Müminlere Nidalar – Muhammed Sadık Türkmen / 2022 Ağustos / 117. Sayı
“Ey iman edenler, sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, vasiyet hazırlanışında, aranızda içinizden adaletli iki kişiyi (şahit tutun.) Veya yolculukta olup size ölüm musibeti gelip çatarsa, sizden olmayan başka iki kişiyi (şahit tutun. İkisini) şayet kuşkulanacak olursanız namazdan sonra alıkoyarsınız, onlar da (size): ‘Akraba dahi olsa onu (yeminimizi) hiç bir değere değiştirmeyeceğiz ve Allah’ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi takdirde biz elbette günahkarlardan oluruz.’ diye Allah adına yemin etsinler. Eğer o ikisi aleyhinde kesin olarak günahı hak ettiklerine ilişkin bilgi sahibi olunursa, bu durumda haksızlığa uğrayanlardan iki kişi -ki bunlar buna daha hak sahibidirler öbürlerinin yerine geçerler ve: ‘Bizim şehadetimiz o ikisinin şehadetinden şüphesiz daha doğrudur. Biz haddi aşmadık, yoksa gerçekten zulmedenlerden oluruz’ diye Allah’a yemin ederler. Bu, gerektiği gibi şahitliği yapmalarına veya yeminlerinden sonra yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının ve dinleyin. Allah, fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”
(Maide, 106-108)
İslam, insanların amellerinin bir karşılığı olacağını, dünyada yapmış olduğu hatalarının bazı karşılıklarını görmese de ahirette mutlaka her amelin bir karşılığının olacağını bildirmiştir. Zaten ahiretin var olmasının temel sebeplerinden biridir bu. Bu sebepten dolayı İslam kendisine iman edenleri ahiretin dünyadan daha hayırlı olacağını ve dünyanın aldatıcılığına kapılarak başkalarının hakkına girmeme konusunda uyarıda bulunmuştur.
Dünya nimetlerinin cazibesi, ahirete göre daha çabuk ulaşılıyor olması insanın bir vadi altını olsa ikinci vadiye sahip olma hevesi bazen insanı büyük hatalara sürükleyebilir. Bu hata kendisine teslim edilen bir emanet dahi olsa nefis ona sahip olmak. Oysa emanete riayet Müslümanın en önemli özelliklerindendir. Bu konuda asla taviz vermemesi gerekir. Zira emanete riayet etmemek bir nevi nifak sayılmıştır.
İnsanlar için en güzel örnek olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem emanet konusunda da en güzel vasıfları kuşanmış ve tüm insanların itibar ettiği bir hayat yaşamıştır. Normal şartlarda ona tabi olan tüm Müslümanların aynı örnekliği sunması beklenirken yapısında bozukluk olan, fesat peşinde koşarak bozgunculuk yapan bazı örneklerin olması da vuku bulabiliyor. Bu yüzden emanet ve insanların haklarının korunması sağlam esaslara dayandırılmaya ihtiyaç duymuştur.
Kur’an-ı Kerim Müslüman için bir anayasa kitabı olması hasebiyle genel manada ibadet, ahlak, aile ve diğer konular hakkında umumi kaideler koymuştur. Ancak bize göre hiç ummadığımız veya önemsiz gibi gördüğümüz bazı meseleler hakkında öyle ince detaylar sunmuştur ki bu kadar teferruat niçin sunuldu diye şaşırıp kalırız. İşin aslında her şeyi bir hikmete göre yaratan Allah’ın takdiri olduğunu bilerek teslimiyet göstermek Müslüman için en iyi yoldur. Çünkü insan fıtratını en iyi bilen onu yaratan Allah olduğuna göre o fıtratların hangi aşamalarda alim kalacağını da en iyi o bilir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Doğrusu biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalim çok bilgisizdir.” (Ahzab, 72)
Müfessirlerin Ayet-i Kerime ile İlgili Görüşleri
İbni Abbas radıyallahu anhuma’dan şöyle rivayet edilmiştir: Sehmoğullarından biri Temim-i Dari ve Adiyy bin Beda ile yolculuğa çıkmıştı. Sehmoğullarından olan kişi hiçbir Müslümanın bulunmadığı bir yerde öldü. Arkadaşları geride kalan mallarını toplayıp akrabalarına getirdiklerinde altın kaplama gümüş bir vazosunu bulamadılar. Akrabalarının başvurusu üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ölen kişinin iki yol arkadaşına yemin ettirdi. Sonra söz konusu vazo Mekke’de bulundu. Vazonun son sahipleri “Biz bunu Temin ve Adiyy’den satın aldık” dediler. Ölen Sehmoğulları mensubu kişinin velilerinden iki kişi kalkarak, “Bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden daha geçerlidir. Bu vazo bizim adamımızındır” diye yemin ettiler. Maide Suresi 106-108 ayetler bunun üzerine indirildi.
