İslam’da Akıl Emmiyeti

Kapak dosya – ahmet inal / 2018 haziran / 67. Sayı

İnsan yeryüzünün halifesi olarak kabul edilmiş ve kendisini üstün kılan akıl nimeti sayesinde diğer varlıklar arasından sıyrılarak şerefli bir konuma yerleşmiştir. Ne var ki, kan dökme ve yeryüzünde fesat çıkarma tabiatından bağımsız düşünülemeyen insanoğlu kendisini kıymetli kılan akıl nimetini Allah’ın celle celâluhu istediği doğrultuda kullanmayarak şirkin ve küfrün çıkmaz sokaklarında heder etmiştir. İnsanoğlunun çizgiden saptığı bu noktada devreye giren peygamberler ise onları her daim aklıselime davet etmişler ve bu minvalde kendilerine indirilen hakikatleri tebliğ edegelmişlerdir. Zira haktan sapan kitlelerin tekrar hakka dönmesi ancak akıllarını dumura uğratan amillerden sıyrılıp temiz bir akıl ve fıtrat ile imana yönelmeleriyle mümkündür. Şurası bir gerçek ki; İslam imanın nurunu görebilmeyi Müslümanca bir akletme ameliyesine bağlamaktadır. Çünkü akıl da iman da aynı merkeze bağlanmakta ve ortak bir şekilde beslenmektedir. Bahsi geçen merkez ise en nihayetinde kalptir. İslam ulemasının cumhuruna göre akıl kalbin bir melekesi durumundadır.  İşte bu açıdan temiz akıl ve hakiki iman sanıldığı gibi birbiriyle çatışan iki unsur değil imanın rehberliğinde yol alan iki yoldaştır. Hal böyle olunca tüm peygamberler davetlerini ulaştırırken hitaplarını “Hâla aklınızı kullanmıyor musunuz?” nidasıyla destekleyerek kavimlerine imanın yolunu göstermişlerdir.

“(Hud dedi ki:)Ey kavmim! Ben, ona (peygamberliğe) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Hâla aklınızı kullanmıyor musunuz?” [1]

“Firavun’a gidin, zira o haddini son derece aştı. Ona yumuşak söz söyleyin. Umulur ki düşünüp öğüt alır veya saygı duyup korkar.” [2]

“İbrahim şöyle dedi: “Öyle ise siz, (hala) Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda, hiçbir zarar veremeyecek şeylere mi tapacaksınız? Yazıklar olsun, size de; Allah’ı bırakıp tapmakta olduklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?” [3]

“Mûsâ, “O, doğunun da batının da ve ikisi arasındaki her şeyin de Rabbidir. Eğer düşünüyorsanız bu, böyledir” dedi. [4]

Bu ayetler ışığında rahatlıkla diyebiliriz ki, İslam’da aklın korunmasındaki asıl mesele; kişinin düşünme ve muhakeme edebilme melekesini kaybedip mecnun ya da ahmak konumuna düşmesini engellemek değil, imana giden yolun çer çöp ile tıkanarak onun akıl tutulmasına maruz kalmasını engellemektir. Mecnun konumuna düşen birisi dünyevi açıdan ciddi zorluklar çekse de bu hastalığı sebebiyle uhrevi bir cezaya çarptırılacak değildir. Ancak aklını onu bahşeden Allah’ın istediği şekilde kullanmayıp ta yanlış yollarda atıl kılan kimse bu hareketinden dolayı kıyamet gününde elbette cezaya müstahak görülecektir. Meseleye bu açıdan bakılınca akıl emniyetinin her şeyden öte bir iman emniyeti olduğu ve İslam’ın ona neden bu kadar önem verdiği hususu kendiliğinden ortaya çıkıverecektir.  

Yukarıdaki izahatlerden de anlaşılacağı üzere İslam akla son derece önem vermektedir. Ancak bu önemin daha iyi anlaşılması için aklın, İslam ahkâmının insan ve ona ait unsurlar için açtığı koruma kalkanının neresinde durduğunu iyi kavramak gerekir.  İslam dininde hükümler ağırlıklı olarak beş gayeye binaen konulmuştur. Hükümlerde, kulların mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmeleri için şu beş şey hedef tutulmuştur:  “Canın muhafazası, malın muhafazası, dinin muhafazası, aklın muhafazası, neslin muhafazası.”

Bu beş ana esas, “İslam dininin ana maksatları, hüküm koyarken şariin yani hüküm koyucunun gözettiği prensipler” olarak ifade edilen Mekasidü’ş-Şeria içindeki zaruriyyat basamağını oluşturmaktadır. Mekasidü’ş-Şeria yani hüküm konulurken gözetilen gayeler kendi içinde zaruriyyat, haciyyat ve tahsiniyyat olmak üzere 3 basamak halinde incelenir.

