İslam Akidesinin Mahiyeti Ve Özellikleri-1

Kavramlar – Mahmut Varhan / 2024 Haziran / 139. Sayı

Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd eder; bütün peygamberlerin seyyidi olan ve tevhid akidesini yeryüzünde kıyamete kadar kalacak şekilde hâkim kılan Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e, bu büyük vazifede onun yardımcıları olan âline, ashabına ve tevhid akidesinin bekâsını sağlamak uğrunda mücadele eden bütün mü’minlere salat ve selam ederiz.

İmdi; bu makalede İslam akidesinin mahiyetini ve bazı özelliklerini beyan etmeye çalışacağız. Allah azze ve celle’den dileğimiz, hakkı hak olarak bilip ona tabi olmaya ve batılı da batıl olarak bilip ondan sakınmaya bizleri muvaffak kılmasıdır.

1) İslam Akidesi Rabbani Olup Vahye Dayanmaktadır

İslam akidesini, yeryüzü kaynaklı beşerî düşünce ve inançlardan ayıran en temel özelliği semavi olup vahye dayanmasıdır. İslam akidesi, herhangi bir insanın zihninin ürünü değildir. Peygamberlerin vazifesi, sadece bu akideyi Allah’tan alarak insanlığa ve cinlere tebliğ etmektir. Allah’tan almaksızın kendilerinin hak dine herhangi bir şey katmaları veya ondan herhangi bir şeyi eksiltmeleri ya da değiştirmeleri söz konusu değildir. Böyle bir şey peygamberlerin ismet sıfatına ve peygamberlik makamına aykırıdır. İslam akidesinin bu özelliği, bütün insanların ve cinlerin bu akide karşısında eşit bir konumda olmalarını ifade etmesi açısından çok önemlidir. Bundan dolayıdır ki Rabbimiz celle celaluhu, kitap ehlini tevhid akidesine davet ederken şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Ey ehl-i kitab! Bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin! Şöyle ki: ‘Allah’dan başkasına ibâdet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bazımız bazımızı rabler edinmesin!’” Buna rağmen (onlar yine de) yüz çevirirlerse artık: “Şâhid olun ki gerçekten biz Müslümanlarız” deyin!” (Âl-i İmran, 64) Biz müslümanların da kitap ehlinin de eşit derecede kabul etmekle mükellef kılındığımız ve kabul etmemiz takdirinde eşit derecede karşısında sorumlu olacağımız en âdil söz, işte burada özetlenen İslam akidesidir. Bu da onun herhangi bir kişinin veya kavmin ürünü olmayıp, semâvî olmasından kaynaklanmaktadır; zira eğer bu akide vahye dayanmayıp, filozofların düşünce ve inanç sistemlerinde olduğu gibi herhangi bir kişi veya millete ait olsaydı, bütün insanlığın onun karşısında eşit derecede sorumlu olması mümkün olmazdı.

Yine İslam akidesinin bu özelliği şu ayet-i kerimede de açık bir şekilde belirtilmiştir: “De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay hâline!” (Fussilet, 6) Görüldüğü gibi Rasûlullah efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bir beşer olduğu özellikle vurgulandıktan sonra bu akidenin Allah tarafından ona vahyedildiği belirtilmiştir. Böylece bu akidenin bütün insanları bağlayıcı olduğu, bunun Hz. Muhammed’in şahsından kaynaklanmadığı, onun sadece bunu tebliğ etmekle mükellef olduğu belirtilmiştir. Hz. Peygamberin bu hususta herhangi bir tasarrufunun bulunmadığı şu ayet-i kerimede de açık bir şekilde ifade edilmiştir: “Âyetlerimiz kendilerine apaçık birer delil olarak okunduğunda, (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar, “Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edecek olursam, elbette büyük bir günün azabından korkarım.”(Yûnus, 15)

