İslam’da Şûra Ve Önemi

Başyazı – Hasan Karakaya / 2013 Temmuz / 8. Sayı

Bilindiği gibi, İslâmın ana kaynağı Allah Teala’nın kitabı ve Rasûlullah’ın sünnetidir.

İslâm nizamı kıyamete kadar hiç bozulmadan devam edecektir. İlahi nizam olması dolayısıyla her yer ve zamanda uygulanma mükemmelliği ve elastikiyetine sahiptir. Bu sebeple İslâm; beşerî aklın hikmetini bilemeyeceği taabbudî konularda kesin ve detaylı hükümler koymuş, buna mukabil insanın aklıyla idrak edebileceği dünyevî konularda genel prensipler sunmakla yetinmiştir. Böylece insanlar, zaman ve zemine göre sorunlarını rahatça çözsünler, maslahat ve menfaatlerini gerçekleştirecek şekilde davranabilsinler.

Ancak bu yüce din, müslümanlara hakkında nas bulunmayan meseleleri çözümlerken, tek kişinin görüşüne boyun eğmeleri yerine, yetkili kişilerin görüşlerini dinlemelerini ve bunların içinden en isabetli olanını seçmelerini emretmiştir.

İşte, şûra ve istişare buradan kaynaklanmaktadır. Şûra ve istişareyi iyice anlamak için şu konulara değinmek gerekmektedir:

I. Şûranın anlamı

II. Şûrayı emreden nasların izahı

III. Şûranın sahası

IV. Şûra ehli

V. Şûra kararlarının bağlayıcı olup olmadığı

VI. Günümüzde şûranın nasıl işleyeceği ve gerekliliği

I. Şûra kelimesinin anlamı:

Bu kelimenin lugatta şu manalara geldiği görülmektedir:

– İnsanların birbirlerinin görüşlerini öğrenmek istemeleri

– Hakkında görüş belirtilmesi istenen konu

– Bir mesele hakkında görüş belirtmek için yapılan toplantı

– Böyle bir toplantının yapıldığı yer.

Şûra kelimesinin ıstılahi manası ise, “hakkında nas bulunmayan bir mesele hususunda bilgili, tecrübeli ve dürüst insanlarla fikir teatisinde bulunmak ve bu yolla en isabetli görüşü ortaya çıkarmak” demektir.

II. İstişare Yapılmasını Emreden Naslar:

Kur’an-ı Kerim ve Sünneti Seniyye, istişare yapılmasını emretmişler, Rasûlullah ve ondan sonra gelen sahabiler de bu emirlere hakkı ile uymuşlardır. Fakat sahabilerden sonra bu müessese ihmal edilmiştir.

Kur’an’da istişare ile doğrudan ilgili iki ayet mevcuttur.

a. Bunlardan biri: “Müslümanlar işlerini aralarında yaptıkları istişare ile yürütürler”ayetidir.

Bu ayetin zikredildiği sureye “Şûra Suresi” isminin verilmesi, şûranın ne kadar önemli bir konu olduğunu göstermektedir. Ayet-i Kerime, Mekke’de nazil olmuştur.

Bu da müslümanların devletlerini kurmadan önce cemaat halinde iken de aralarında işlerini istişare ile yürütmek zorunda olduklarını göstermektedir. Müslümanlar, kendilerini bir bayrak ve bir iktidar altında toplayan devlet ve hilafet makamı yok diye şûrayı ihmal edemezler.

b. Kur’an-ı Kerim’de zikredilen diğer ayet ise: “Ey Muhammed! İşlerde onlarla istişare et.” (Âl-i İmran, 159) ayet-i celilesidir.

Ayet-i Kerime, Rasûlullah’a, istişaresi neticesinde tercih ettiği görüş zahirde kötü sonuçlansa dahi onu terk etmemesini ve sahabileriyle istişareyi sürdürmesini emretmişti. Zaten ayet-i kerimenin baş tarafı yöneticilerin piri olan Rasûlullah’ın nasıl hikmetli davrandığını, okçular, onu dinlemedikleri halde, savaş gibi sıkıntılı bir yerde onlara yumuşak davrandığını beyan etmektedir. “Allah’ın rahmeti sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer sen, sert ve katı kalpli biri olsaydın şüphesiz ki, onlar etrafından dağılır giderlerdi. Artık onları affet, bağışlanmalarını dile ve işlerde onlarla istişare et. Karar verdiğinde de Allah’a tevekkül et. Muhakkak ki Allah, tevekkül edenleri sever.”