Zarûriyyât, en üst düzeydeki yararları, yani toplumun varlığı ve düzeni için vazgeçilmez temel hak ve değerleri ifade eder. Bunlar yukarıda zikredilen beş hususun korunması şeklinde özetlenir ve “zarûriyyât-ı hamse” olarak anılır. Hangi konuda fetva verilmesi gerekirse gereksin bu beş ana prensibe uygunluk arz etmelidir. Müçtehit, fetva vereceği konu hakkında gerekli bütün bilgileri toplayıp, o konu ile ilgili naslara vakıf olduktan sonra, yorumlama ve güncelleme yapabilmeli, en önemlisi ise vermiş olacağı fetva zarûriyyât-ı hamse’ye (beş ana gayeye) uygunluk arz etmelidir.  Hâciyyât, zaruret derecesinde olmamakla birlikte ferdî ve içtimaî hayatın düzenli biçimde yürümesini sağlayan, karşılanmaması zorluk, huzursuzluk ve sıkıntıya sebebiyet veren faydalardır. Satım, kira vb. akidlerin meşrû kılınması, bu tür faydaların sağlanması için konmuş hükümlerin örneklerini oluşturur. Tahsîniyyât da ahlâkî erdemlerin geliştirilmesi, görgü kurallarına uyulması vb. yollarla sağlanan, zaruret ve ihtiyaç derecesine ulaşmamakla birlikte hayatı kolaylaştıran ve güzelleştiren faydaları ifade eder. Temizlikle ilgili hükümler, yeme içme âdâbı, zararlı ve dinen necis nesnelerin satım sözleşmesine konu edilmesinin yasaklanması, bu tür faydanın sağlanması amacını taşıyan hükümlere örnek gösterilir.[5]

Hayat kitabımız Kur’an-ı Kerim’de akıl kelimesi 49 yerde fiil olarak geçmiş ve bu yerlerin hiçbirinde yalın bir isim olarak kullanılmamıştır. Buradan hareketle ideal olan aklın durağan değil daima hareket halinde olması gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. Zira faal olan akıl yanlış yollara sapmış olsa da hata ede ede doğruyu bulacaktır. Durağan olduğunda ise belirli sabiteler arasında hapsolup kendisini atıl kılacaktır. Bu ise, peygamberlerin davetine karşı kör sağır kesilip te atalarının mirasına akletmeksizin bağlanan kavimlerin sergilediği bir durumdur. Kur’an-ı Kerim bu vaziyette bulunan insanları şu şekilde nitelendirmiştir:

“Gerçek şu ki, Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez sağırlar ve dilsizler (düşünmeyen, hakkı duyup söylemeyenler)dir.” [6] 

Bu insanların aksine aklını Allah’ın istediği yönde kullananlar ise Kur’an’da yerlerini övgüyle almıştır:

 “Onları müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir, akl-ı selim sahipleridir.” [7]   

Ancak üzülerek belirtmeliyiz ki; akıl Kur’an’da gayet müsbet vasıflarla anlatılırken günümüz lisanında şerhe muhtaç olmadan kullanamadığımız bir kelime haline almıştır. Çünkü ilâhî hitabı anlamaya yarayan, sınırlı ve makul düşünmeyi gerektiren akıl, ilahi hitabı sorgulayan ve hadsiz düşünmeyi temsil eden bir mahiyete büründürülmüş, bununla birlikte de “aklınızı kullanmıyor musunuz?”  ilahi kelamı yanlış fikirlere kurban edilmiştir. İşte bu bakımdan aklın tarifinin tekrar yapılması, konumunun yeniden belirlenmesi ve İslam’ın tavsiye ettiği aklıselim(bozulmamış, saf) ile rasyonalizmin simgesi olan aklı sakim(hastalıklı, noksan) arasındaki farkın net olarak ortaya konulması gerekmektedir. Zira hürriyetini ilan edip rabbinin karşısına bir düşman olarak çıkan akıl, alkol ve uyuşturucu ile ket vurulan akıldan daha tehlikelidir. İşte bu sebepledir ki akıl emniyetinden bahsedeceksek sadece bağımlılık yapan maddelerden dem vurmak meselenin büyük bir yönünü göz ardı etmek olacaktır. Öyleyse akıl emniyetini sağlamak yani akılların o aklı verenin yolunda kullanılmasını temin etmek maksadıyla yukarıdaki sorulara yeniden ama yeni olmayan cevaplarla karşılık arayalım. Akıl nedir ve nasıl kullanılmalıdır?

Sözlükte mastar olarak “menetmek, engellemek, alıkoymak, bağlamak” gibi anlamlara gelen akıl; “bilgi edinmeye yarayan, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayıran bir güç, bu güç ile elde edilen bilgi, kötü şeylerden alıkoyan ve iyi şeylere yönelten bilgi, hakikatin bilinmesini sağlayan bir kaynak, ilâhî hitabı anlamaya yarayan bir alet” olarak tarif edilmiştir.

