İman Bir Kimlik Tercihi Meselesidir

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2025 Nisan / 149. Sayı

İman Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselam’ın getirmiş olduğu dini, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve aza (uzuvlar) ile amel etmekten ibarettir.

Kur’an’da her ne zaman “iman” kelimesi zikredilecek olsa onunla beraber “amel” kelimesinin de zikredildiğini çoğu ayeti kerimede rahatlıkla görebiliriz.

İmanın bu tanımına göre dini, sadece kalben tasdik etmekle yetinmeyip gereğini ikrar etmek ve amele dönüştürmek gerekir. Kalben tasdik, itikat âlimlerinden İmam Maturidi’ye göre yeterli olmayıp kişiye dünyevi ahkama göre Müslüman muamelesi yapılabilmesi için ikrar şartını da gerekli görmektedir. Yapılan ameller ise kişinin imanının kuvvetlenmesi ve bekası için gerekli görülmüştür.

İman hakkındaki bu izahlardan sonra kişinin Müslüman olabilmesi için ilk önce imanın şartlarını kabullenmesi ve ardından bunların gereklerini yerine getirmesi gerekmektedir.

Ancak günümüzde maalesef insanların büyük bir kısmı imanı sadece Allah’ı inkâr etmemek olarak görmektedirler. Allah’ın var olduğuna inanmak ve bu kadarıyla yetinmek suretiyle yapılması gereken amelleri ihmal etmenin imana hiçbir zarar vermeyeceğine inanan insanları günümüzde görmek mümkündür. İslam’ın namaz, oruç, zekât ve hac şartlarını görmezden gelerek, arada bir ağzında söylediği kelime-i şehadet ile yetinerek Müslümanlığı hiçbir kimseye kaptırmayan garip bir zihniyetle karşılaşmaktayız.

Nitekim bir kişi dünyada mensup olduğu dernek, vakıf, teşkilat, sınai ve zirai iş kolu, özel sektör ve devlet kademelerinde aldığı vazife, askerlik ve daha nice alanda mensup olduğu birimin kurallarına uymak ve gereklerini yerine getirmekle mükelleftir. Kurallara uymayan kişiye ya disiplin cezası verilmekte veya mensup olduğu birimden ihraç edilmektedir. Örneğin; asker olan bir kişi giymesi gereken askeri üniformayı giymem, bot bağlamam, saçımı tıraş etmem, erken saatte kalkmam, verilen vazifeleri işime gelirse yapar, işime gelmezse yapmam, istediğim zaman çalışır, istediğim zaman çalışmam… diyemez. Bunlara benzer cümleleri kendi arzusuna göre yorumlayıp maslahatına uyduracak şekillerde tevil etmek suretiyle hareket edemez. Aksi halde biraz önce zikrettiğimiz yaptırımlarla karşılaşır.

İman da tıpkı bu şekilde kendine has kuralları ve yaptırımları olan ve zikrettiğimiz şeylerin hepsinden daha mühim bir meseledir. Çünkü diğerleri kişinin sadece dünyasına zarar verirken, iman konusu kişinin hem dünyasına hem de ahiretine zarar vermektedir. Bu sebeple daha fazla önemsenmesi gereken bir konudur. 

Oysa imanın tanımını yapan Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem iman ettiğini iddia eden kimselerin ne yapmaları gerektiğini apaçık bir şekilde bildirerek amel boyutuna dikkat çekmektedir.

“İmanın yetmiş küsur şubesi vardır. Bunların en üstünü “Lâ ilâhe illâllâh” (Allah”tan başka ilâh yoktur.) sözüdür. En alt derecesi ise yoldaki eziyet veren şeyleri kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir şubesidir.”[1]

Hadis-i şeriflerde Peygamber aleyhisselam’ın çoğu kez “Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa …” şeklinde başladığını görürüz.

Nitekim Peygamberimiz bu sözü ile bizim dikkatimizi hayırlı ameller işlemeye ve kötülükleri terk etmeye çekmektedir ki, işte bu iman ve takvadır. Bu ikisi olmadan bizim bu amelleri yerine getirebilmemiz çok zordur.

Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın rivayet etmiş olduğu hadisi şerif’te peygamber aleyhisselam şöyle buyurmaktadır. “Kim, Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa komşusuna iyilikte bulunsun. Kim, Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa misafirine ikram etsin. Kim, Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa hayır söylesin veya sussun.”[2]

Aynı şekilde Kur’an-ı Kerîm’de de bu iyilikleri yerine getirebilmek için itici güç olan imana vurgu yapılmaktadır. Rabbimiz azze ve celle şöyle buyurur. “İşte bununla içinizden Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir.” (Bakara, 232)

Ve yine Mücadele süresi 22. ayeti kerimede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları dahi olsa Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir.”

İşte bu ayeti kerimeler ve hadisler doğrultusunda imanın bir kimlik meselesi olduğunu dolayısıyla iman iddiasında bulunan kişileri bazı amellerle mükellef tuttuğunu görmekteyiz. Yoksa hiçbir şey yapmayıp yerinde oturarak iman iddiasında bulunmak boş bir iddiadan ibaret olacaktır.

İman ettiğini söyleyen kişilerin ise iman ettikleri andan itibaren yapmakla mükellef oldukları işlerin İslam’a uygun olup olmadığına dikkat etmeleri ve yapacakları işlerde Allah’ın rızasını gözetmeleri veya gazabına dikkat etmeleri gerekmektedir. İman eden bir insan attığı her adımı Rabbini razı edecek işler için atmalıdır yoksa Rabbini gazaplandıracak ve öfkelendirecek işler uğrunda geçirmemelidir.

Hakikatte Allah’a teslim olan kimseler için iman etmek pek kolay bir iştir. Nitekim kul olduğunu bilen ve yüce Rabbine teslim olan kişi mükellef tutulduğu amelleri canı gönülden ve isteyerek yapacağı için yaptığı her amel ona zevk verecek, arzu ve istekle bu amelleri yapmaya yönelecektir. Buna mukabil imanı taşımakta zorlanan kimselere amel işlemek pek zor gelecek, üşenerek ve istemeyerek, ağırdan alarak, zoraki bir şekilde bu amelleri yapacak veya şeytanın veya şehvetlerin galip gelmesi neticesinde amelleri terk ederek nefislerine uyacaklardır.

Nitekim Rabbimiz, Nisa suresi, 142. ayette: “Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki Allah, onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar.” buyurmak suretiyle onların zahiren bazı ameller işlediklerine, ancak bu amelleri zoraki bir şekilde yaptıklarına, Allah için değil de riya ve gösteriş için işlediklerine değinmektedir.

Günümüzde iman ettiğini söylediği halde hayatı boyunca alnı tek secde dahi görmemiş ve hayır namına hiçbir iş yapmamış, Allah’a kulluk noktasında kusurlu olan nice kimseler bulunmaktadır. Bu tür kişiler gerek nefislerine şeytanın galip gelmesi yahut da cehaletleri sebebiyle imanı tam olarak anlayamamışlar ve amel şartının farkına varamamışlardır. Bu kimselerin öncelikle iman iddiasında bulunduklarından dolayı imanın ne olduğunu öğrenmeleri ve ardından da gereğini yerine getirmeleri gerekmektedir.

Ve yine imani noktada zayıf bazı kimselerin İslam’ı yaşamak isteyen kişilere karşı olan tavırları da gözden kaçmamaktadır. İmanın gereklerini yerine getirmeyen bu garip kesim! her nedense İslam’ı yaşama gayreti gösteren ve bu uğurda çabalayan birtakım insanları kendilerine hedef almış, onları aşırılıkla suçlayarak, türlü türlü ithamlarla Allah’a yönelmekten alıkoyma gayretine girmişlerdir. Kendi kusurlarını düzeltip ıslah etmek yerine Allah’a gereği gibi yönelmek isteyen insanlara müdahale etmek suretiyle o insanları da kendileri gibi yapmak ve böylece toplum içinde kınanmaktan veyahut ayıplanmaktan kendilerini kurtarmaya ve böylece toplum içinde gizlenmeye çalışmaktadırlar. Çözümü farklı şekillerde arayıp amel boyutundan kaçmak suretiyle kolaycılığı tercih eden böyle bir kitlenin varlığını da maalesef müşahede etmekteyiz.