2) İslam Akidesinin Delilleri Yakînidir

Vahiy kaynaklı olan İslam akidesi, yakîni delillere ve kesin ilim ifade eden kanıtlara dayanmaktadır. Akidenin temel esaslarında zan ifade eden deliller kabul edilmez. Yakîn ifade eden delillerin başında peygamberlerin mucizeleri gelmektedir. Kur’an-ı kerim, Rasûlullah efendimizin kıyamete kadar bâki mucizesi olduğundan dolayı İslam akidesinin temelini oluşturmaktadır. Yine Kur’an-ı Kerim’i beyan eden ve bu özelliği ile vahiy olan sahih sünnet-i seniyye de akidenin temelini oluşturan en önemli kaynaktır. Kur’an-ı kerim ve sünnet-i seniyye’de akidenin temeli olarak ortaya konan deliller kevnî, fıtrî, aklî ve vicdanî delillerdir. Âdeta bütün kâinat tarassut edilerek zerrelerden kürelere, ferşten arşa kadar bütün varlıklar konuşturularak İslam akidesine şahit olarak gösterilmiştir. Bütün varlıklar şahitlik makamında konuşturulurken de insanın aklına ve vicdanına hitap edilerek ikna olması talep edilmektedir. Tevhid akidesinin delilleri fıtrî olunca, insaf ile üzerinde tefekkür edenin kabul etmemesi ve ikna olmaması mümkün değildir. Ancak bile bile inat eden veya dünyevi şehvetlere gark olup hayatî derecede önemli olan bu husus üzerinde tefekkür etmeyen gafiller inkâr edebilirler. İslam akidesinin yakînî delillere dayandığını ifade eden bazı ayet-i kerimeleri kaydetmemiz yerinde olacaktır:

“Allah’a ortak koşanlar diyecekler ki: “Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram saymazdık.” Onlardan öncekiler de aynı şekilde yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: “Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi mi var? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece temelsiz bir tahminde bulunuyorsunuz. De ki: “En üstün delil yalnızca Allah’ındır. O, dileseydi elbette sizin hepinizi doğru yola iletirdi.” (En’am, 148-149)

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiya, 22)

“De ki: “Eğer O’nun ile beraber, söyleyip durdukları gibi ilâhlar olsaydı, o takdirde (onlar) arşın sâhibine (üstün gelmek için) bir yol ararlardı. Allah onların söylediği şeylerden münezzehtir, çok çok yücedir. Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsra, 42-44)

“Sen öğüt vermeye devam et; rabbinin lütfu sayesinde sen asla ne bir kâhinsin ne de bir mecnun. Demek onlar, “O bir şairdir; zamanın sillesini yiyeceği günü bekliyoruz” diyorlar öyle mi? De ki: “Bekleyin bakalım, ben de sizinle birlikte beklemekteyim!” Bunu onlara akılları mı emrediyor yoksa onlar azmış bir topluluk mu? “Onu kendisi uydurmuştur” diyorlar öyle mi? Hayır hayır; inanmıyorlar.  Eğer doğru sözlü iseler onun benzeri bir söz getirsinler. Acaba onlar bir yaratıcı bulunmadan mı yaratıldılar, yoksa yaratıcı kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yaratmışlar? Hayır hayır! Onlar bir türlü idrak edip inanmıyorlar. Yoksa rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa her şeye egemen olan onlar mı? Yoksa onların, üstüne çıkıp gizli şeyleri dinleyecekleri bir merdivenleri mi var? Eğer öyleyse, içlerinden dinleyen biri açık bir kanıt getirsin. Kızlar O’na, erkek çocuklar da size öyle mi? (Rasûlüm!) Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar bunun ağırlığı altında mı eziliyorlar? Ya da gayb bilgisi kendilerinin yanında da onlar (buradan alıp) mı yazıyorlar?  Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Ama asıl tuzağa düşecek olanlar inkârcıların kendileridir! Yoksa onların Allah’tan başka bir tanrıları mı var? Allah onların yakıştırdıkları ortaklardan tamamıyla münezzehtir.” (Tûr, 29-43)

Kur’an-ı kerim baştan sona bu tür ayetlerle dopdoludur. Bu ayetleri açıklamak sayfalarca yazmayı gerektirdiği için örnek kabilinden bu ayetleri vermekle yetinelim.