Aklın konumu ne olmalıdır sorusuna ise şu satırlardan cevap arayalım:

“Allah’ın teklifleri (dinin emir ve yasakları) ancak akılla idrak edilir. Akıl, bu tekliflerin sebebini, hikmetini, yerine getirildiği zaman faydasını, yerine getirilmediği zaman zararını anlayabilir. İslâm akıllı insanlara hitap ediyor ve insanlara akıllarını kullanmalarını emrediyor. İslâm akla bu kadar önem verirken, onu hiç bir zaman son karar yeri, bilginin, fayda-zararın son hakemi yapmamıştır. İslâmí hükümlerin hikmetini ve faydalarını akıl anlar ama, onların sebebini, niçin emredildiklerini tam bilemez. Bir şeyin iyi mi kötü mü olduğuna akıl bir noktaya kadar cevap verebilir. Mutlak doğruyu, mutlak faydayı ve eşyadaki nihai amacı akıl bilemez. Yani akıl her konuda son hakem değildir. Yukarıda geçtiği gibi, insana doğru yolu gösterecek akıl en büyük kazançtır. Ancak sahibini şirkten ve inkârdan; ölümden sonra da ateşten kurtaramayan akıl, iyi çalışan bir akıl değildir. Akla nakil, yani Kur’an ve vahyin açıklaması olan Sünnet yön verirse isabetli karar alır. İslâm, aklı son hakem sayan bütün pozitivist düşünceleri ve felsefeleri reddeder. Hevanın  (aşırı isteklerin) güdümündeki akıllar doğru hükme, hikmete ve hidayete ulaşamazlar.[8]

Günümüzde Müslümanlar olarak geldiğimiz durum gerçekten üzücü bir durumdur. Aklı son hakem sayan Batı zihniyetinin ön plana çıkıp Müslümanlar arasında bile revaç bulması, hayatın, Kur’an’ın, Sünnetin onların gözüyle değerlendirmeye tabi tutulması, Müslümanca akletmeyi telkin eden kitabımıza ve o aklı bize ihsan eden rabbimize karşı gösterilen bir saygısızlık ve vefasızlıktır. Öyleyse akıllarımızı batının enjekte ettiği pozitivist düşünce ve felsefelerinden temizlemeli ve rabbimizin karşısında tekrar boyun eğdirmeliyiz. Ancak böyle yaptığımız takdirde bize nimet olarak bahşedilen aklı İslamlaştırmış ve emniyet altına almış oluruz.

Buraya kadar anlatılanlar aklı zihniyet açısından korumanın yolları üzerineydi. Ancak bize emanet olarak verilen aklın bir de biyolojik olarak korunması hususu vardır ki günümüzde büyük bir problem halini almıştır. Müslüman aklını fikirsel açıdan yozlaştırarak dumura uğratmak isteyen hâkim güç, Batı medeniyeti diğer yandan özellikle gençler arasında alkol ve uyuşturucu illetinin yayılmasına zemin hazırlayarak insanların aklını hedef tahtası haline getirmiştir. Düşünemeyen, madde bağımlısı olan dolayısıyla da Ümmet için hiçbir değer üretemeyen, sürekli tüketen akıl(sız) her zaman için onların aradığı bir unsur olmuştur. Arzuladıklarına ulaşmak için her türlü yolu deneyerek gençleri bu bataklığa sürüklemektedirler. Uyuşturucunun hap şeklinde çok ucuz fiyatlarla ve rahatça satışını sağlayarak bu illeti ortaokul çağına kadar düşürmüşlerdir. Neticede uyuşturucu bağımlıları, bu bağımlıları kurtarmak için açılan merkezler, bu sektörde meydana gelen suç olayları ve bunları önlemek amacıyla emniyet güçleri tarafından harcanan emek ve yapılan masraflar, anne- babaların kaybolan umutları, gençlerin heba olan hayatları… Ortaya çıkan tablo kocaman bir enkaz… Dinimiz İslam ne insanın madde bağımlılığı neticesinde onurunu düşürecek, aklını giderecek durumlara düşmesine razı ne de Müslüman gençliğin batıl yollarda helak edilmesine razıdır. Bu konuda herkesin en başta kendisine daha sonra ise çoluk çocuğuna sahip çıkması İslam’ın emrettiği hususlardandır.

Günümüzde Müslümanların akıl emniyeti açısından dikkat etmesi gereken hususlardan birisi de gün geçtikçe yaygınlaşan akıl hastalıklarına karşı kendisini korumasıdır. Bu hastalıklar depresyon, şizofreni, paranoya, delilik olabilir. Bu hastalıkların sebepleri bazen biyolojik bazen de sosyal, ekonomik etkenler olabiliyor. Hastalığın sebebi biyolojik ise gereken tedavi aksatılmadan sağlık kuruluşlarında yapılmalıdır. Ancak bu hastalıklar çoğu zaman stres gibi etkenlerden kaynaklanmaktadır. Stres nedeniyle bu hastalıklara maruz kalan bir kimsenin yapması gereken şey, dünyanın bir imtihan alanı olduğu hakikatini daima hatırlaması ve sabır ile Allahtan yardım istemesidir. Kişi unutmamalıdır ki; stresle mücadele etmesi için kendisine büyük bir güç verilmiştir: Kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain kılmak…    


[1]. Hud, 51

[2]. Taha, 43-44

[3]. Enbiya, 66-67

[4]. Şuara, 28

[5]. bkz. DİA, MAKĀSIDÜ’ş-ŞERÎA

[6]. Enfal, 22

[7]. Zümer, 18

[8]. Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 38-40