amaçlamaktadır. Karşılaştığınız bu süreçler; şunu unutmayın ki sizin yüzleştiğiniz baskı, işkence, hapis ve öldürülme gibi sabır günleri; hem de devlet, izzet ve davet günleri yalnızca size has olan bir imtihan süreci değildir. Sizden öncekilerde tıpkı sizin gibi sürülmüş, işkenceye tâbi tutulup öldürülmüş ya da cihad ve seferberlikle devlet, izzet ve nimet günlerine kavuşmuşlardır. Bunun için Müslümanın “sabır ya da şükür günlerinde ne yaptığım takdirde sırat-ı mustakîm üzerinde bulunurum” sorusu, kendisi için açıklığa kavuşturulmuştur. Yukarıda naklettiğimiz bu hâdise de sabır günlerinde fedakâr Müslümanların neler yapması gerektiğini anlatan kıssalardan sadece biridir.

Farklı bir açıdan ise bu kıssalar Müslümanlara tarih bilincini, davetlerinin dayandığı geriya dönük yılları ve yeryüzünde kendilerinden önce de bu dini omuzlayan kimselerin olduğunu göstermektedir. Kişi, öncesi olmayan yeni türemiş bir topluluk olmadığını, esasen yüzyıllardır kendileri gibi müminlerin çeşitli coğrafyalarda bu daveti olağanca güçleri ile dile getirdiklerini anlayarak imanını yakîne taşır. Azimeti kuşanan Müslümanlar için bu kıssalar emsalsiz bir güç, ileriye doğru itekleyen inanılmaz bir kuvvettir. Böylece ortaya konan bu kuvvet ile küfür safları dağılmış, iktidarlar bu cesaret karşısında şaşkınlığa uğramıştır.

Ayrıca bu kıssalar İslâmî davet menhecini ve fıkhî özellikleri de kendi bünyesinde taşımaktadır.  Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır; “İşte o Peygamberler Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!” (En’am, 90) Onların tecrübelerine, tutunmuş oldukları siyasete, gösterdikleri cesarete, davetlerini topladıkları temel mesajlara, iman edenlerle yaptıkları faaliyetlere uymamız bu ayetin içeresinde bulunduğu gibi; onların şeriatında var olan birtakım hükümlere de -nesh edilmediği müddetçe- uymamız emredilmiştir. “Şer’u men kablena” yani bizden önceki kavimlerin şeriatları, bizim şeriatımızda da geçerlidir. Ancak nesh olduğu, yani hükmü kaldırıldığı sabit olan hükümlerse bunun dışındadır.[5] Kıssa kelimesi “izinden gitmek, izini takip etmek”[6] anlamında olduğu için de bu anlama matuf bir özelliğe sahiptir. Kurtubî şöyle der; “Bu kıssalar ve bu gibi olaylar kıyamet gününe kadar insanlar bunlara uysunlar diye sunulmuşlardır.”[7] Böylece bu kıssaların birer masal, hikâye ve mitoloji olmadığını, aksine uyulması ve takip edilmesi gereken önemli ilkeler ve teklifler olduğunu vurgulamalı ve bunun şuurunda olarak kıssaların içinden bize yol gösteren önemli mesajları tespit ederek hayata taşımalıyız.

İslâmî öğretim metodu olan kıssa ile tarihte istismar misyonunu oluşturan “kussas” sınıfını karıştırmamak gerekir. Zira insanları aptallaştıran, şeref ve akıllarını itham eden, şahsiyetlerini değersizleştiren hikâyeler, şahsiyet ve kimlik kazandırmaktan ziyade pasif ve edilgen kişiler yetiştirmeye sebep olmaktadır. Muhtelif yerlerde ortaya konan ve zaman zaman bizim de şahit olduğumuz sohbetlerin geniş ve temel bir yerini alan menkıbelerin çoğu, evliyaların üstün kişilikleri ve kerametlerine yönelik dinin ve aklın kabul edemeyeceği içeriklerle doludur. Özellikle çarpık din anlayışlarının doğumuna sebep olan birçok hikâye ve kıssalar bu gibi muhtelif yerlerde anlatılmakta ve mükellefin zihin dünyasını şekillendirmektedir. Ancak ne Kur’an kıssaları ne Hadislerde yerini alan menkıbeler nedense bu gibi yerlerde anlatılmamaktadır. Şahsiyet ve kimlik kazanmak yerine kendini daha zavallı, aciz, zayıf hisseden kimseler türeyip çoğalmakta; üretken ve etken Müslüman kimliği yerine anlatılan bu tip hikayelerle pasif ve edilgen karakterler ortaya çıkmaktadır. Bu çarpık hikayeler yerine Kur’an ve Hadislerde yer alan ibret dolu yaşanmış gerçek iman mücadelelerine değinmeli ve bunun dışında kalanlardan Müslüman eğitimciler olabildiğince uzak durmalıdır.