“Kendileri nasıl inkâr etmişlerse sizin de öyle inkâr etmenizi, böylece onlara eşit ve benzer hale gelmenizi isterler.” (Nisa, 89)

Ancak şunun farkına varamazlar ki onlar dünyada her ne kadar gizlenip saklansalar da farklı kisvelere bürünseler de Yüce Rabbimizden ve onlara vereceği cezadan asla gizlenemezler. O’ndan hiçbir surette saklanamazlar.

 İman ettiğini iddia eden bir insan an itibariyle Allah azze ve celle’ye teslim olmuştur. Dolayısıyla Allah azze ve celle’nin buyruklarına uymakla, emirlerini yerine getirmekle ve nehiylerinden kaçınmakla mükelleftir. Kur’an-ı Kerim’de mükellef tutulmuş olduğu emir ve nehiylerle amel etmekle sorumludur. Hayatını Kur’an ve sünneti öğrenmekle ve buna göre yaşamakla mükelleftir.

İmanın, kalbin dört bir yanına köklerini yerleştirmesi ve nefiste meydana gelen şüpheleri gidermesi için imanla başlamak ve kalplere onu yerleştirmek için çalışmak şarttır.

Kalp düzeldiğinde kalpteki hayatta canlanacaktır. Herhangi bir zorluk hissetmeden ve çaba göstermeden organlar da kalbe uyarak düzelecektir. Nitekim Peygamber aleyhisselam şöyle buyurmaktadır. “Dikkat edin, bedende bir et parçası vardır ki o parça iyi olduğunda bütün beden iyi olur, o bozuk olduğunda bütün beden bozuk olur. İyi bilin ki bu et parçası kalptir.”[3]

Kalpler Allah ile bir bağ kurup, O’nu yakından hissetmenin tadını aldığında şüphesiz bedende gerçekleşecek dış değişiklik az bir çabayla gerçekleşecektir. Nitekim içkinin haram kılınması ile alâkalı Maide suresi 90. ayeti kerime olan “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz” ayeti nazil olduğu anda Medine sokaklarında içkiler yerlere dökülmeye başlanmıştı. Sahabeler, ayeti işitir işitmez hemen içki kaplarını boşalttılar. Ve sorgulamaksızın derhal emrin gereğini yerine getirdiler. İşte bu hakiki imanın bir tezahürü idi.

Rasûlullah efendimiz de ashabının iman bakımından öncelikle kalplerini düzeltmek için uğraş veriyor ve onları, kalp ve amellerini düzeltmeye teşvik ediyor ve şöyle buyuruyordu. “Şüphesiz Allah sizin bedenlerinize ve dış görünüşünüze bakmaz ancak o sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”[4]

İnsanın ilk vazife ve sorumluluğu Allah azze ve celle’yi doğru bir şekilde tanımak ve bilmektir. Nitekim Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır. “Bil ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.” (Muhammed, 19.)

Yine Allah Rasûlü aleyhisselam’ı tanıyıp iman etmek de insanın temel sorumluluklarındandır.

Ve yine insanoğlu, bu dünyadaki yaratılış hikmetini, hayatın gayesini ve uymakla yükümlü olduğu dinini öğrenmekle de mükellef tutulmuştur.

İnsanın elde edeceği en faydalı bilgi, kişinin dünya ve ahiretine faydası olan ve kurtuluşuna sebep olacak bilgilerdir. Bir konudaki bilginin değeri öğrenilen şeyin önemi ve değeri ile ilgili olduğuna göre dolayısıyla en değerli olan bilgi, imanla alakalı konularda bilgi sahibi olmak, Allah’ı, O’nun göndermiş olduğu peygamberini ve dinini bilmektir.