Rasûlullah’ın Sünnetinde İstişare:

Rasûlullah’ın kavlî sünnetinde istişare ile ilgili olarak birçok hadis zikredilmektedir.

– Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: “İdarecileriniz hayırlı olanlarınızdan, zenginlerinizden, hoşgörülülerinizden olduğu ve işleriniz aranızda istişare ile yürütüldüğü zaman, sizin için yerin üstü altından daha hayırlıdır. Fakat idarecileriniz şerli olanlarınız, zenginleriniz, cimrileriniz olduğu ve işlerinizi kadınlarınıza bıraktığınız zaman, sizin için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.”

Ebu Hureyre diyor ki: “Ben Rasûlullah’dan daha fazla arkadaşları ile istişare eden hiçbir kimse görmedim.”

Hz. Ali diyor ki: “Rasûlullah şöyle buyurdu: “Eğer ben, istişare etmeden bir kimseyi emir tayin edecek olsaydım; Abdullah bin Mes’ud’u tayin ederdim.”

Rasûlullah’dan şûra ile ilgili olarak rivayet edilen zayıf hadisler de vardır.

– Ebu Mes’ud el-Ensari, Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Kim bir hayrı gösterirse, ona hayrı yapanın iki katı mükafat vardır”

– Ebu Said el-Hudri; Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah’ın gönderdiği her peygamberin ve tayin ettiği her halifenin iki çeşit yakın adamları bulunur. Bunlardan biri ona iyiliği emreder ve onu yapmaya teşvik eder. Diğeri ise, şer şeyleri yapmasını emreder ve onları işlemeye teşvik eder. Masum olan ancak Allah’ın masum kıldığı kimsedir.”

Abdullah b. Abbas’ın Rasûlullah’dan şöyle rivayet ettiği söylenmektedir: “Siz akıllı insanın size yol göstermesini isteyin. Doğru yolu bulursunuz. Ona karşı gelmeyin. Pişman olursunuz.” (Kenzu’l-Ummal, Müsned Haşiyesi, c. I, s. 248)

Bu hadis-i şerif, istişare edilecek kimselerin iyi seçilmesi gerektiğine işaret buyurmaktadır.

Rasûlullah’ın fiili sünnetinde istişare

Rasûlullah, hayatı boyunca sahabileriyle çeşitli konularda istişare etmiştir. Bazen, Uhud savaşında olduğu gibi, çoğunluğun görüşünü almıştır. Bazen de Hudeybiye sulhunda olduğu gibi, kendi görüşünden vazgeçmemiş ve çoğunluğun görüşüne itibar etmemiştir. Buna mukabil, Medine’nin çevresinde hendek kazılması hususunda ve Bedir’de orduya belli bir yerde karargah kurması konularında tek bir insanın görüşünü aldığı da olmuştur.

Rasûlullah’ın sahabilerinin yapmış oldukları istişarelere misaller, “Şûranın Sahası” başlığı altında zikredilecektir.

III. Şûranın Sahası:

Şûra, hakkında nas bulunmayan tüm konularda yapılabilir. Fakat hakkında nas bulunan konularda şûranın yeri yoktur.

Bütün İslâm âlimleri, hakkında Kur’an ve Sünnetten delil bulunan meseleler hususunda istişare yapılamayacağı üzerinde ittifak etmişlerdir.

Zira Allah Teala: “. . .eğer bir mesele hakkında ihtilafa düşerseniz onun hükmünü Allah’a ve Rasulü’ne havale edin.” (Nisa, 59) buyurmuştur. Başka bir ayette ise: “Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman artık mümin bir erkeğin ve mümin bir kadının işlerinde başka bir yolu seçme hakları yoktur” (Ahzab, 36) buyurmuştur.