B. Değişmeyen Yöntem “Sihirbazların Yönetimi”

Nebi aleyhisselam geçmişte yaşayan bir Kralın durumundan bahsederken onun bir sihirbazının olduğunu belirtmiştir. Zira Krallıklar genelde toplumlara biri güç diğeri de psikolojik baskı uygulamak suretiyle ayakta kalma siyaseti yürütürler. Halk kitlelerinin gözünü boyayacak birtakım kanalları organize etmek ve yine onların gidişata karşı olumlu düşüncelere sahip olabilmesi için birtakım siyasi kararlar almaları esasen kurmuş oldukları sistemin yaşaması için atılan adımlar arasında yer alır. Geçmiş toplumların içinde de bu misyonu sihirbazlar üstlenmişlerdir. Böylece zamanın gücü neyi gerektiriyorsa onları beslemek, yaşatmak ve canlı tutmak tuğyan etmiş Krallıklar için önemli bir hamledir.

Günümüzde de iktidarlar geçmişte ki sihirbazlık misyonunu sanatçılar, medya, bir takım uyutucu projeler ve süslü kanunlar ile sürdürmektedirler. Bunların hepsi halk kitlelerinin uyutulması, dikkatlerini başka yerlere toplaması ve gerçeklikten uzaklaşmaları için atılan adımlardır. Bunun sağladığı ortamda iktidarların geride yürüttükleri işler gözlerden kaçmakta ve halkın gönlüne düşürülebilecek olası sorgulamalardan uzak tutulmaktadır. Bunun için her geçen yılın ardından geriden yetişen başka bir sihirbaz göreve getirilmekte, yeni kanallar kurulmakta, peşi sıra tükenmeyen diziler çekilmekte, her yeni yılda daha önce görülmeyen yüzler topluma tanıtılmaktadır. Böylece halk birini bitirdiğinde diğerine, yani önceki uykusundan daha derin başka bir uykuya doğru sürüklenmektedir. Gerçek gündemin ötesinde suni gündemler kurulmakta, yürütülen hukuksuzluklar örtülmekte; bunların yerine vatandaşlara sürekli duygusal istikbalden dem vurulmaktadır.

Kıyamet günü yöneten ve yönetilenlerin kendi aralarında yaptıkları tartışmalardan haber veren ayetlerden birinde toplumlar kendi yöneticilerini “algı manipülasyonu” ile suçlayacaklardır. Rabbimiz azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “(Toplumlar, idarecilerine) Siz bize sağdan yaklaşırdınız (sûreti haktan görünürdünüz de meğer öyle değilmişsiniz), derler.”[8] Allah azze ve celle tâğutî sistemlerin bu ve buna benzer yöntemlerle halklarını aptallaştırdıklarını haber vererek şöyle buyurmuştur; “(Firavun) Kavmini aptallaştırdı, onlarda ona itaat ettiler.”[9] Yalan, demagoji, hile ve kavram yozlaşması sihrin mecazi anlamda varlığını sürdürdüğüne işaret etmektedir. Böylesi toplumlar bu tip siyasetler karşısında söylenene hemen inanan, tahkikten uzak, şahsi çıkarları peşinde koşuşturan kimseler haline gelirler. 
Müslümanların bu tip durumlarda daha dikkatli davranmaları, böylesi toplumlarda yaşamak durumunda kaldıklarında daha farkında olan bir hayat sürdürmeleri gerekir. Bu tip hâdiselerin sonunu getirmek adına çeşitli faaliyetler başlatmaları, hakkı insanlara duyurup insanları uyandırmaları ve bunun içinde gerekli fedakarlıklardan asla kaçınmamaları gerekir. Onların bu mücadeleleri Allah yolunda yürütülen büyük bir cihattır. Baskı, sindirme ve engellemeye maruz kalsalar bile gerekli olan bütün meşru yöntemlerle hidayet çağrılarına devam etmeleri gerekir. Ta ki uyuyan kimseler uyansın da yaşayanlar bir delil üzerine yaşayıp ölenler de bir delil üzerine ölmüş olsun. 