Amel olmaksızın sadece kalple iman etmek yeterli değildir. Kur’an-ı Kerim ayetleri incelendiği zaman hakiki imanın hiçbir şüphe ve tereddüt taşımayan sağlam bir inanç ve bu inancın gereği olarak onunla uyumlu olan amellerden ibaret olduğu anlaşılmaktadır.

Aynı şekilde amellerin ilk olarak; kalbin ameli olan Allah’tan korkmak, Allah’a yönelmek ve Allah’a tevekkül etmek şeklinde ikinci olarak; dilin ameli olan kelime-i şehadet getirmek, Allah’ı zikretmek, dua edip bağışlanma dilemek ve tebliğ faaliyetlerinde bulunmak olduğu ve üçüncü olarak da; azaların yani organların amellerinin ise namaz, zekât, oruç, Allah yolunda cihat, ilim öğrenmek, İslami usullere uygun olacak şekilde ticaret, sanayi ve ziraatle uğraşmak gibi ameller olduğu görülür.

Kişinin bütün fiilleri Allah’ın hoşlandığı şeyler ve Allah’ın nefret ettiği şeylere göre gerçekleşirse, o kimse böylelikle imanını tamamlamış olur. Çünkü onun bütün arzu ve istekleri, Allah’ın rızasını kazanmak için harekete geçmiştir, nefsinin bu konuda herhangi bir payı ya da ortaklığı kalmamıştır.

 Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. “Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat, 7.)

Ebu Umame radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber aleyhisselam şöyle buyurmuştur. “Her kim Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için verir ve Allah için vermezse, şüphesiz imanını tamamlamış olur.”[5]

Bir kimsenin karşısındaki iki farklı şeye duyduğu sevginin birbiriyle çekişmesi halinde, daha güçlü bir şekilde duyduğu sevgi mutlak surette üstün gelecektir. Allah’a iman eden kişiler için ise üstün gelmesi gereken sevgi mutlak surette Allah’ın razı olacağı hususun olması gerektiğidir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. “Müminlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden daha kuvvetlidir.” (Bakara, 165)

İmandan kaynaklanan ameller kişiye fayda sağlarken Allah’a olan ihtiyacı da göstermektedir. Aynı şekilde yerine getirmek için çabaladığımız hedeflerin belirli ve açık olması gerekir ki bu hedefler, Allah’ın rızasını kazanmak, cennete girmek ve cehennemden kurtulmaktır.

Yerine getirmemiz gereken ameller bizi hedefimize ulaştıracak vasıtalardır. Bu hedefler gözlerimizin önünde açık bir şekilde yer aldığında yaşamımızı farklı yollarla şekillendirirler. Yani bizler hayat içerisinde karşılaşacağımız her şeye bu hedeflerle olan ilişkimize göre tavır almakla mükellefiz. Herhangi bir şeyin bizi hedefimize yaklaştırdığını gördüğümüzde o hedefe doğru yönelecek, bizi ondan uzaklaştırdığını gördüğümüzde ise herhangi bir üzüntü duymadan onu terk edeceğiz. Böylece imanımızın gereğini yerine getirmiş olacağız.

Kalbin katılım sağladığı her ibadetten sonra kalbin huşusu artar. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. “Onlar ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar, (Kur’an okumak) onların saygısını arttırır.” (İsra,109.)

Amele yönelen kalp kişiye hayatında bir benzerini hissetmediği imanı bir tat verir. Nitekim Rasûlullah aleyhisselatü vesselam şöyle buyurmuştur.

“Kimde üç şey bulunursa imanın lezzetini tatmış olur.