3) İslam Akidesinin Özelliklerinden Biri de Sade ve Anlaşılır Olmasıdır

Tevhid akidesinin muhatapları bütün insanlar, cinler hatta bütün varlıklar olduğu için bu akide gayet açık, anlaşılır ve sade bir akidedir. En büyük bilim adamı kendi derecesine göre bu akideyi anladığı gibi, dağ başındaki avamdan bir çoban dahi kendi derecesine göre bu akideyi anlar. Tevhid inancını ders veren Hz. Peygamberin meclisinde alim sahabilerle bedeviler birlikte oturur, herkes kendi derecesine göre tevhid akidesini fehm ederdi. Kıyamete kadar Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyye aynı açıklıkta ve sadelikte bu akideyi öğretmeye devam etmektedirler. Diğer taraftan bu akidenin delilleri fıtrî, aklî, kevnî ve vicdanî olduğu için aklı başında olan, fıtratı bozulmamış ve vicdanı fesada uğramamış herkes derecesine göre idrak eder. Tevhid akidesinin sadeliğine ve açıklığına örnek olması için şu ayeti kerimeleri kaydetmemiz yerinde olacaktır:

“De ki: “O, Allah’tır, tektir. Allah Samet’tir (hiçbir şeye muhtaç olmayıp, her şey O’na muhtaçtır). O doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.” (İhlas, 1-4)

“Allah, O’ndan başka ilah yoktur; O Hayy’dır(diridir), her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun izni olmadıkça katında hiçbir kimse şefaat edemez. Onların önlerinde ve arkalarında olanları O bilir. O’nun ilminden hiçbir şeyi -dilediği müstesna- hiç kimse kuşatamaz. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine almıştır. Onları korumak kendisine zor gelmez. O yücedir, mutlak büyüktür.

Dinde zorlama yoktur. Doğru eğriden açıkça ayrılmıştır. Artık kim tağutları reddeder de Allah’a iman ederse kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir ve bilir.

Allah iman edenlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise tağutlardır; onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sokarlar. İşte bunlar ateşliklerdir, bunlar orada devamlı kalıcıdırlar.

Allah’ın kendisine verdiği iktidara dayanarak rabbi hakkında İbrâhim ile tartışmaya giren kimseyi görmedin mi? İbrâhim “Rabbim hayat veren ve öldürendir” deyince o, “Hayat veren ve öldüren benim” dedi. İbrâhim “Allah güneşi doğudan getirmektedir, hadi sen de onu batıdan getir” dedi. Bunun üzerine inkârcı ne diyeceğini bilemedi. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Bakara, 255-258)

Abbasiler döneminde felsefe kitaplarının tercüme edilmesi neticesinde bazı kimseler akide konularını delillendirmek hususunda felsefî nazariyelerden destek almaya kalkışmış ve böylece İslam akidesinin sadeliğini ve anlaşılırlığını bozmuşlardır. Bunun sonucunda çeşitli bidat fırkaları ortaya çıkmıştır. Bunlar felsefe ile yakınlıkları oranında İslam akidesinin sadeliğinden uzaklaşmışlardır. Bu durum öyle bir hal almış ki, halkın çoğunluğu akideyi açıklamak için yazılan bidat ehline ait kelam kitaplarını anlamaz olmuştur. İslam ümmetinin maruz kaldığı büyük felaketlerden biri de hiç şüphesiz ki budur. Ehli sünnet alimleri ilk dönemde felsefe ile karışık olan bidat ehlinin bu kelamından şiddetle sakındırmışlardır. Fakat zamanın ilerlemesi ve halkın da bozulmasını göz önünde bulundurarak felsefeden arındırılmış mantık ilminin kurallarına göre istidlâl yöntemlerine başvurmayı bir zaruret olarak telakki etmişlerdir. Bunu da bidat ehlinin kelamcılarını ilzam etmek için kabul etmekle birlikte zararlı bir yöntem olduğunu ve bu hususta ehliyet ve liyakati sabit olanlardan başkalarının sakınmaları gerektiğini belirtmişlerdir. Zira kelâmî istidlâl yöntemleri sadece belirli bir sınıfa hitap etmekte olup, müslümanların cumhuruna kapalıdır. İslam tarihinin belirli dönemlerinde kelam ilmine ihtiyaç duyulmuş olsa da günümüzde bu ilmin tecdid edilmesi gerektiği genel kabul görmüştür. Bununla birlikte tevhid akidesini delillendirmek için en doğru yöntem, Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu yöntemdir.