C. Çocukların Eğitimdeki Yeri ve Küfür Eğitimi 

Sihirbaz, kendisinin ardından bu işi üstlenebilecek birini talep ettiği esnada Krala şöyle demiştir; “Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder ve sihir yapmayı öğreteyim!” Bu ifade çocukların eğitim hususunda başat rol oynadığını ve kalıcı eğitimin ancak erken yaşlarda verilen eğitim olduğunu göstermektedir. Zihinlerin temiz, öğrenime açık ve bilginin kalıcılığı da küçük yaşta var olan özelliklerdendir. İnsan büyüdükçe sağlının gerilemesi, hareket gücünün azalması gibi zihnî bazı problemlerde yaşamaya başlar. Özellikle ileri yaşlarda hafıza zayıflığı, unutkanlık ve bunama gibi hastalıklar ortaya çıkar. Eğitim için en ideal yaşlar çocukluk-gençlik çağlarıdır. Genç kimseler genelde yaşlılardan daha hızlı öğrenir ve ezberlerler. Çünkü gençlerin aklı boş, rahat ve meşgul olmasını gerektirecek sorumlulukları yoktur. Yine gençlerin öğrendikleri bilgiler hafızalarında yer eder. Nitekim bunun hakkında şöyle demişlerdir: “Küçüklükte yapılan öğrenim, tıpkı taşa yazılan yazı gibidir.” Bunların yanında genç, ömrünün ilk yaşlarında ilim öğrenmeye başlarsa ilim onun için bir karakter ve âdet haline dönüşür. Böylece ilim, onunla yetişip onunla yaşlandığı bir mizaç olur.[10] Bunun bilincinde olan Tâğutî rejimlerde kendi ideolojilerini gelecek kuşaklarda yaşatabilme adına eğitimi zorunlu hale getirmişlerdir. Küfrün her çeşidini temiz dimağlara akıtan bu gibi kurumlara çocuklarını göndermek zorunda kalan Müslümanlar, çocuklarını kirli eğitim ve bilgilerden olağanca ve bütün güçleri ile korumaları gerekir.

Çocuğun temiz ve İslâmî bir eğitim almasına ehemmiyet vermek oldukça önemli bir husustur. Nitekim Allah azze ve celle Lokman aleyhisselam’a hikmeti verdiğinden bahsettikten hemen sonra onun çocuğu ile arasındaki eğitimine temas etmiştir. Bu ayetlerde yer alan ifadeler bir bakıma Müslümanların çocuklarını eğitirken izlemeleri gereken müfredatı da içermektedir. Lokman aleyhisselam çocuğuna verdiği eğitimde “tevhid, ahiret, murakebe, salih amel, hakka davet, sabır ve ahlak” temaları üzerinde durmuştur.[11] Çocukların İslâmî eğitimi sağlam zemine oturtulduğu takdirde tâğutların üzerlerinde kurdukları bilgi baskısı, zihinsel asimile büyük oranda kırılacaktır. Zira hadiste sihirbazın kendisini dövdüğünden yakınan çocuk, rahibin ona öğrettiği vahiy bilgisiyle donandığı için bu durumu dile getirmiştir. Şayet çocuk rahibin öğrettiği bilgileri benimsememiş ve onları içselleştirmemiş olsaydı sihirbazın ona olan baskısı sebebiyle rahibi terk edebilirdi. Bu noktada Müslüman ebeveynin çocuklarının eğitimine önem vermesi, çocuklarını “ateşten korumaları”[12] anlamına gelmektedir. 

