Kapak Dosya – Mahmut Varhan / 2014 Mayıs / 18. Sayı
Kullarından dilediği kimseleri hidayete erdiren, dilediği kimseleri de dalâlete sevkeden ve bizlere hidayeti bahşeden Allahu Teâlâ’ya hamd ederiz. Kalpleri hidayet üzerinde sabit kalan peygamberlere, sıddıklara, şehidlere ve salihlere salât ve selâm olsun.
● Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Âgah olun ki bedende bir et parçası vardır; o salih olup düzeldiği zaman, bütün beden salih olup düzelir; o fesada uğrayıp bozulduğu zaman da bütün beden fasid olup bozulur. Âgah olun ki, o kalptir.”(1)
İbni Receb el-Hanbeli bu hadisi şöyle şerhetmektedir: “Bu hadis işaret etmektedir ki kulun âzalarının hareketlerinin salâhı/doğru olması ve kulun haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınabilmesi ancak kalbinin hareketinin salâhı ve doğruluğu nisbetinde meydana gelir.
Şayet kulun kalbi selim olup, içinde sadece Allah’ın muhabbeti, Allah’ın sevdiği şeylerin muhabbeti, Allah’tan korkmak ve O’nun kerih gördüğü şeylere düşmekten çekinmek yer etmişse; kulun bütün âzalarının hareketleri de salih ve doğru olacaktır. Eğer kulun kalbi fasid olup, hevâsına tâbi olmak ve Allahu Teâlâ kerih görse bile isteyip arzuladığı şeylerin peşine takılmak ona galip gelmişse; bu durumda da kulun tüm âzalarının hareketleri de fasid olup bozulur ve kalbin, hevâsına tâbi olması oranında ma’siyetlere ve şüpheli şeylere sürüklenir.
İşte bundan dolayı şöyle denilmiştir: “Kalp, tüm âzaların kralı mesabesindedir. Diğer âzalar onun orduları konumundadır. Bu askerler krallarına gayet itaatkâr olup, onun emirlerini yerine getirir ve herhangi bir hususta ona muhalefet etmekten şiddetle sakınırlar. Dolayısıyla eğer melik salih olursa, askerleri de salih olurlar; şayet melik fasid olursa, aynı şekilde askerleri de fasid olurlar.
Allahu Teâlâ’nın katında ancak selim bir kalbin faydası olur. Nitekim yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır: “O gün ki mal da fayda vermez, çocuklar da. Ancak Allah’a kalb-i selimle gelmiş olan başka.” (Şuarâ, 88-89) Selim kalb: Bütün afetlerden ve nâhoş duygulardan arınmış olan; içinde sadece Allah’ın sevgisi, Allah’ın sevdiği şeylerin muhabbeti bulunan ve Allah’tan korkarak O’ndan uzaklaştıran her şeyden çekinip sakınan kalptir.
Hasan el-Basri bir adama dedi ki: “Kalbini tedavi et. Çünkü Allahu Teâlâ’nın kullarından istediği şey, onların kalplerinin salih olmasıdır.”
Allahu Teâlâ’nın ma’rifeti, azameti, sevgisi, haşyeti ve heybeti kalbi doldurmadıkça ve kalp sadece Allahu Teâlâ’ya tevekkül ederek O’ndan ummak üzerinde karar kılmadıkça salih/selim ve doğru olması mümkün değildir.”(2)
● Görüldüğü gibi kalp, insanın en önemli ve hassas organıdır. Zira kalp, insana yön veren ve hareketlerinin yanlış ya da doğru olmasını sağlayan pek çok fıtri ve beşeri duyguların menbâı ve merkezidir. Örneğin hayâ ve hayâsızlık, ümit ve korku, gazab/öfke ve merhamet, sevgi ve nefret, sevinç ve hüzün, gıbta, hased veya kıskançlık şeklinde beliren rekabet gibi…
Bütün bunlar ve benzeri duyguların kontrol altında tutulması, herhangi biri hususunda ifrata ve tefrite kaçılmadan vasat çizgide tutulması gerekir. Bütün bu fıtri duyguların ilâhi rızaya uygun bir şekilde meşrû çerçevede doyurulması lazımdır. Bunun için de bu duyguların kaynağı ve merkezi olan kalbin Kur’an ve sünnet ile yoğrulup terbiye edilmesi kaçınılmazdır.