4) İslam Akidesi Kapsamlıdır/Kuşatıcıdır

İslam akidesinde ezel ve ebed, gayb ve şehadet alemleri, arz ve semavat, dünya ve ahiret, melekler, insanlar ve cinlerle ilgili nasıl inanılması/düşünülmesi gerektiği beyan edilmiştir. Allah, Kâinat, İnsan ve Hayat hakkında hak olan tasavvur/düşünce ortaya konmuştur. Vahdaniyyet, Risalet, Şeriat ve Ahiretle ilgili tafsilatlı açıklamalarda bulunulmuştur. Mükellefin düşünce sisteminde boşluk bırakmayacak şekilde itikadi bütün konularda yeterli derecede beyanatta bulunulmuştur. Bu yönüyle İslam akidesi kapsamlı ve mükellefin itikad ile ilgili bütün yönlerini kuşatıcıdır.

Sahabe-i Kiram ve Selef-i Salihin İslam akidesini bu şekilde kapsamlı ve kuşatıcı olarak benimsediklerinden dolayı itikad ve amel konusunda Kur’an ve Sünnet ile yetinmiş, diğer toplumlara ait dini metinlerden veya felsefi görüşlerden etkilenmemişlerdir. Böylece itikad ve amel hususunda müstakil bir şahsiyete sahip olmuş, diğer dünya milletleri karşısında her açıdan bağımsız bir ümmet oluşturmuşlardır. Kur’an ve Sünnetten öğrenip hayatlarına tatbik ettikleri İslam akidesine ve salih amellere bütün insanlığı davet etmiş ve toplumlar üzerinde büyük bir tesir meydana getirmişlerdir. Bu gayretleri neticesinde insanlığın tarihi seyrinde batıldan hakka doğru bir değişim meydana gelmiştir.

Fakat Abbasiler döneminde felsefe kitaplarının Arapçaya tercüme edilmesinden itibaren yavaş yavaş Kur’an ve Sünnet ile yetinme olgusundan uzaklaşılıp, diğer milletlere ait düşünce ve felsefelerden etkilenen bidat fırkaları İslam toplumunda etkili olmaya başlamıştır. Bu olumsuz tesir son asırlarda iyice artarak Müslüman toplumlar içinde batılılaşma hareketleri meydana çıkmıştır. Bu hareketlerin yıkıcı faaliyetleri neticesinde kapsamlı, kuşatıcı ve yeterli olan İslam akidesinin Müslüman toplumlar üzerindeki yönlendirici etkisinde zedelenmeler meydana gelmiş ve toplum içerisinde batı kaynaklı düşünceler yayılmıştır. Böylece batının İslam alemine yönelik gerçekleştirdiği iktisadi, siyasi ve askeri işgallerinden önce fikri ve kültürel olarak İslam alemini işgal etmiştir. Diğer işgaller ancak bu temel atıldıktan sonra meydana gelebilmiştir. Dolayısıyla iktisadi, siyasi ve askeri işgallerden kurtulmak isteyen İslam aleminin öncelikli olarak fikri/itikadi ve kültürel işgalden kurtularak öz dinamiklerine dönmesi, Selef-i Salihinde olduğu gibi itikad ve amel olarak şeriat-ı ğarra ile yetinmesi gerekir.

Cabir b. Abdullah’ın rivayet ettiğine göre Ömer b. Hattab radıyallahu anh elinde Tevrat’tan bir parça ile Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme gelince, Hz. Peygamber öfkelenip şöyle buyurdu: “Ey Hattab’ın oğlu! Bu ne şaşkınlık? Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben size bembeyaz, dupduru, tertemiz bir hakikatle geldim. Ehlikitaptan bir şey sormayın. Çünkü size söyleyecekleri bir gerçeği yalanlayabilir veya yanlış bir şeyi tasdik edebilirsiniz. Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer Musa şimdi aranızda yaşamış olsaydı, bana tabi olmaktan başka bir şey yapamazdı.”[1]