1- Allah ile Rasûlü kendisine başkalarından daha sevgili olan kimse

2- Bir kulu seven fakat yalnız Allah için seven kimse

3- Allah kendisini kâfirlikten kurtardıktan sonra yine kâfirliğe dönmekten ateşe atılacakmışçasına hoşlanmayan kimse.”[6]

Hasan-ı Basri rahimehullah da şöyle demektedir. “Üç şeyde tadı kaybettiniz. Namazda, zikirde ve Kur’an okumada. Eğer bunlardan tat alırsanız ne mutlu! Aksi halde bilin ki kapı kapalıdır. (derhal açmaya çalışın)”[7]

İbni Kayyım rahimehullah da şöyle demektedir. “Bil ki, kalp dünyaya önem vermediğinde; dünyadaki mal liderlik ve güce bağlanmayıp, ahirete bağlanıp ona hazırlık yapmaya önem verdiğinde ve Allah’a doğru adım atmaya hazırlandığında, kuşkusuz bu onun kalbinin İlk açılışı, doğuşunun ilk ışığıdır. İşte o zaman kalbi, Rabbinin kendisinden razı olacağı şeyi bilmek için hareket eder, onu işler, onunla Rabbine yaklaşır. Rabbinin öfkesinden sakınır; işte bu iradesinin ve samimiyetinin belirtisidir.

Bunu başardığında, ona seslerin ve hareketlerin kesildiği boş yerlerde, yalnızlığa alışma kapısı açılır. Onu, bundan daha çok gayrete getiren başka bir şey yoktur. Çünkü bu esnada kalbinin gücü ve iradesi bir araya gelir, niyetini dağıtan, kalbini bölen kapıları üstüne kapatır, onunla samimi olur ve insanlardan uzaklaşır.

Sonra ona neredeyse doymadığı ibadetten tat alma kapısı açılır. Oyun ve eğlencede aldığı tattan, yerine getirdiği şehevi arzularından daha fazlasını bundan alır. Öyle ki namaza başladığında, namazını bitirmek istemez.

Sonra ona, Allah’ın kelamını dinleme kapısı açılır. Ondan doymaz. Kuran’ı işittiğinde, çocuğun çok sevdiği bir şey verildiğinde sakinleştiği gibi, kalbi onunla sakinleşir.”[8]

Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır ki o da bizler her ne kadar bu belirtileri hissetmiyor olsak da bu bizlerin iman etmediğini göstermez. Çünkü iman kalplerimizde vardır. Hatta bazen Allah’a gerçekten yaklaştığımızı hissettiğimiz anlar bile olur. Ancak bu anlar uzun sürmez. Bu ise terbiye ve eğitim yolunda adım atmanın gerekliliğini desteklemektedir. Belki bu sayede kalplerimiz için sürekli bir uyanıklık haline ulaşabiliriz.

Yücel Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. “Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve Rasûlüne uyun ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal, 24.)

Sonuç olarak şunu söylememiz mümkündür ki iman bir kimlik tercihi meselesidir. Ya kabul edip Rabbimizin yolunda O’nun istediği şekilde yürüyecek ve neticede O’nun bizim için hazırlamış olduğu cennetlere gireceğiz ya da Rabbimizin istediği yoldan uzak kalarak nefsimize ve şeytana tabi olacağız ve neticede Rabbimizin bize ceza olarak hazırladığı cehenneme girmek zorunda kalacağız. İşte bu iman ve inkâr meselesidir… Bu bir tercih meselesidir… Bu dünyayı ya da ahireti tercih etme meselesidir… Bu Hizbullah yani Allah taraftarı olma ile Hizbuşşeytan yani Şeytan taraftarı olma meselesidir… İşte bu yolların ayrım noktasıdır.

Selam ve Dua ile…


[1]. Buhari, İmân, 3, Müslim İman, 58

[2]. Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, 85, Rikâk 23; Müslim, Îmân 74, 75, 77. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 123; Tirmizî, Kıyâmet 50; İbni Mâce, Edeb 4

[3]. Muttefekun aleyh

[4]. Müslim

[5]. Ebu Davud

[6]. Buhari, Müslim

[7]. Tehzibu Medaricu-s Sâlikîn

[8]. Tehzibu Medaricu-s Sâlikîn