Bineanaleyh, herhangi bir mesele hakkında nas varsa, o nas uygulanır.  Sadece nasın nasıl uygulanacağı hakkında istişare yapılabilir. Peygamber efendimizden rivayet edilen sahih hadisi şerifler de şûranın sahasının nasların bulunmadığı yerler olduğunu göstermektedir.

Mesela; Peygamber efendimiz Muaz bin Cebel’i Yemen’e gönderdiği zaman aralarında şu konuşma geçmiştir:

Rasûlullah, Muaz’a: “Bir mesele ile karşılaştığın zaman ne yaparsın?” diye sordu.

Muaz: “Allah’ın kitabında olanlarla hüküm veririm” dedi.

Rasûlullah: “Onun hükmü Allah’ın kitabında bulunmazsa?”

Muaz: “Allah’ın Rasulünün sünneti ile hüküm veririm.”

Rasûlullah: “Allah’ın Rasulü’nün sünnetinde de bulunmazsa?”

Muaz: “Görüşümle içtihad ederim. Elimden gelen gayreti harcamada geri durmam” dedi.

Muaz diyor ki: Bunun üzerine Rasûlullah elini göğsüme vurdu ve şöyle buyurdu: “Allah’ın peygamberinin elçisini, Allah’ın ve Rasulünün razı olacağı şeylere muvaffak kılan Allah’a hamd olsun.”

Görüldüğü gibi Muaz, Allah’ın kitabında ve Rasulünün sünnetinde hüküm bulamadığı takdirde ictihad edeceğini söylüyor. Rasûlullah da onu tebrik ediyor. Elbette ki meseleyi istişare etmek de bir görüş beyanıdır. Bu itibarla şûra, nasların bulunmadığı yerde sözkonusu olacaktır.

Mecelle-i Ahkam-ı Adliye’nin ondördüncü maddesi bu gerçeği ifade etmektedir: “Mevrid-i nas da, ictihada mesağ yoktur.”

Evet, kesin naslarla sabit olan itikadi konularda şûranın yeri yoktur. Keza naslarla tesbit edilmiş olan cezalarda, ibadetlerde ve muamelatta istişareye mahal yoktur. Ancak bunların nasıl uygulanacağı hakkında nas yoksa o zaman istişareye başvurulabilir.

Hakkında nas bulunmayan muamelatta, idari işlerde ve dünyayı ilgilendiren bütün konularda ise istişareye başvurmak esastır.

IV. Şûra Ehli

Her yöneticinin çevresinde iki sınıf insanın bulunması muhtemeldir. Bunlardan biri, çıkarcı sınıftır. Bu sınıftan herhangi bir nasihat beklenemez. Zira bunlar çıkarlarını elde etmek için yapamayacakları bir şey yoktur. Meddahlık yapmak, insanları karalamak, zalimin zulmünü alkışlayıp mazlumu ezmek ve benzeri şeylerden asla çekinmezler. Bu gibi insanları iyi tanıyıp, bunların görüşlerine başvurmaktan uzak olmak gerekir. Zira bunlar hayra değil, şerre götürürler.

Diğer bir kısım insanlar da vardır ki, bunlar simalarından bellidir. Allah’ın rızasına erişmekten başka bir hedefleri yoktur. Bu sebeple idarecilerine karşı samimi ve doğru sözlüdürler. Hakkı söylemede, kınayanın kınamasından korkmazlar ve güzel nasihatlerini her halükarda esirgemezler.

İşte bu gibi insanları iyi tanıyıp bunların görüşlerine başvurulmalı ve hakkında nas bulunmayan konularda bunların görüşleri ışığında aydınlığa kavuşturulmalıdır.

Peygamber efendimiz bu iki zümreyi işaret ederek buyururlar ki: “Allah hiçbir peygamber göndermemiş ve hiçbir halife görevlendirmemiştir ki, onun iki sınıf yakın adamları bulunmuş olmasın. Bu sınıflardan biri ona iyiliği emreder, onu yapmaya teşvik eder. Diğeri ise, ona kötülükleri yapmasını emreder, onu bunları işlemeye teşvik eder, Allah’ın koruduğu kimse ancak korunmuş olur.”