İbni Kesir rahimehullah Tefsirul-Kur’an-il-Azim’de şöyle der: Ayette geçen “sizden” kasıt Müslümanlardan olmasıdır ki cumhur da böyle demiştir. Nitekim Ali b. Ebi Talha, İbni Abbas radıyallahu anhuma’dan bu ayet hakkında “yani Müslümandan iki adaletli şahit” dediğini rivayet etmiştir. İbni Ebi Hatim bunu rivayet ettikten sonra şöyle demiştir: Abide, Said b. Müseyyedeb, Hasan-ı Basri, Mücahid, Yahya b. Yam’er, Süddi, Katade, Mukatil b. Hayyan ve Abdurrahman da böyle söylemiştir.
Taberi der ki: Adalet sahibinden kasıt vasiyet edenin mahallesinden olmasıdır. Bu İkrime, Abide ve başka birkaç kişiden rivayet edilmiştir.
“Sizden olmayan iki kişi”, İbni Ebi Hatim’in Said b. Cübeyirden rivayetine göre İbni Abbas radıyallahu anhuma bu Müslümanlardan olmayan, yani kitap ehli iki kişi ile tefsir etmiştir… Taberinin İkrime ve Abide’den rivayetine göre “sizden” kasıt vasiyet edenin kabilesinden olmasıdır. O durumda “sizden olmayan başka iki kişi” den kasıt da vasiyet edenin kabilesinden olmayan iki kişi olur.
Esbat, Suddi’den, “Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca vasiyet esnasında içinizden iki adalet sahibi kişi aranızda şahitlik etsin…” ayeti hakkında şöyle rivayet etmiştir: Bu vasiyet ölüm esnasında yapılan vasiyettir. Mevcut mal ve üzerindeki borçlara dair Müslümanlardan iki kişiye vasiyette bulunur ve onları şahit tutar. Bu cümlede kastedilen hazırdaki vasiyet, sonrasındaki, “Yahut seferde iken ölüm gelip çatmışsa sizden olmayan, başka iki kişi (şahit olsun)” ifadesiyle kastedilen ise yolculuktaki vasiyettir. Adama yolculuk esnasında ölüm gelip çatar da yanında hiçbir Müslüman olmazsa Yahudi, Hristiyan veya Mecusilerden iki kişiyi çağırıp onlara vasiyet eder, miras kalan malını verir, onlar da kabul ederler. Ölenin ailesi vasiyeti kabul eder ve yakınlarının malını bilirlerse adamlara bir şey yapmazlar. Fakat şüphelenirlerse onları hâkime götürürler. “Eğer şüpheye düşerseniz o iki şahidi namazdan sonra alıkoyarsınız ve…diye Allah üzerine yemin ederler” buyruğunda ifade edilen budur.
İbni Abbas radıyallahu anh der ki: Ben Ebu Musa el-Eşari radıyallahu anh’ın evine gelmiş olan o iki kâfiri görüyor gibiyim. Ebu Musa el-Eşari kâğıdı açınca ölünün ailesi inkâr ettiler ve onları hainlikle suçladılar. Ebu Musa el-Eşari onları ikindi namazından sonra yemin ettirmek istedi. Ben, “İkindi namazı onlar için bir şey ifade etmez. Bilakis, onlara kendi dinlerindeki ibadetlerinden sonra yemin ettir” dedim. Adamlar kendi dinlerindeki ibadetten sonra durduruldular ve “Bu vasiyet karşılığında hiçbir şeyi satın almayacağız, akraba (menfaatine) de olsa; Allah (için yaptığımız) şahitliği gizlemeyeceğiz, (aksini yaparsak) bu takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz” diyerek, arkadaşlarının böyle vasiyet ettiğini ve terikesinin de şu olduğunu söyleyerek Allah üzerine yemin ettiler. Yemin etmeden önce Müslümanların hâkimi onlara, “Gizler veya ihanet ederseniz sizi milletinizin ortasında rezil ederim. Bir daha şahitlik yapamazsınız. Ayrıca sizi cezalandırırım” dedi. Onlara bunu da söylediğinde bu onların şahitliği doğru şekilde yapma ihtimalini daha da kuvvetlendirir. Bunu İmam Taberî rivayet etmiştir.