Abdullah b. Abbas şöyle demiştir: Sizler ehl-i kitaba herhangi bir şeyi nasıl soruyorsunuz? Halbuki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme indirilmiş olan kitabınız, kitapların en yenisidir. Sizler onu halis olarak ve (içine başka hiçbir şey) karışmamış olduğu halde okumaktasınız. (Bu kitap,) ehl-i kitabın Allah’ın kitabını tebdil edip, değiştirdiklerini, kitabı kendi elleriyle yazdıklarını ve onu verip az bir bedeli almak için ‘Bu Allah katındandır’ dediklerini sizlere söylemiştir. Dikkat edin! Size gelmiş olan ilim, onlara sorma yasağı getirmiyor mu? Vallahi biz onlardan hiçbir kimseyi, size indirilmiş olan kitap hakkında size soru sorarken görmüş değiliz![2]

Ebû Saîd el-Hudrî”den nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Ey Ebû Saîd! Kim Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan ve peygamber olarak Muhammed’den razı olursa ona cennet vacip olur.”[3]

5) İslam Akidesi Evrenseldir

Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i seniyyeden açık bir şekilde anlaşıldığı üzere bütün insanlar ve cinler iman esaslarına bağlanmakla mükelleftirler. Bu yönüyle İslam akidesi bütün dünyayı ve insanlık aleminin tümünü kuşatmaktadır. İnsanlar bu akide karşısındaki tavırlarına/duruşlarına göre taksim edilirler. Buna göre tevhid akidesinin muhatapları ya bu akideye bağlanan mümin veya açık bir şekilde tevhid akidesini reddeden kafir/müşrik ya da menfaat ve çıkarlarını korumak için kalbinde küfür ve şirki barındırsa da diliyle iman esaslarını ikrar eden münafıktır. Yeryüzündeki insanların çeşitli sınıflara taksim edilmesi ve mensup oldukları sınıfa göre hukuklarının belirlenmesi hususunda en adil taksim, bütün kâinatın sahibi ve bütün insanların rabbi olan Allah Teâlâ’nın yapmış olduğu bu taksimdir. Bu taksime göre şekillenen toplumların tarih boyunca merhamet ve adalet gölgesi altında yaşadıkları sabittir. Örneğin yüzyıllarca İslam hakimiyeti altında kalan Kudüs’te hem Müslümanlar hem de gayri müslimler emniyet ve adaletin gölgesi altında komşu olarak birlikte yaşamışlardır. İslam’ın tatbik edildiği diğer bütün şehir ve memleketlerde de merhamet ve adaletin gölgesinde bütün sınıfların hukukunun muhafaza edildiğini ve emniyet içerisinde birlikte yaşadıklarını İslam düşmanları dahi itiraf etmektedirler.

Toplumların evrensel olan İslam akidesine göre şekillenmediği modern dönemlerde ise, insanlık alemi ulusal parçacıklara bölünmüş ve her bir ulus kendi ulusal çıkarlarını korumak için diğer ulusların hukukuna tecavüz etmeyi ve onlara saldırmayı tabii bir hakkı olarak addetmiştir. Böylece tevhid akidesinden uzaklaşan insanlık alemi yüzyıl içerisinde iki cihan harbi yaşamış ve üçüncü bir cihan harbinin eşiğine gelmiştir. Yeryüzünde merhamet ve adalet kaybolmuş, haklı olanlar mazlum duruma düşmüş, güçlü olanlar haklı olarak kabul edilmişlerdir. Toplumların tevhid akidesinden uzaklaşarak ırk temeli üzere bölünmelerinin ne kadar büyük bir felaket olduğunu görmek için, şu anda Filistin’de cereyan eden olaylara bakmak yeterlidir.

İnsanların akidelerine göre tasnif edilerek, hukuklarının buna göre belirlenmesi hikmet ve adalete muvafıktır; zira insan kendi hür iradesiyle akidesini seçmektedir. Ancak insanların seçmediği ve herhangi bir tesirlerinin bulunmadığı uluslara/ırklara göre tasnif edilmeleri, ırkçılık/faşizm hastalığının ortaya çıkmasına ve her bir ırkın diğerlerine zulmetmesine yol açmaktadır. Bugün dünyanın içinde bulunduğu hal bunun en sadık şahididir.

