Emr-İ Bi’l-Ma’ruf Nehy-İ Ani’l-Münker İle Kuşanmak Ya Da Duaların Önünü Tıkamak

Bir hadis bir yorum –  ali yücel / 2013 ağustos / 9. Sayı

İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran en bariz vasıflardan biri, kendisine Allah’ın bir lütfu olan irade nimetidir. Bu nimet sebebiyle insan mükellef kılınmış, imtihana tabi tutulmuş ve iki yâda daha fazla şey arasında tercih yapabilme imkânına kavuşmuştur. Hak yâda batılı seçme, doğru yâda yanlışı tercih etme, mümin yâda müşrik olma hep bu irade ile ilgili hususlardır. Yüce Allah, mükerrem kıldığı bu varlığa doğru ile yanlışı ayırt edecek peygamberler ve kitaplar göndermiş ve aklı bu ilahi bilgilerin hizmetkârı kılmıştır. Ne var ki, Hz. Âdem’in şahsında insanlığa düşmanlığını izhar eden İblis ve her an Rabbani terbiyeye muhtaç nefis ve bu ikisinin doğrultusunda faaliyet gösteren kişi, cemiyet, kurum ve kuruluşlar, yanlışı süsleyip doğru gösterebilmekte ve doğruyu sümenaltı edebilmektedir. Allah’ın inayetiyle kendisini muhafaza edebilenler müstesna yer yer insanoğlu yolu üzerinde hazır bekleyen bu tuzaklara düşmekte ve hatalar işlemektedir. İşlenilen hataların hepsi aynı seviyede olmayıp kimi hatalar diğerlerinden daha bariz ve çirkin olup etkileri kişi yâda kişilerle sınırlı kalmayıp toplumları etkilemektedir. Günah, münker, hata, yanlış, isyan ve benzeri isimlerle anılan ve ilahi buyruklara karşı gelmenin adı olan bütün davranışlarda işleyen, müşahede eden ve duyan herkes için çeşitli görevler vardır. Allah’ın (azze ve celle) Ğaffâr, Tevvâb ve benzeri isimlerinin tecellisi için insanlar içlerine düştükleri bu hatalardan tez zamanda vazgeçip tekrar yaratıldıkları fıtrata dönmelidirler. Bu, hatayı işleyenin başlıca vazifesidir. Peki, bu günah ve münkere şahit olanlar ne yapmalıdırlar? Bozulmuş, tahrif edilmiş ve yozlaşmış düşünce sistemlerinde olduğu gibi “neme lazım”, “bana dokunmadıktan sonra ne yaparsa yapsın” mı demeli, yoksa insanı, insan aklını ve davranışlarını ilah konumunda değerlendirip en çirkin fiillere bile “özgürlük” adını veren batı düşünce sisteminde olduğu gibi “herkes hür ve özgür”, “dileyen dilediğini yapar” mı demeli? Yoksa insanı yaratan, onu nisyan ile malul kılan, hatalarından haberdar olan Allah’ın (azze ve celle) ilahi buyruklarında, rehber olarak gönderdiği elçilerinin yaşantısında başka bir tavır mı vardır insanın takınması gereken bu hata, günah ve münkerlere karşı?

Kıyamete kadar insanlara rehberlik edecek Kitab-ı Mübin’inde Rabbimiz, İsrailoğullarından bir takım kimselerin kendi peygamberleri olan Hz. Davud ve Hz. İsa’nın (aleyhimesSelâm) diliyle lanetlendiklerini bize haber vermekte ve bunun gerekçesini de işlenilen bir münkere şahit olduklarında engel olmamalarını göstermektedir.(1) Anlaşılan o ki, işlenilen bir günaha sessiz kalmak şöyle dursun tepki göstermemek bile lanete maruz kalma sebeplerinden olabilmekte, kişiyi ilahi rahmetten uzaklaştırabilmektedir. Öte yandan münker görüldüğünde engel olmaya çalışmak, nasihat edip hatırlatma yapmak ise kurtuluşa vesile olmaktadır. Allah’ın kendileri için tayin etmiş olduğu Cumartesi yasağını kurnazca çiğneyenler ve kendilerini bu tutumdan vazgeçirmeye çalışanlarla alakalı olarak şöyle buyurur yüce Rabbimiz: “Biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.”(2)  Allah’ın rahmetine mazhar olmuş Muhammedi ümmetin insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı topluluk olduğunu beyan eden ilahi ferman da, bu hayırlı olma vasfının “iyiliği emredip kötülüğe engel olmaya çalışmak” ile alakalı olduğunu belirtmektedir.(3) En hayırlı ümmet vasfına haiz olmak için iyilikleri yaymak ve kötülüklere engel olmaya çalışmaktan başka çıkar yol gözükmemektedir. Enaniyetçiliğe gem vurup diğergamlığa yönlendiren İslam dininin, işlenilen bir hata karşısında sessiz-sedasız kalınmasına müsaade etmesi elbette beklenemez. İyiliklerin, güzelliklerin toplumda neşv-ü nema bulması için “hakkı tavsiye etmek” şeklinde bayraklaştırılan düsturun iki temel sac ayağından birisi de şüphesiz kötülüklere engel olmaktır. Veciz kitabın en veciz surelerinden birinde zarara, ziyana, hüsrana uğramaktan kurtulmanın yolu olarak belirlenmiştir “hakkı tavsiye etmek” yani iyiliğe yönlendirip yanlışlara engel olmak.(4)