Eğitimci kimseler vahiyden kaynaklı ve vahiyle uyumlu bir müfredata sahip olmadıkları takdirde “ateş davetçileri / küfür öğretmeni” olarak isimlendirilirler. Evlilik sınırlarını çizen ayette Allah azze ve celle müşrik erkek ya da müşrik bir kadının nikah altına alınmasındansa mümin bir cariye veya mümin bir köle ile evlenilmesinin daha hayırlı olduğunu belirtmiştir. Bunun sebebini onların aile içindeki sahip olduğu eğitim ve terbiye misyonuna bağlayarak “Onlar ateşe davet ederler.”[13] buyurmuştur. İmam Kurtubî bunların terbiye ve eğitim görevlerine dikkat çekerek nesilleri bozabileceklerine temas etmiştir.[14] Vahyin dışında beşerî ideolojilere uygun olarak tasarlanmış müfredatlardan, küfrî eğitimlerden çocuklarının zihinlerini korumak ve vahyin esas alındığı eğitim sürecini başlatmak her Müslüman anne ve baba üzerine farzdır. Elbette burada kastedilen pozitif ilimlerin öğretilmesinin yasaklanması gibi bir durum söz konusu değildir. Çeşitli beşerî tecrübelerin sonucunda oluşturulmuş teknik bilgiler de dünyanın imarı hususunda Müslümanlara işaret edilmiş şeylerdendir. Ancak bunun da çerçevesi, sunumu ve amacı sahip olduğumuz akide ve inzal edilen vahiyle uyumlu halde olmalıdır. Bu bakımdan eğitimcilerin bu hususlarda vahyin ekseninde uygun bir şekilde pozitif ilimlerin talimi hususunda sakınması yanlış bir tutum, istenilmeyen bir tavır olacaktır. Dünyanın imarı noktasında ortaya konan bu bilgileri işlemekte bizim görevlerimiz arasında yer almaktadır. Ancak temel öğreti, ilk öğrenim ve öncelikli bilgi vahyin ortaya koymuş olduğu bilgidir. Bundan sonra faydalı olan her bilgi talep edilmesi meşru olan bilgilerdendir.

D. Cahiliyye Döneminde Garip Kalmış Müslüman “Rahip” 

Çocuk, sihirbazın derslerine gidip geldiği yolun üzerinde bir Rahibe rastlamış ve onun sözleri hoşuna gidince bundan sonra ona uğramaya ve yanında kalıp ondan din hakkında bazı şeyler dinlemeye başlamıştır. Burada dikkat çeken husus rahibin yalnızlığı ve yol kenarı denebilecek yerde ikamete mecbur kalmış olmasıdır. Cahiliyyenin dirildiği topraklarda nübüvvet mirasına olduğu gibi sahip çıkan Müslümanlarda rahibin garip ve yalnız kaldığı gibi garip ve yalnız kalırlar.

Nebî aleyhisselam İslam’ın garip başladığını ve yine garipliğe avdet edeceğini bildirmiştir.[15] Onları tebşir ettiği bir esnada gariplerin kimler olduğu sorulunca: Heysemî’nin rivayetinde “İnsanlar [inanç ve ahlak olarak] bozulduğunda iyi olanlardır.”[16]; İbn Mace’nin rivayetinde “Kabilelerinden [dışlanarak] uzak düşmüş [yurtlarından sürülüp hicrete zorlanmış] olanlardır”[17]; İmam Ahmed’in rivayetinde “Onlar [bozulan nesiller arasında kalan] salih insanlardır. İnsanların içinde [hayır ve iman bakımından] azınlıktırlar. Kendilerine karşı gelenler [yani onların davetlerini inkâr edenler, icabet edip kulak vererek], itaat edenlerden daha çoktur”[18]; Beyhakî’nin rivayetinde “Sünnetimi yaşatanlar, [başkalarının görüşlerini değil] onu [yani sünneti] insanlara öğretenlerdir”; Yine İmam Ahmed’in rivayetinde “Dinleri uğruna kaçanlar [kaçmak zorunda] kalanlardır. Onlar kıyamet günü Meryem oğlu İsa ile bir arada olacaklardır”[19] şeklinde tarif etmiştir. İsa aleyhisselam’ın sahih dinini takip eden kıssadaki Rahip de yaşadığı coğrafya da bu sahnelerle karşılaşmıştır.

Peygamberlerin ardından yaşayan havarileri, takipçileri ve davetinin destekçileri de cahiliyyenin dirildiği günlerde tıpkı kıssadaki Rahip gibi garip ve yalnız kalmıştır. Bunların sebebi yukarıdaki hadislerde belirtildiği gibi bazen salih bir yaşantı arzusuyla toplumun eğlence, yaşam biçimi ve standartlarından uzaklaşması; bazen insanları küfür ve şirkten sakındırarak Rasullerin dinine davet etmesi; bazen de sünnetleri yüceltmek için Müslümanlar arasında ortaya atılmış mesnetsiz görüşleri ve bidatleri eleştirmesi sebebiyledir. Müslüman kimse, kafirlerin; Mümin kimse, Müslümanların; ilim ehli, müminlerin yanında gariptir. Sünnet bilgisini heva ve bidatlerden ayıran Ehl-i sünnette gariptir. Bunlar arasından en fazla garip kalan kimselerse açıktan açığa yalnızca sünnete davet eden ve muhalif olanların eziyetlerine sabredenlerdir.[20]