İdarecinin samimi adamlarla arkadaş olması, Allah’ın ona bahşettiği bir lütuftur. Bu lütfu iyi değerlendirmelidir.

Hz. Aişe, Rasûlullah’ın bu hususta şunları buyurduğunu rivayet etmektedir: “Allah bir emire hayır dilediği zaman, ona samimi bir vezir (yardımcı) verir. Emir bir şeyi unutunca vezir ona o şeyi hatırlatır. Emir hatırlarsa vezir ona yardımcı olur. Allah bir emire hayrın dışında birşey dilerse, ona da kötü bir vezir verir. Emir birşeyi unuttuğunda vezir ona hatırlatmaz. Emir hatırladığı zaman da ona yardımcı olmaz.”

Şûra ehlinin kimlerden oluşacağı meselesini izah ederken Rasûlullah’ın sahabilerinin ve onlardan sonra gelen müslümanların devirlerini ayrı ayrı bilmek gerekmektedir. Zira Şûra ehli, zamana göre değişebilecek nitelikte bir husustur.

Günümüzde Şûra ehli kimler olmalıdır?

Kur’an-ı Kerim istişare yapmayı emreder. Sünnet-i seniyye bunun gerekliliğini beyan eder. Fakat bu ana kaynaklar şûra ehlini ve şeklini tam olarak tayin etmezler. İstişarenin kimler tarafından ne şekilde yapılacağını insanlara bırakmışlardır. Böylece insanlar zaman ve zeminlerine göre istişare şekil ve meclislerini oluşturmuş olsunlar.

Bununla birlikte İslâm alimleri kendileriyle istişare edilecek insanlarda bazı sıfatların bulunması gerektiğine işaret etmişlerdir. Bunlar: Dini bilme, ihtisas sahibi olma, samimi olma ve basiretli olma gibi sıfatlardır.

a. Alim Olmak

İstişare edilen konu dini bir konu ise, kendisiyle istişare edilenin dini iyi bilen bir alim olması gerekir. Aksi takdirde insanların sapmalarına vesile olabilir.

Bu hususta Abdullah b. Amr Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu işittiğini zikretmiştir: “Şüphesiz ki Allah, ilmi, kullardan çekip kopararak almaz. Fakat o, alimlerin ruhunu alarak ilmi alır. Allah hiçbir alim bırakmayınca, insanlar cahilleri önderler edinirler. Onlardan fetvalar sorarlar. Cahiller de onlara bilgisiz fetvalar verirler. Böylece hem kendileri saparlar, hem de insanları saptırırlar.”

b. İhtisas Sahibi Olmak:

İstişare edilen konu dünyevî bir işle ilgili ise, kendisiyle istişare edilen kişi, konu hakkında ihtisas sahibi olması gerekir. Aksi takdirde insanları zarar ve ziyana sokabilir.

Rasûlullah’ın Bedir’de mevzilenme hususunda Hubab b. Münzir’le, Hendek’de çukurların kazılmasında Selman-i Farisî ile istişare etmesi onların bu konuda ihtisas sahibi olmalarındandır.

c. Samimi Olma

Kendisiyle istişare edilen kişinin danışana karşı samimi olması ve bildiğini saklamaması gerekir. Aksi takdirde hem kendine olan güvenini sarsar, hem de günahkar olur. Bu hususta peygamber efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Kendisiyle istişare edilecek insan, güvenilen bir insandır.”

“Sizden birinizle müslüman kardeşiniz istişare edecek olursa o, ona doğru gördüğünü söylesin.” “Kim kardeşine doğru olduğunu bildiği görüşten başka bir görüşü öğütleyecek olursa, şüphesiz ki o, ona ihanet etmiş olur.”

d. Basiretli Olma

Kendisiyle istişare edilen kişilerin anlayışlı ve ileri görüşlü insanlar olmaları icab eder. Böylece yapılan istişare netice versin ve kısır çekişmelere yol açmasın. Ancak basiret, her kula nasip olmayan bir meziyettir. Bu gibi insanları, gözlerini madde bürümüş bugünkü toplumlarda bulmak pek zor ve uzaktır. Allah müminlere basiret ihsan etsin.