İnsanın bedeni için kalbin kalıbının sağlığı ne kadar gerekliyse, insanın ruhu ve manevi boyutu için de kalbin manevi yönünün terbiye edilmesi ve salâhı ondan çok daha fazla mühimdir. Çünkü kalbin kalıbının sağlığı şu fâni bedenimizi ve gayet kısa olan bu geçici dünya hayatımızı ilgilendirirken, kalbin aslı ve hayatı olan manevi yönünün selamet ve salâhı ebedi olan ahiret hayatımızı garantiye almaktadır.
Allah’ın tevfiki ile iman üzere güzelce terbiye edilen bir kalp, her türlü faziletin menbâı ve bütün değerli sıfatların masdarı olur. Böyle bir kalp Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, O’nun rızası için vermek ve O’nun adıyla almak, ilâhi ma’rifet, muhabbet, haşyet ve Allah korkusu, recâ ve tevekkül, sabır ve sebat, iffet ve emanet, şecâat ve celâdet, hikmet ve basiret, hayâ ve diğergâmlık, güzel ahlâk ve affetmek, izzet ve merhamet ve daha sayamadığımız pek çok güzel meyveler veren köklü bir ağaç gibidir.
İlâhi tevfikten mahrum kalarak doğru bir şekilde terbiye edilmeyen ve nefsin hevâsına tâbi kılınarak fesada uğrayan kalp ise, bütün rezâilin ve her türlü kötü sıfatların menbâı ve kaynağı olur. Böyle bir kalp riya, hased, ucub ve kendini beğenmek, kibir ve büyüklenmek, dünyevileşmek, cimrilik ve mal tutkunu olmak, servet, şehvet ve şöhretin esiri olmak, korkaklık, hırs ve tul’i emel gibi pek çok acı ve zehirli meyveler veren bir zakkum ağacı gibidir. İşte bütün bunlar da şeytanın kalbe girerek onu ifsad etmesini sağlayan kapılardır. Şeytanın esiri ve kulu olmamak için kalbi onun tesirinden muhafaza etmek ve bu kapıları onun yüzüne kilitlemek gerekir ki, bu da ancak Allah’ın yardımı ile olabilir.
● Salim ve arınmış bir kalp bu kadar önemli olduğu içindir ki, Peygamber efendimizin bir taraftan Allahu Teâlâ’dan kalbini selim bir kalp kılmasını niyaz ettiğini, diğer taraftan huşûsu olmayan fasid bir kalpten Allah’a sığındığını görüyoruz.
Abdullah b. Amr b. el-Âs dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini işittim: “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalplerimizi taâtın üzere çevir/taâtine yönelt!”(3)
Şehr b. Havşeb diyor ki: “Ümmü Seleme’ye: “Ey mü’minlerin annesi, senin yanında iken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in en çok yaptığı dua neydi?” diye sordum. Ümmü Seleme radıyallahu anh dedi ki: “Rasûlullah’ın en çok yaptığı dua şöyleydi: “Ey kalpleri evirip çeviren (Allah’ım)! Kalbimi dinin üzere sabit kıl!” Dedim ki: “Ya Rasûlallah, neden en çok bu şekilde dua ediyorsunuz?” Dedi ki: “Ey Ümmü Seleme, muhakkak ki her Âdemoğlunun kalbi, Allah’ın parmaklarından iki parmağın arasındadır; Allah dilediğini ikâme eder (sırat-ı müstakimde tutar), dilediğini de saptırır.” (4)
Zeyd b. Erkam radıyallahu anh dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (dua ederken) şöyle diyordu: “…Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, huşu’ sahibi olmayan kalpten, doymak bilmeyen nefisten ve icâbet edilmeyen duadan Sana sığınırım.” (5)
● Huşu’, kalbin mutmain olması ve emniyet içerisinde bulunması neticesinde meydana gelir. İşte bu da ancak kâmil bir iman ile gerçekleşebilir. Zira iman, kalbe emniyet verir. Öyle ki iman arttıkça, kalbin emniyeti de artar; imanın azalması oranında da kalbin itmi’nan ve emniyeti azalır. Çünkü iman kalbe girince, kalp nurlanır. Kalbe hakim olan bu iman nûru, kalpte bulunan bütün şüpheleri ve şehvetleri yakıp yokeder. Bu iman kemâle erdikçe, kalbin nûru kuvvetlenir. İman yakin derecesine vardığında ise, kalpte Allah sevgisi ve Allah korkusundan başka sevgi ve korkulara yer kalmaz. Meğer ki yine Allah için olsun. İşte böylece kalb mutmain olur ve emniyete kavuşur.