Akideleri hususunda Müslümanların cahiliyye dönemlerinde yalnızlaşacağı hatta neredeyse yaşam alanlarından bile çekileceği bazı durumlar olacaktır. Bu bazen akidesini açıkladığında kötü işkencelere maruz kalmasından bazen de fitnelerden sakınmak maksadıyla uzlete çekilmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim bazı durumlar sebebiyle tarihte ve içinde yaşadığımız bu asırda da akidesini açığa vurmaktan çekinen pek çok Müslüman olmuştur. Bu hususta zarar görmesi söz konusu olduğunda şeriat kendisi için ruhsat tanımıştır. İbn Teymiyye şöyle der; “Çünkü zayıf durumdaki bir mümin öyle yerlerde imanını gizleyebilir. Firavun ailesindeki müminin imanını gizlediği ya da müminlerin birçoğunun dar-ı harbte iken imanlarını açığa vurmadıkları gibi, o da aynısını yapabilir.”[21] Nebî aleyhisselam da bu gibi çağlara ulaşan kimselerin dağ başlarında koyunlarının peşinde dolaşmasını onlar için daha selametli olduğunu belirtmiş ve şöyle buyurmuştur; “Pek yakında Müslümanın en hayırlı malı, dinini fitnelerden korumak için yanına alıp dağ başlarına ve otlak yerlere gideceği koyun olacaktır.”[22]Bedreddin el-Aynî hadisin şerhinde şöyle der: “Bu hadise göre fitne zamanında uzleti tercih etmenin üstün olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kişi fitneyi kaldırmaya gücü yetiyorsa bu hüküm kendisi hakkında geçerli değildir. Zira bu durumda söz konusu fitneyi ortadan kaldırması vaciptir. Bu imkân ve duruma göre ya farz-ı ayn, ya da farz-ı kifaye olur.”[23] Fitne asrı diyerek yapılabilecek işlerden elini tamamen çekmekte kıyamet günü elbette hesabı gerektirecektir. Deccal gibi büyük bir fitne esnasında dahi ona karşı çıkan genç bir delikanlıdan bahsedilen hadiste, bu manada Müslümanların azmine yönelik bir tembihte bulunmaktadır. Zira Allah azze ve celle münkere karşı Müslümanların bir tavır içinde bulunmalarını, sistemli ve basiretli bir hareketin içinde yer almalarını istemektedir. Zayıflığın şiddetlendiği zor günler garipliğe çıkıyorsa gariplik; ancak ellerin üst üste konuluşuyla birlikte bir miktarda olsa ortaya bir ses, bir güç çıkabiliyorsa uzlet veya yalnızlık yerine birliktelik ve cemaat emredilmiştir.  


[1]Müslim, Zühd 73, (3005); Tirmizî, Tefsir, Burûc, (3337).

[2]. Abdulfettah Ebu Gudde, İlim Yolunda s.8

[3]. Abdulfettah Ebu Gudde, İlim Yolunda s.9

[4]. Abdulfettah Ebu Gudde, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed s.168

[5]. Zuhayli, Fıkıh Usulü s.106-7

[6]. Kurtubî, IX, s.185

[7]. Kurtubi, IX, s.312

[8]Saffat, 28

[9]. Zuhruf, 54

[10]. Useymin, Şerh-i Riyazu’s-salihin I, s.165

[11]. Lokman, 13-19

[12]Tahrim, 6

[13]. Bakara, 221

[14]. Kurtubî, III, s.228

[15]. Müslim, İman 232; Tirmizi, İman 13

[16]Mecmeu’z-Zevaid, VII, 278

[17]. İbn Mace, Fiten 15

[18]. Müsned, II, 177

[19]. Kitabu’z-Zühd, s.124. İsnad da bulunan Süfyan b. Veki’ sebebiyle hadis zayıftır. 

[20]. İbn Kayyım, Medâricu’s-Salikîn, I-III, s.1100

[21]. Mecmû’u’l-Fetvâvâ, IV, 11

[22]. Buhari, İman 12; Fiten 14

[23]. Umdetu’l-Kârî, I, s.268