Kendisiyle istişare edilecek insanlarda takva, fazilet ve ahlak gibi sıfatlar aramak mümkündür. Ancak bunlar yok diye istişareyi tatil etmek doğru değildir. Bu sıfatlardan, sadece bir kısmı kendilerinde bulunan insanlarla da istişare edilmelidir.

V. Şûra Kararları Bağlayıcı mıdır?

En başta şunu belirlemek yerinde olur: “Şûra kararları halifeyi bağlayıcı değildir” görüşü ağır basmaktadır. Ancak günümüzde halife olmadığına göre şûranın kararlarının bağlayıcı olmadığını söylemek pek zordur.

Buna göre sevk ve idare mevkiinde bulunan kişi, bilgili, yetenekli ve samimi olan zatlarla hakkında nas bulunmayan meseleyi istişare eder. İstişare sonucu, o mesele hakkında güvenilen bir nassın bulunduğu ortaya çıkacak olursa, istişare eden idareci onu almak zorundadır. Nitekim Hz. Ömer veba meselesinde Abdurrahman b. Avf’ın rivayet ettiği hadis-i şerifi kabullenerek Allah’a hamd etmiştir.

Buna mukabil, ortaya herhangi bir nas çıkmazsa istişare eden idareci aslında şûra ehlinin kararlarına uymak zorunda değildir. Dilerse şûranın kararlarına uyar, dilerse kendi ictihadı doğrultusunda hareket eder. Zira, Hz. Muhammed’e müminlerle istişare etmesini emreden ayetin devamında, “Fakat karar verdiğinde Allah’a tevekkül et” buyrulmaktadır. Burada emir her ne kadar Rasûlullah’a ise de, müminlerin idarecileri de aynı emirle muhataptır. Zira istişareyi emreden bölümde hitap Rasûlullah’adır ve bütün müminler için geçerlidir.

İdarecinin, şûranın kararlarına bağlı kalmayışı aynı zamanda ona yüklenen sorumluluğun bir neticesidir. Zira idareci yaptıklarından sorumludur. Başkalarının verdiği karara bağlı kalan bir insanı, o kararın uygulanmasından doğan sonuçlardan sorumlu tutmak doğru değildir.

Diğer yandan Hudeybiye sulhunda sahabilerin çoğunluğunun Rasûlullah’ın barış yapma kararına karşı çıkmalarına rağmen, Rasûlullah’ın kendi kararını uygulaması da yöneticinin şûra kararlarına bağlı kalmak zorunda olmadığını göstermektedir. Ancak bu görüşe katılmayanlar da mevcuttur. Mesela:

– “Tefsiru’l-Vadih” isimli eserin yazarı Muhammed Mahmud el-Hicazi, üstad Mevdudi ve Abdulkadir Udeh’in, şûranın ittifakla veya çoğunlukla aldığı kararın devlet yöneticisini bağlayıcı olduğu görüşünde olduğunu söyler.

Hicazi “işler hususunda müslümanlarla istişare et. Fakat karar verdiğinde Allah’a güven” ayetini şu şekilde izah etmiştir: “İşler hususunda müslümanlarla istişare et. Fikir teatisi yapıldıktan ve doğru olan görüş ortaya çıktıktan sonra çoğunluğun sözünü kabul et.”

Mevdudi ise: “İslâm’da Hükümet” isimli eserinde şunları zikretmektedir: “Şûra ehli ya ittifakla veya çoğunlukla karar vermelidir. Bundan sonra artık nasıl kabul edilebilir ki bir insan, bütün cemaatin görüşlerini dinledikten sonra “bu işi ben bilirim” demekte haklı olsun ve istediğini yapabilsin. O zaman müşaverenin mânası kalmaz. Allah Teala ayetinde şöyle buyurmuştur: “Onların işlerinde kendileriyle istişare et.”  (Âl-i İmran, 159) Diğer bir ayette: “Onların işleri aralarında müşavere iledir.” (Şura, 38) yani onlar işlerini müşavere ile yürütürler. Başka türlü yürütmeye kalkışmazlar. Bu da gösteriyor ki, Allah’ın bize gösterdiği bu yol, sadece müşavere etmek için değildir. Müşavere edildikten sonra bu müşaverenin neticesi üzerinde işlerin yürütülmesi için de geçerlidir. Yani müşavere edilecek, ittifakla veya çoğunluğun görüşüyle alınacak karara uyulacak ve işler bu şekilde yürütülecektir.