Birbirlerinin dostu ve velisi olmakla tavsif edilen mümin erkek ve kadınların özellikleri sayılırken “emr-i bi’l-m’aruf nehy-i ani’l-münker/iyiliği emredip kötülükten alıkoyma” vasfının namaz kılmak ve zekat vermekten önce zikredilmiş olması konunun ehemmiyetini ortaya koymaktadır.(5) Dini nasihat olarak tarif eden Rasul-ü Ekrem’in Cerir b. Abdullah ve diğer sahabelerden söz alırken “bütün müslümanlara nasihat etmek” şartını koşması, iyiliklerin olabildiğince yayılması ve kötülüklerin de mümkün olduğunca engellenmesi için sarfedilen çabanın ne kadar mühim olduğunu göstermektedir.(6) Hisbe müessesesinin var oluşu bile İslam’ın topluma, toplum yaşantısının sağlıklı bir biçimde işleyişine, iyiliklerin çoğalıp kötülüklerin azalmasına ne kadar önem verdiğini en açık bir şekilde ortaya koyan etkileyici bir husustur.(7) Bir müslümana iyiliği emretmenin, kötülüğüne mani olmaya çalışmanın yani ebedi hayatını kurtarmaya çalışmanın sadaka olduğunu belirtirken Rasul-ü Zi-Şan, toplumda meydana gelebilecek rahatsızlık kaynağı hastalıklara engel olduğu gibi toplumun manevi refah ve huzurunu artırmayı hedeflemiştir.

Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker, şartlar ve imkânlar çerçevesinde çeşitli şekillerde yerine getirilebilir. Önemli olan şahit olunan bir münker karşısında etkisiz ve tepkisiz kalmamak, hikmeti göz önünde bulundurarak el, dil veya kalp ile münkere karşı koyabilme erdemini göstermektir.(8) Bu vazifeyi bi-hakkın deruhte eden peygamberler ve davetçilerde olduğu gibi bu pek kolay olmayacaktır. Yer yer sıkıntı ve zorluklar zuhur edecek, sabır ve tahammül göstermek gereken sahnelerle karşılaşılacaktır. Aynen hikmet sahibi salih kul Lokman’ın (aleyhisSelâm) dediği gibi: “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.”(9) Yeryüzünde en büyük hakikat ve iyilik olan kelime-i tevhidi emrederken Rasulü Ekrem ve sahabelerinin başlarına gelenleri hatırladıkça bunu daha iyi anlamaktayız. Daha önce de belirtildiği gibi bize düşen, zarara ve hüsrana uğramamak için hakkı tavsiye etmek, nasihat etmek, iyilikleri yaymaya çalışmak ve kötülüklere engel olmaktır. 

Davetin çeşitlerinden sayılan emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker, davet gibi hikmetli olmayı, güzel öğüdü ve en etkili şekilde mücadeleyi gerektirmektedir. Zira bu konuda yapılacak bir hata “kaş yapayım derken göz çıkarmak” deyiminde de olduğu gibi tahmin edilemeyecek sonuçlara sebep olabilir. Günah çeşitlerinden birini işleyen kimseyi zamanı ve zemini gözetmeden uyarmaya kalkışan ve günahkâr kimsenin neticede inkâr ile sonuçlanacak söz ve eylemlere düşmesine sebep olan kişi, hikmetsiz davranışıyla iyilikten çok kötülük etmiş olmaktadır. Söz gelimi aklı başında olmayan bir sarhoşa yaptığı işin çirkinliğini o esnada anlatmaya çalışan kimse sarhoşun daha büyük bir çirkinlik olan küfür ve inkâr sözlerini söylemesine sebep olabilecektir ki bu da hikmete uygun gözükmemektedir. Bu açıdan uygun zaman ve zemini, uygun üslubu kullanmaya gayret etmek bu güzel amelin olmazsa olmaz şartlarındandır.

İlim, takva ve güzel ahlak da emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker görevini yerine getirecek kimsede bulunması gereken vasıflardandır. Bahsedeceği konuda asgari malumat sahibi olmak, her hususta Allah’tan korkmak ve sözlerini yaşantısıyla ispatlamak her konuda olduğu gibi bu konuda da müslümanın temel prensiplerinden olmalıdır. Hz. Peygamberi başarılı kılan, düşmanlarının bile övgüsüne mazhar eden bu davranışıdır, özü ve sözünün bir olması, olduğu gibi gözüküp gözüktüğü gibi olmasıdır. Şu ayet-i kerime bu konuyu ne kadar da güzel ifade ediyor: “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.”(10) Yâ Rabbi! Sen, bizleri özü sözü bir olanlardan eyle! Bu konuyla alakalı olarak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Kıyamet günü bir adam getirilir ve cehennem ateşine atılır. Bağırsakları karnından dışarı çıkar ve onlarla birlikte değirmen döndüren merkep gibi döner durur. Cehennem halkı onun yanına toplanırlar ve derler ki: “Ey filân! Sana ne oldu? Sen iyiliği emredip kötülükten nehyetmez miydin?” O kişi de “Evet, iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım, münkerden nehyederdim, fakat kendim yapardım, der.”(11) Allahım! Bizleri söyledikleri ve konuştukları hayırlarla amel edenlerden eyle, ihlâs ve samimiyetten ayırma bizleri!