6) Tevhid Akidesi, Salih Amelin Temelidir

Allah azze ve celle bu hakikati bir misal vererek şöyle ifade etmektedir: “Allah’ın nasıl bir misal getirdiğini görmedin mi? Güzel sözü, kökü sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti. O ağaç, rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle misaller getirmektedir.” (İbrahim, 24-25) Buradaki kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetilen “Kelime-i Tayyibe”den maksat, tevhid kelimesidir. Böylece iman meyvedar köklü bir ağaca benzetilmiştir ki, Allah’ın izniyle bu ağaç yaz-kış sürekli yemişlerini vermektedir. İmanın kalbinde kök saldığı mü’minin hâli de böyledir; sürekli olarak onun salih amelleri göğe yükselmektedir. Mü’minin salih amellerinin kıvamı ve çeşitliliği, imanının kuvvetine göre değişmektedir.

Diğer taraftan tevhid akidesinin bozularak şirke düşülmesi durumunda bütün amellerin heba olacağı haber verilerek şöyle buyurulmuştur: “Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu ki: “Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın.” (Zümer, 6) Burada peygamberlere hitab edilmiş olsa da ümmetleri kastedilmiştir. Zira peygamberler şirk koşmaktan masumdurlar. Bununla birlikte direk peygamberlere hitap edilmiş olması, durumun vahametini ortaya koyması açısından dikkat çekicidir. Buna göre herkim şirk koşacak olursa, bütün amelleri zayi olup hüsrana uğrayanlardan olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ müşriklerin işledikleri ameller hakkında şöyle buyurmaktadır: “Onların yaptıkları her bir (iyi) işi ele alırız, onu saçılmış zerreler haline getiririz (değersiz kılarız).” (Furkan, 23) Yine tevhid akidesinden uzaklaşmış, Allah’ın ayetlerini/kanunlarını ve peygamberlerini alaya alarak inkâr etmiş olan kafirlerin amelleri hakkında şöyle buyurulmaktadır: “De ki: “Size, iş ve davranışları bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? Onlar, iyi yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir. İşte onlar, rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa gitmiş olanlardır. Bu sebeple biz kıyamet gününde onların (dünyadaki) amellerine değer vermeyiz. İnkâr etmeleri, âyetlerimi ve resullerimi alaya almaları sebebiyle işte onların cezası cehennemdir.” (Kehf, 103-106)

İman ile salih amel arasındaki bu kuvvetli bağdan dolayıdır ki alimlerin çoğunluğu, ameli imanın bir cüz’ü olarak kabul etmiş; diğer bazı alimler de amelin imanın bir cüz’ü olmadığını söyleseler dahi imanı kuvvetlendiren ve kemale erdiren bir unsur olarak kabul etmişlerdir.

İbn Ebî’l-izz diyor ki: Lâ ilahe illallah’ın nuru, bunu söyleyenlerin kalbinde o kadar farklıdır ki, bunun derecelerini ancak Allah bilir. Bunun nuru bazılarının kalbinde güneş gibi, bazılarının kalbinde parlak bir yıldız gibi, bazılarının kalbinde büyük bir meşale gibi, bazılarının kalbinde aydınlatan bir kandil gibi, bazılarının kalbinde ise, zayıf bir kandil gibidir. Bu nedenle, mü’minlerin kalplerinde, İslâm’ı bilmelerinden ve sâlih ameller işlemelerinden meydana gelen iman ve tevhid nuru, kıyamet gününde kalplerindeki miktara göre sağ taraflarında ve önlerinde görülecektir. Lâ ilahe illallah’ın nuru, ne kadar kuvvetlenir ve büyürse, o derecede kalbe gelen şüpheleri ve şehevî arzuları yakıp imha eder. Hatta öyle bir dereceye ulaşır ki, herhangi bir şüphe veya şehvetle yahut günahla karşılaşırsa, onu yakar. Evet, tevhide sadık olanın durumu da böyledir. Onun imanının seması, her türlü hırsızdan, yıldızların yakması ile korunur.[4]


[1]. Ahmed, Müsned, 14736, Hasen bir hadistir.

[2]. Buhari, 7363.

[3]. Müslim, İmâre, 116.

[4]. Hasan Karakaya, İslam Akaidi: 66