Şehid Abdülkadir Udeh de “İslâm ve Siyasi Durumumuz” isimli eserinde şunları söylemektedir: Aslında çoğunluğun görüşü alınmadıktan sonra istişare yapılmasının hiçbir manası yoktur. Müslümanlara istişarenin vacip olması, çoğunluğun görüşünü almayı gerektirir. Nitekim Rasûlullah, Uhud savaşına çıktığı zaman çoğunluğun görüşüne uyarak sünnetini ortaya koymuştur.

Üstad Abdülkadir’in misal verdiği Uhud savaşında şu nokta gözden kaçırılmamalıdır: “Rasûlullah, Medine’yi içten savunmayı isterken, çoğunluk dıştan savunmayı istiyordu. Rasûlullah çoğunluğun görüşünü daha uygun görüp dıştan savunma hazırlığına girişti. Fakat çoğunluk görüşlerini değiştirdi ve Medine’nin içten savunulmasını istedi. Ancak Rasûlullah aynı bu olayda çoğunluğun görüşünü bu defa uygun görmemiş ve onlara şunu söylemişti: “Zırhını giyen bir peygambere – Allah hükmünü verinceye kadar – onu çıkarmak yakışmaz.

Bu da gösteriyor ki, Rasûlullah’ın Uhud’da çoğunluğun görüşünü önceden kabul etmesi, onların çokluğundan değil, kendi kanaatine uygun gelmesindendir. Eğer böyle olmasaydı, daha sonra görüş değiştiren çoğunluğun yeni görüşüne uymalıydı. Halbuki durum böyle olmadı.

Üstad Abdülkerim Zeydan da halife ile şûra ehlinin tamamı veya çoğu ihtilaf ederlerse, şu üç çözümden birinin tercih edilebileceğini söylemektedir;

a. Hakeme başvurulabilir:

Eğer görüşülen meselede halife ile şûra ehlinin tamamı veya çoğunluğu ihtilafa düşerlerse, dışarıdan alınan bir hakemler heyetine başvurulur ve bu heyetin vereceği karar bağlayıcı olur.

Abdülkerim Zeydan buna delil olarak Hz. Ömer’in Şam’a giderken ortaya çıktığını işittiği veba hadisesini zikretmektedir. Hz. Ömer bu veba hakkında önce Muhacirlerle sonra Ensar’la istişare etmişti. Bunların da ihtilaf etmeleri üzerine Fetih muhacirlerini çağırıp bunların görüşünü almıştı.

Ancak zikrettiği bu hadisede Hakem olayı diye bir şey yoktur.

b. Çoğunluğun görüşü tercih edilir

Devlet başkanı çoğunluğun görüşüne boyun eğmeye mecbur olur. Zeydan, buna delil olarak da Rasûlullah’ın Uhud Savaşı’nda çoğunluğun görüşünü kabullenmesini zikretmektedir. Daha önce de izah edildiği gibi, Rasûlullah bu olayda sonuna kadar çoğunluğun görüşüne bağlı kalmamış, aksine sonunda çoğunluğun görüşünü kabullenmemiştir.

c. Devlet Başkanı’nın görüşü tercih edilir

Abdülkerim Zeydan, bunun dayanağının da, devlet başkanının yaptığı icraatlardan sorumlu tutulmasının olduğunu zikretmektedir.

Daha önce de belirtildiği gibi, bu son görüş esas alınmış, danışan idarecinin danıştığı kişilerin görüşünü alma mecburiyeti olmadığı beyan edilmiştir. Velev ki bütün şûra ehli, devlet idaresine ters bir  görüş üzerinde ittifak etmiş olsunlar. Zira ayetin bu husustaki ifadesi açıktır: “Fakat karar verdin mi Allah’a güven.”