Ahiret ve kıyamet sahnelerinin bilinmesi de davet ve emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker vazifelerini icra ederken oldukça önemlidir. Yapılan her işin mutlaka bir gün karşımıza çıkacağı düşüncesi muhataba güzel bir şekilde izah edildiğinde işlenilen hatalar terk edilmekte ve hayra yönelmeler başlamaktadır. Bu konuda etkileyici kıssalardan biri de şöyledir: Süfyan es-Sevri der ki: Abbasi halifelerinden Mehdi, h. 166 senesinde hacca geldiğinde Cemret’ül-Akâbe’ye taş attığını gördüm. Halk da sopalarla dövülüp sağa-sola Cemre’den uzaklaştırılıyordu. Onun yanında durdum ve kendisine dedim ki: “Ey güzel yüzlü! Eymen, Vail’den, o da Abdullah’ın oğlu Kudâme el-Kilabî’den bize şu hadisi nakletmektedir: “Hz. Peygamber’i gördüm. Kurban bayramı gününde Cemret’ul-Akâbe’ye bir devenin sırtında olduğu halde taş atıyordu. Bu esnada uzaklaştırmak için ne kimse dövülüyor, ne kimse kovuluyor, ne kimse cezalandırılıyor, ne de kimseye ‘uzaklaş uzaklaş’ diye bağırılıyordu.” İşte sen taş atıyorsun. Halk, senin huzurunda sağa sola kovulmakta ve dövülmektedir”. Bunun üzerine Mehdi yanındakine ‘Bu kimdir?’ diye sordu. Yanındaki “Bu Süfyan es-Sevrî’dir” dedi. Bunun üzerine bana dönerek “Ey Süfyan! Eğer (babam) Mansur olsaydı sana böyle konuşma imkânını vermezdi” dedi. Ben bunun üzerine ona şöyle dedim: “Eğer Mansur (kabrinde) gördüğünü sana haber verseydi, muhakkak sen de şimdi yaptığından vazgeçerdin.”(12)

Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker vazifesini ihmal etmenin toplumda meydana getireceği olumsuz sonuçlar basiret sahiplerine hiç de kapalı değildir. Peygamber Efendimizin teşbihiyle, kura sonucu bir geminin altında ve üstünde yolculuk yapan yolculardan altta olanlar sürekli rahatsızlık verdikleri gerekçesiyle yukarıdakileri rahatsız etmemek için su ihtiyaçlarını geminin altından açacakları bir delikten karşılamayı düşünmektedirler. Üst kısımda olanlar bu duruma sessiz kalacak olurlarsa hep beraber boğulmaları kaçınılmaz olur.(13) Toplum gemisinde ilerleyen biz insanların kimisi alt katta kimisi üst katta yolculuğuna devam etmektedir. Mühim olan gemiyi münkerlerle, günahlarla, isyanlarla delmeye çalışanlara müsaade etmemektir. Hisbe müessesesinin işlevsiz hale gelmesinin ve insanların iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamaktan geri kalmasının sonuçlarından biri de toplu ilahi bir cezanın kulları kuşatması ve neticesinde yapılan duaların kabule layık görülmemesidir. Son sözü efendiler efendisine bırakalım: Huzeyfe b. el Yemân’dan radıyallahu anhu rivâyete göre, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Canım, kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden insanları sakındırırsınız yâda Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azap gönderiverir. Sonra O’na yalvarıp dua edersiniz de duanız kabul olunmaz.”(14)

——————————–

1.  Maide Suresi 78-79.

2.  A’raf Suresi 165.

3.  Âl-i İmrân Suresi 110.

4.  Asr Suresi 1-3.

5.  Tevbe Suresi 71.

6.  Hadisler için bkz. Müslim, İmân 95. Buhari, İmân 42. Müslim, İmân 97-98. 

7.  HİSBE TEŞKİLÂTI: İslâm devletinde iyiliği emretmek, kötülüğü nehyetmek için, kurulmuş bir teşkilat

8.  Müslim, İmân 78. Ayrıca bkz. Tirmizi, Fiten 11. Nesâî, İmân 17.

9.  Lokman Suresi 17.

10.  Saff Suresi 2-3.

11.  Buhari, Bed’ül–halk 10. Müslim, Zühd 51.

12.  İmam Gazali, İhyâ-u ulûmi’d-dîn 2/313.

13.  Hadis için bkz. Buhari, Şirket 6, Şehâdât 30. Ayrıca bkz. Tirmizi, Fiten 12.

14.  Tirmizi, Fiten 9 (Hadis no: 2169) İmam Tirmizi: “Bu hasen bir hadistir.”