Allah Azze ve Celle bu kalbin durumunu şöyle beyan ediyor: “Allah’ın gönlünü İslam’a açtığı ve Rabbinden bir nur üzere olan kimse, (kalbi katılaşmış olan kimse gibi) midir? Kalpleri Allah’ın zikrine karşı katılaşanların vay haline! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer, 22)
Başka bir ayet’i kerimede yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun gönlünü İslam’a açar.” (En’am, 125)
İşte Allah’ın hidayete erdirmek istediği kimse, gönlünün İslam’a açılması ve kalbinin imanla nurlanması neticesinde kalben ve ruhen mutmain olur. Artık onun kalbinde Allah sevgisinden ve Allah’ın sevmesine izin verdiği varlıkların sevgisinden başka hiçbir sevgiye yer yoktur. Onun kalbi, sönmeye ve yok olmaya mahkum olan hiçbir şeye bağlanmayı kabul etmez. Bu kalp, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmaz. Yok olmaya mahkum hiçbir fâninin korkusu, onu Mevlâsına ulaştıracak yoldan/sırat’ı müstakimden döndürmeye yetmez.
Bu hususta onun örneği İbrahim aleyhisselam’dır. Evet İbrahim aleyhisselam kavmine karşı: “Ben, kaybolup gidenleri sevmem” (En’am, 76) ilan’ı kudsisini yaptıktan sonra şöyle haykırmıştı: “Şüphesiz ki ben, hakka eğilerek yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben Allah’a ortak koşanlardan değilim.” Kavmi onunla tartışmaya başladı. O da: “Beni doğru yola eriştirdiği halde Allah hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum. Ancak Rabbimin dilediği şey müstesna. Rabbim ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Düşünmez misiniz?” dedi. “Hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri siz Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım? Eğer bilirseniz söyleyin (bakalım), bu iki topluluktan hangisi emniyet içinde olmaya daha layıktır?” İman edenler ve imanlarına zulüm (şirk ve küfür) karıştırmayanlar var ya, işte emniyet içinde olma onların hakkıdır. Onlar hidayete ermişlerdir.” (En’am, 79-82)
Hak ile bâtılın, iman ile şirkin birbirine karıştırıldığı günümüzde bu ayetler üzerinde tefekkür etmeye ne kadar da muhtacız!