VI. Günümüzde Şûra Nasıl İşlemelidir?

Bugün, yeryüzünde bulunan bütün müslümanların hepsine ışık tutacak genel bir şûranın kurulmasına şiddetle ihtiyaç vardır. Zira bu yolla İslâmi çalışmalar birleştirilebilir, müslümanlar arasında görülen ihtilaflar önlenmiş olur. Farklı düşünen müslümanlar, ilmi sohbet ve görüşmelerle aralarındaki soğukluğu giderirler.

Ne yazık ki, teoride herkesin katıldığı bu görüş pratikte uygulanma alanı bulamamıştır. Bütün bunlara rağmen yakın bir gelecekte müslümanların fiili ittihadının da gerçekleşeceğini canı gönülden dilemek ve buna doğru adımlar atılmasında acele etmek zorunluluğu vardır.

Fakat arzu edilen bu genel şûra tesis edilinceye kadar çeşitli bölgelerde yaşayan müslümanların yanlışlarını asgariye indirmek için şûralar oluşturmaktan başka bir çareleri yoktur. Bu itibarla her müslüman cemaatin şer-i şerife uygun bir şûrası teşekkül etmelidir.

Şûraya seçilecek bilgili, tecrübeli, ihlâslı, zinde ve basiretli kişiler belli bir seviyeye erişmiş müslümanlar tarafından seçilmelidir.

Şûra ehlinin içinde evvela ictihad edebilecek seviyede din adamları, saniyen dünyevi işlerde  ihtisas sahibi olan özel elemanlar, salisen çeşitli kesimlerin derdinden anlayacak tecrübeli zatlar bulunmalıdır.

İçinde alim zatlar bulunmayan bir şûra her zaman sapmakla karşı karşıya gelebilirler. Çünkü böyle bir şûra hakkı batıl, batılı da hak zannedebilir. Buna şaşılmamalıdır. Zira insan bilmediğinin düşmanı olabilir. Bunun misalleri görülmektedir.

Diğer yandan, dünyaya ait iktisadî, siyasî, askerî ve ictimaî tecrübesi olanların bilgileriyle donatılmayan bir şûra acizliğe düşerek hayatiyetini kaybedebilir. İslâm’ın izzet ve şerefini layıkıyla koruyamaz.

Bu sebepledir ki;

a. Mevcutların en ehillerinden bir şûra heyeti seçilmeli ve onların alacakları kararlar doğrultusunda hareket edilmelidir.

b. Her ne kadar şûranın vereceği karar halifeyi bağlamıyorsa da, böyle bir hilafet kuruluncaya kadar müslüman cemaatin başında bulunan şahsın, mesuliyetini müdrik olarak, alacağı kararlarda şûranın çoğunluğunun eğilimini göz önünde bulundurması hayırlı görülmelidir.

c. Ayrıca şûra heyeti çok kısa olmamakla beraber zamanla yenilenmelidir. Böylece yetişenlere kapılar açılsın ve herkes layık olduğu bir görevi üstlenmiş olsun.

d. Müslüman cemaatin başında bulunan şahıs, şûra içinden çeşitli çalışma dallarını yürütecek idare heyetini seçmeli ve onları ciddi bir şekilde denetlemelidir. Yerine göre seçtiği idarecileri vazifeden alabilmeli veya daha üst vazifelere getirerek daha aktif ve kapsamlı bir alanda ondan yararlanma yoluna gidebilmelidir.