İmam Taberi’nin İbrahim en-Nehai ile Said b. Cübeyr’den rivayetine göre onlar “Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca vasiyet esnasın da içinizden iki adalet sahibi kişi aranızda şahitlik etsin…” ayeti hakkında şöyle demişlerdir: Kişiye yolculuk esnasında ölüm gelip çatarsa Müslümanlardan iki adamı, onları bulamazsa kitap ehlinden iki adamı buna şahit tutsun. Bunlar terikesini getirdiklerinde varisler tasdik ederlerse sözleri kabul edilir. Onları yalancılık vs. ile suçlarlarsa ikindi namazından sonra, “Vallahi, bir şey gizlemedik, yalan söylemedik, ihanet etmedik ve değiştirmedik” diye yemin ederler. Ali b. Ebi Talha, İbni Abbas radıyallahu anh’dan bu ayetin tefsiri hakkında şöyle rivayet eder: Onların şahitlikleri hususunda şüphe duyulursa namazdan sonra “Vallahi, şahitliğimizi az bir değere değişmedik” derler. Ölünün yakınları kâfirlerin şahitliklerinde bir yalanlarının farkına varırsa onlardan iki kişi kalkarak, “Vallahi bu iki kâfirin şahitliği batıldır. Biz onu kabul etmiyoruz” derler. İşte Allah azze ve celle’nin şu buyruğu bunun hakkındadır: “Bu şahitlerin (sonradan yalan söyleyerek) bir günah kazandıkları anlaşılırsa yani iki kâfirin yalancı olduğundan haberleri olursa “(şahitlerin) haklarına tecavüz ettiği ölüye daha yakın olan iki kişi”, yani ölünün yakınlarından iki kişi “onların yerini alır” ve Allah’a yemin ederek “Kâfirlerin şahitliği geçersizdir. Biz onu kabul etmiyoruz” derler. Böylece iki kâfirin şahitliği reddedilip velilerin şahitliği geçerli kabul edilir. Avfi, İbni Abbas radıyallahu anh’dan böyle nakleder. İki rivayeti de İmam Taberi5 nakletmiştir. Tâbiînden ve seleften (Allah onlardan razı olsun) birçok zat bu hükmü ayetin gerektirdiği bu şekilde ortaya koymuşlardır. İmam Ahmed b. Hanbel’in görüşü de böyledir.
Şehid Seyid Kutub rahimehullah şöyle der:
Çoğu zaman biz, belirli bir çevreyi göz önünde bulundurarak bazı hüküm ve uygulamaların işlerliğini yitirdiğini ve artık zorunlu sayılmaması gerektiğini, zamanı geçmiş toplumların geride bıraktığı kalıntılardan ibaret kaldığını sanarak yanılırız. İnsanlık yeni yeni yöntemler bulduğundan eskilere ihtiyaç yoktur deriz!…
Evet, çoğu zaman yanılgılarımız bize, bu dinin bütün ülkeler ve bütün çağlardaki topyekûn insanlık için geldiğini unutturur. Üstelik bugün insanlığın büyük bir bölümü ilkel bir hayat yaşamakta, ya da bundan yavaş yavaş kurtulmaktadır. Dolayısıyla da tüm şekil ve metotlarıyla insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak hüküm ve uygulamalara ihtiyaç vardır. Kuşkusuz insanlık, bu dinde bütün ihtiyaçlarını karşılayacak şeyleri bulur. Yine aşamalı olarak yükselirken, kendisi açısından gerekli olan bütün ihtiyaçların bu din tarafından karşılandığını görecektir. Yani dinin yasasında, mevcut ihtiyaçların karşılandığına yarayacak hükümler bulunduğu gibi, giderek gelişen ve genişleyen ihtiyaçlara da cevap bulunur. Bu dinin ve şeriatın eşsiz yönü de budur. Din ve şeriat, Allah katından gelen bir işarettir, ilahi iradenin eseridir.
Biz, insanlığın hangi şartlardan geldiğini, geçmişte veya bugün hangi zorunluluklar içinde bulunduğunu düşünme konusunda da yanılgılar içindeyiz. Din, bu zorlukları kapsamlı yasasıyla kolaylaştırıp çözmüş, her çevre ve her duruma elverişli hale getirmiştir. Onun yasaları ilkellik ve uygarlık ortamında, çölde veya ormanlık alanlarda da uygulanabilme özelliğine sahiptir. Çünkü İslam, tüm insanlığın, her çağ ve bölgenin dinidir. Bu da İslam’ın en büyük mucizelerinden biridir.