Allah Azze ve Celle bu hususta İbrahim aleyhisselam’a tâbi olan ve onun milleti üzere bulunan sâdık kullarını şu şekilde övmektedir: “İyilik yaparak, kendisini Allah’a teslim eden ve İbrahim’in hanif milletine/dinine tâbi olandan, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti.” (Nisâ, 125)
Şüphesiz ki İbrahim aleyhisselam’ın milleti üzere olan bu Muhammedî ümmetin içinde en çok ona tâbi olan sahabe’i kiramdır. İşte birisi sahabe’i kiram hakkında Abdullah b. Ömer radıyallahu anhu sorar: “Acaba sahabeler de gülüyorlar mıydı?” İbni Ömer radıyallahu anhu ona şu düşündürücü cevabı verir: “Evet, onlar da gülüyorlardı, ancak onların kalplerindeki iman dağlar gibiydi.” (6)
Ve yine sahabe’i kiram arasında en önde olan, imanı bütün ümmetin imanlarıyla tartılıp ağır basacak kadar kuvvetli bulunan, hakkıyla “sıddık” ünvanını alan sıddıkların piri Hz. Ebû Bekir radıyallahu anhu hakkında selef’i salihinden bir zat şöyle demektedir: “Ebû Bekir, ne orucunun ve ne de namazının çokluğuyla sizi geçmiş değildir. Ancak o, kalbine iyice yerleşen bir şey sebebiyle sizi geçmiştir.”(7)
Böylece kalp nurlandıktan sonra bu nur, bütün bedene ve organlara sirayet eder. Artık bu kimsenin önü arkası, sağı solu her tarafı nurlanmıştır. Nûra garkolan bu kimse, artık bu nurla görür, bu nurla duyar ve bu nurla konuşur. Bu nûra ters bir şey ondan meydana geldiğinde veya ona yöneldiğinde hemen rahatsız olup kalben ürperir. İşte Allahu Teâlâ ve Tebâreke bu hali şöyle beyan ediyor: “Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan nûra çıkarır.” (Bakara, 257)
Hafız İbni Kesir şöyle demektedir: “Allahu Teâlâ bu ayet’i kerime ile kendi rızasına tâbi olanları selamet yollarına ulaştıracağını, mü’min kullarını küfür, şek ve şüphe karanlıklarından çıkarıp; aydınlatıcı, kolay ve aydın olan hakkın nûruna eriştireceğini haber vermektedir.” (8)
Allah’ın nûruyla nurlanan ve yüce Mevlâ’ya dost olan bu kalp, artık yüce dostunun zikriyle çarpar ve O’nun ayetleriyle hemhal olur. Münevveru’l-kalp olan bu kimse namazı dosdoğru ikâme eder ve gönül hoşluğuyla Mevlâsı yolunda infak eder. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır: “Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah zikredildiği zaman kalpleri ürperir. Allah’ın ayetleri onlara okunduğu zaman imanlarını arttırır. Ve sadece Rabblerine güvenip tevekkül ederler. Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar. İşte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için Rabbleri nezdinde dereceler, mağfiret ve güzel rızık vardır.” (Enfâl, 2-4)
İmanın kendisinde kök saldığı ve iman nûruyla aydınlanmış olan bu kalbin sahibi adına, artık her an göğe salih ameller yükselmektedir. Kalbi huzura kavuşan bu kimsenin şu kısacık dünya hayatında tek meşgalesi, Allah’a daha çok yaklaşmak ve o yüce Zâtın rızasını kazanmaktır. Bunun için o, Allah Azze ve Celle’nin rızasını kazandıracak amelleri işlemekten lezzet almakta ve şu kısacık dünya hayatı sona ermeden bu hususta biraz daha mesafe almak için gayret sarfetmektedir. Çünkü o çok iyi bilmektedir ki, Mevlâsına yaklaştıracak olan amellerin yeri ne zaman sona ereceği malum olmayan şu dünya hayatıdır. İşte Allahu Teâlâ mü’min kulunun bu halini şu şekilde beyan ediyor: “Allah’ın hoş bir sözü (tevhid kelimesini) nasıl misallendirdiğini görmez misin? Kökü (yerde) sabit ve dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvelerini verir. Allah insanlara düşünüp ibret alsınlar diye (böyle) misaller verir.” (İbrahim, 24-25)
Hafız İbni Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: “Bu ayet’i kerimeden açıkça anlaşılan şudur ki; mü’minin misali şöyle bir ağaca benzer ki, o ağaçtan yaz-kış, gece-gündüz sürekli güzel meyveler hasıl olur. İşte mü’min de böyledir. Gece saatlerinde ve gündüzün her anında sürekli onun salih amelleri göğe yükseltilmektedir.”(9) Hiç şüphesiz ki göğe yükseltilen bu amellerin en başında huşu’, ihlas, haşyet, tevazu ve benzeri kalbi ameller gelmektedir.