Şûranın Gerekliliği

Müminlerden, şûrasız bir hayat yaşamalarını beklemek yanlıştır. Hem Kur’an’da hem de Sünnette sabit olan şu ki, şûra müslümanlar için vazgeçilmez ve ertelenemez bir müessesedir. Bu müessese müslümanlar için, içinde bulundukları her ortamda ve her aşamada aynı öneme haizdir. Müslümanlar zayıf olsunlar, güçlü olsunlar, cemaat safhasında ya da devlet aşamasında bulunsunlar, hiçbir ortamda ve hiçbir zaman şûrasız yaşayamazlar. Kendilerini müşavereden müstağni sayamazlar. Çünkü İslâmın ilk temeli Tevhiddir. (Yani Allah Teala’yı birlemek, ona hiçbir şeyi ortak koşmamak, O’ndan başkasına boyun eğmemektir. Böyle bir tevhidin gerçekleşmesi için zalimlerin zulmüne ve diktatörlerin istibdadına engel olmak gerekir. Bu da şûranın varlığı ile gerçekleşir. Elbetteki bütün buyrukları kanun sayılan, insanları keyiflerine göre yöneten bir lider tipinden uzak durmak gerekmektedir. Çünkü bu tür liderler, eninde sonunda insanları kendilerine kul – köle edinirler. Oysa insanlar yalnızca Allah’ın kuludur, yalnız O’na kulluk etsinler diye yaratılmışlardır. Yukarıda andığımız lider tipiyse, İslâm’ın tevhid anlayışı önünde ciddi bir engeldir. İslâmî ıstılahda tağut denilen lider tipi işte böyle olan liderdir. Hiçbir kayıt tanımayan, hiçbir kimseye hesap vermeyen, paşa keyfine göre kanun vaz’eden bir lider, tevhidin tam karşısında yer almaktadır.)

İslâmî yönetimin giderek yozlaşmasını ve sapmasını önlemek, O’nu Kitap ve Sünnet çizgisinde muhafaza etmek, ancak şûra ile mümkündür. Çünkü şûra bu tür sapmaları önleme müessesesidir. Liderin her zaman, her konuda yalnız başına karar vermesini önler, ona takviye olur, onu denetler. Gerek Rasûlullah (sav) efendimizin gerek Raşid halifelerin şûra müessesesini çalıştırmaları boşuna değildir. İslâmi öğretinin en taze olduğu dönemde bile müslümanlar müşaveresiz yaşamamışlardır.

Allah Rasulünün ve Raşid halifelerin özenle koruduğu şûra müessesesi melikler, krallar, padişahlar döneminde işlemez hale gelmiş, bu da İslâm’ın aslî yapısından hızla uzaklaşması sonucunu doğurmuştur. Günümüzde de bu müesseseyi ciddiye almayan nice çalışmalar yapılmaktadır ki, İslâm bunların elinde “şamar oğlanı”na dönmüştür. Allah’ın dini herkesin keyfine göre şekil almaktadır. Bütün bunlar şûrasız bir yapılanmanın sonuçlarıdır ve bu müslümanların tamamı tepelerindeki karizmatik, dokunulmaz ve yanına yaklaşılmaz liderlerle yürümektedirler. Herbiri küçük bir krallık gibi çalışmaktadır. Müslümanların ya hiç şûrası yoktur, ya da göstermelik bir şûrayla kendilerini aldatmaktadırlar. Bu tür sapmalardan korunmanın tek yolu, ciddi tutulan bir müşaveredir, şûradır.

Artık kesin olarak bilinmeli ki, müslümanların -belirtilen çerçevede- şûrasız hareket etmeleri mümkün değildir. Problemlerini çözmek için şûraya başvurmak müslümanların vazgeçilmez görevidir. İşlerini aralarında şûra ile halletmeleri onların Kur’an’da zikredilen vasıflarıdır. Allah müslümanları böyle anmıştır. Onlar da böyle olmak zorundadırlar.

Rasûlullah (sav)  efendimizin uygulaması, bize şunu göstermektedir: Uhud savaşı öncesi ashabıyla yapmış olduğu istişareler sonucu, çoğunluğun aldığı kararı uygun görerek, şûranın kararlarına uyduğu gibi; daha sonra çoğunluğun isteğine rağmen kendi kararını da uygulamıştır. Bu da asıl karar yetki ve sorumluluğunun, birinci derecede “sorumlu yönetici”ye ait olduğunu göstermektedir. İslâmi Hareket için zengin bir uygulama alanı bırakan Sünnetten çıkan sonuç; istişare sonucu, başkanın sahip olduğu denk bir yetkiye de sahip olmasını gerektirmektedir. Bu da başkanın, şûranın eğilimini de göz önünde bulundurarak, karar alma yetkisine sahip olduğunun delilidir.