Hakkıyla iman eden bir kişinin salih ameller işlemekten geri kalamayacağını çok iyi bilen imam Hasan el-Basri rahimehullah şöyle demektedir: “İman, temennilerde bulunmak veya süslü sözler söylemek değildir. Fakat iman, kalpte iyice kökleşen ve amellerin tasdik ettiği bir şeydir.”
Evet toprağı güzel, havası mutedil, suyu dengeli verilen bir yere kök salmış bir ağaç nasıl ki Allah’ın izniyle meyve verecekse; aynı şekilde şartları yerine getirilen ve ifsad edici sebeplerden korunan iman dahi Allah’ın tevfikiyle salih amelleri meyve verecektir.
Evet imanın bazı farzları, sünnetleri/tamamlayıcı unsurları, bir takım sınırları/imanı bozan durumları vardır. Nitekim raşid halifelerin beşincisi kabul edilen Ömer b. Abdülaziz şöyle demektedir: “Muhakkak imanın bir takım farzları ve kanunları (rükunları), bazı sınırları (çiğnenmemesi ve aşılmaması gereken ifsad edici durumlar) ve sünnetleri (tamamlayıcı unsurları) vardır. Her kim bunların hepsine riayet ederse, onun imanı kâmil olur. Kim de bunların hepsine riayet etmeyecek olursa, onun imanı kemâle ermez. Şayet ben yaşayacak olursam, bunlarla amel etmeniz için hepsini size açıklarım. Eğer ölecek olursam, zaten sizinle birlikte kalmaya o kadar da istekli değilim.”(10)
Ebû Hureyre radıyallahu anhu dedi ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “İman yetmiş küsür veya altmış küsür bölümdür. Bu bölümlerin en üst derecesi Lâ ilâhe illallah sözüdür. En alt derecesi, eziyet verici şeyleri yoldan gidermektir. Hayâ da imandan bir parçadır.”(11)
Haris b. Malik el-Ensari’den: “Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanından geçerken Rasûlullah ona: “Nasıl sabahladın ey Haris?” diye sorar. O da: “Hakiki bir mü’min olarak sabahladım” şeklinde cevap verir. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ona şöyle der: “Ne söylediğine bir dikkat et. Muhakkak her şeyin bir hakikati vardır. Peki senin imanının hakikati nedir?” Haris şöyle cevap verir: “Nefsim dünyadan yüz çevirdi. Gecemi uykusuz, gündüzümü susuz kıldım. Sanki ben açık bir şekilde Rabbimin arşına bakıyor gibiyim. Ve yine ben, sanki ziyaretleşen cennet ehlini ve bağrışan ateş ehlini görüyor gibiyim.” Bunun üzerine Peygamber efendimiz ona üç defa: “Ey Haris, sen ârif olup bu işi bildin. Ona iyice yapış.” buyurdu.”(12)
İşte kâmil bir imanın insanı çıkaracağı yüksek mertebe… Allahu Teâlâ’dan dileğimiz bize de bu kâmil imanı nasip ve müyesser etmesidir.
——————————————-
1 Buhari; 52; Müslim; 1599. Nu’man b. Beşir’den…
2 İbni Receb el-Hanbeli, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem: 1/210-211
3 Müslim: 6692
4 Tirmizi: 3522. Tirmizi: “Bu hadis Hasen’dir” demektedir.
5 Müslim: 2722
6 İbni Receb, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem: 1/114
7 İbni Receb, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem: 1/114
8 İbni Kesir Tefsiri: 1/619
9 İbni Kesir Tefsiri: 3/673
10 Buhari: İman kitabının başı
11 Buhari: 9. Hadis; Müslim: 35. Hadis. Lafız Müslim’e aittir.
12 Taberani: 3367; Beyhaki, “Şüabü’l-İman: 10591. İbni Kesir Tefsiri’nin muhakkiki Abdürrezzak Mehdi 3. cilt 271. sahifede bu hadisin hükmünü şu şekilde özetlemektedir: Bu hadis, merfu olarak zayıf olan iki yoldan varid olmuştur. Mürsel olarak birçok yolla gelmiştir. Bunun bu kadar yolla gelmesi göstermektedir ki, bunun bir aslı vardır ve bu hadis çok zayıf değildir.