Davet’te Kalplere Uzanan Yol Merhamet

Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2018 Mart / 64. Sayı

Müslüman şahsiyet, Allah’ın boyasıyla boyanmış,  ahlâkını Rasûlullah’tan almış oturuşunu, kalkışını, gülüşünü ağlayışını bile İslâm adabıyla şekillendirmiş kişidir. Kur’an ve sünnette örnek gösterilen şahıslar ve yerine göre tavsiye yerine göre de emir ifade eden vasıflar tefekkür edildiğinde İslâm’ın sunduğu kimliğin eşsiz bir noktada durduğu dikkatleri celb edecektir. Müslüman bir şahsiyet yaşadığı toplum içinde kendisini bir inci tanesi gibi belli eden, ahlâkıyla öne çıkan şahsiyettir. Merhametli olmak, insanlara rifkat ve müsamaha ile muamelede bulunmak ise belki de onun şahsiyetini oluşturan özelliklerin en başlarında gelmektedir. Zira ahlâkına bezenmeye talip olduğumuz Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın muhteşem vasıfları gündeme geldiğinde zikredeceğimiz en öncelikli hususlar; ashabına, aile efradına, yaşlı ve çocuklara olan muamelesinde göze çarpan liynet, yumuşaklıktır. O’nun hayatı boyunca canlılığını koruyan bu vasfı, hareketlerine ve sözlerine yansımış, vazgeçilmez tavsiyeler olarak da hadis külliyatlarında yerini almıştır.

“İbn Mesud’dan radıyallahu anh Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Agâh olun! Size ateşin kimi yakmayacağını bildireyim mi?” Yahut  “Ateşe kimin haram kılındığını haber vereyim mi? Cana yakın, ağır başlı, yumuşak huylu, kolayca iş gören kimselere haram kılınmıştır”. [1]

Cerir b. Abdullah’ın radıyallahu anh Rasûlullah’ı  sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyururken işittiği rivayet edilmiştir: “Yumuşak huyluluktan mahrum olan, her türlü hayırdan mahrum olur.” [2]

Hz. Aişe’den radıyallahu anha Rasûlullah’ın  sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allahu Teâlâ rıfk ile muamele edicidir, yumuşak huyluluğu sever. Katılıkla yapılana ve başka işlere vermediği sevabı, yumuşaklılıkla yapılana verir.” [3]

Merhamet, yumuşaklık ve müsamaha şüphesiz her mü’minde bulunması gereken özelliklerdir. Mü’min anne ve babasıyla, eşiyle, çocuğuyla, komşu ve akrabalarıyla olan ilişkisini merhamet üzerine inşa etmek zorundadır. Zira Rasûlullah  sallallahu aleyhi ve sellem insanlar bir yana hayvanlarla olan ilişkimizde bile merhameti vazgeçilmez bir düstur olarak önümüze koymaktadır. Bir kediyi hapsettiğinden dolayı cehenneme giren kadın ya da bir köpeğe su verdiğinden dolayı affedilen günahkar bir kişi… Bunlar zihnimizde hikaye olarak yer bulması gereken olaylar değil pratik hayatımızda karşılık görmesi gereken hakikatlerdir. Özellikle de Allah’ın dinini tebliğ ve davet etme görevini yerine getirmeye çalışan Müslümanlar için…  Kararan kalpleri İslâm’ın nuruyla aydınlatmayı dert edinen bir Müslüman’ın merhametten yoksun olması, insanlara kaba ve katı bir şekilde davranması söz konusu olamaz. Davetçi, tebliğ ya da iyiliği emir kötülüğü nehy etme işinde insanların kalplerinin yolunun merhametten geçtiğini bilmek zorundadır. Kalbinde merhamet bulunmayan, davranışlarında yumuşaklığı hissettirmeyen bir kişinin insanları Allah’ın dinine davet etmesi ya da gördüğü hataları düzeltmeye girişmesi faydadan ziyade zarar doğurur. Böyle bir kişi bataklıktan kurtulmak için çırpınıp duran ama her hareketiyle kendini biraz daha batıran kişiden farksızdır.

Bilinmelidir ki; davet meşakkatlerle dolu olan bir serüvenin adıdır. Bu uğurda davetçi kimi zaman hakaretlere uğrar, kimi zaman itibarıyla imtihan olur, kimi zaman da işkencelere maruz kalır. Tüm baskıların arttığı anda davetçi bir kırılma noktası yaşar. İşte tam bu noktada davetçinin önündeki engeli aşmasının sadece bir yolu vardır: Karşısında duran ve hatta ona her türlü belayı reva gören bu insanlara merhamet nazarıyla bakarak izzetli yoluna devam etmek… Onları doktora muhtaç hastalar olarak kabul edip yeniden bismillah demek… İşte bu husus bize davetçilerin önderleri olan peygamberlerden intikal eden bir mirastır. Putperest babasına bile babacığım diyerek hitab eden Hz. İbrahim’in mirası… Helakın gelmesine ramak kala oğluna yardım elini uzatan Hz. Nuh’un mirası… Tahta geçtiğinde kardeşlerini affeden Hz. Yusuf’un mirası… Taifte taşlanmaktan dolayı her tarafı kan revan içinde kalmasına rağmen helak için değil hidayet için dua eden Hz. Muhammed’in  sallallahu aleyhi ve sellem mirası… Şüphesiz bu mirasa varis olmak her kula nasip olmaz, her yürek kaldıramaz bu yükü. Kötülüğe iyilik ile muamele etmek, taş atana bir gül demeti sunmak, nefse ve şeytana aldırmadan her daim merhameti kuşanmak zor ve ağır bir yüktür. Rabbimizin de buyurduğu gibi bu şerefe ancak ve ancak sabredenler ve hayırdan nasibi olanlar kavuşacaktır:

“(İnsanları) Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve “Ben Müslümanlardanım” diyenden kimin sözü daha güzeldir? İyilikle kötülük bir olmaz, Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur. Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur. Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işiten, bilendir.”[4]

Davette yumuşak bir üslubun kullanılması davetçinin muhayyer bırakıldığı bir husus olmayıp tam aksine Allah’tan gelen bir emirdir. Allah celle celaluhu ilahlık taslayan Firavun için bile “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar.”[5] buyurarak Hz. Musa ve Harun’u ikaz etmiştir. Çünkü sertlik ile alt edilemeyen, mücadele esnasında aslan kesilen nice nefisler vardır ki; merhamet ve müsamaha ile karşı karşıya kalınca adeta mumun eridiği gibi erimektedir. Hal böyleyken davetçinin nefsine yenik düşerek sert ve gaddar bir yöntem kullanması şeytan ve dostlarına taraftar kazandırmaktan başka bir şeye yaramamaktadır. Şurası tartışma götürmez bir hakikattir ki; toplumları liderler etrafında toplayan ana unsur insanları kendilerine hayran bıraktıran karizmatik duruşları değil tebalarına karşı göstermiş oldukları merhamet ve adalettir. Rabbimizin de Rasûlullah’a  sallallahu aleyhi ve sellem hitaben buyurduğu gibi; “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” [6]

Davetin durumdan duruma göre değişen aktif bir yapısı vardır. Bu sebeple, davanın ruhunu özümseyememiş bir davetçi çoğu zaman karşılaştığı imtihanlarda karmaşık duyguların zihnini yormasına yenik düşer. Çünkü nefis, onur, taviz, irade, merhamet, adalet, enaniyet  gibi unsurların hepsi aynı anda çıkar karşısına. Bu bağlamda onun önünde duran önemli eşiklerden birisi de, davadan taviz vermek ile insanlara karşı merhametli olmak arasındaki ince çizgiyi korumasıdır. Bu hassas dengeyi bozmadan yola devam edebilmek ise ancak Allah’ın ihsan edeceği hikmet, basiret ve feraset ile mümkün gözükmektedir. Bu bereketlerden yoksun olanlar merhamet girdabında kaybolup dinden tavizler verme hatasına düştükleri gibi tam aksini yaşayıp inancından ödün vermemek uğruna merhamete ve iyiliğe muhtaç nice insanı da dinden soğutma felaketine imza atmaktadır. Söz konusu bu dengeyi canlı bir şekilde örneklendiren en güzel vakıalar davetçilerin önderi olan Rasûlullah’ın  sallallahu aleyhi ve sellem hayatında bol miktarda mevcuttur. Rasûlullah  sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın celle celaluhu kendisine ihsan ettiği güç ve kuvvete ulaşınca nefsiyle hareket edip düşmanlarından intikam almamış, bilakis İslâm’a bir fert daha kazandırmak amacıyla en çetin düşmanlarını dahi affetmiştir. Mekke’yi fethettiği gün Kureyş’lileri toplayıp “Gidebilirsiniz, bugün hepiniz özgürsünüz” diyerek onları serbest bırakması tüm davetçiler için üzerinde uzun uzun tefekkür etmeyi gerektiren bir olaydır. Zira bir kimsenin kendisiyle savaşmış, memleketinden sürgün etmiş ve her türlü ezayı reva görmüş birisini elinde güç ve kuvvet varken serbest bırakıp affetmesi hafsalaları zorlayan bir durumdur. Ancak bahsi geçen kişi Rasûlullah  sallallahu aleyhi ve sellem olunca bu durumu çok da garipsememek icap eder. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu tür insanlar ile kendi durumunu şu sözlerle çok güzel bir şekilde ifade buyurmuştur:

“Benim misalim ateş yakan bir adamın misali gibidir. Ateş, etrafını aydınlatınca pervaneler ve şu ateşteki hayvanlar içine düşmeye başlarlar. Adam onları men etmeye başlasa da onlar kendisine galebe çalarak ateşe atılırlar. İşte benimle sizin misaliniz budur. Ben ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum: Ateşten beri gel! Ateşten beri gel! diyorum. Siz bana galebe çalarak onun içine atılıyorsunuz.” [7]

Rasûlullah’ın  sallallahu aleyhi ve sellem insanlara olan merhameti bebeği sobaya doğru giden bir annenin merhametinden daha az değildi. O  sallallahu aleyhi ve sellem, ateşe doğru şuursuzca hareket eden insanları alıkoymak için önüne çıkan her fırsatı değerlendiriyordu. Tarihler Miladi 627 yılını gösterdiğinde Mekkeliler Medine’de büyüyüp gelişen İslâm devletini ortadan kaldırmak için büyük bir orduyla Müslümanların kapısına dayanmışlar, hedeflerine daha çabuk varabilmek amacıyla da içerdeki Yahudilerle anlaşmışlardı. Müslümanların iki ateş arasında kalması beraberinde büyük felaketlere kapı aralamış, cesur yürekler bile titrer olmuş iken Allah’ın yardımı ve Rasûlullah’ın planıyla kuşatma kaldırılmıştı. Bu acı ve bir o kadar da tehlikeli olayın üzerinden çok da geçmemişken Mekke’de bir kıtlık baş göstermişti.[8] Kureyş’lilerin tüm hububat ithalatını yaptıkları yer olan Necd ile Yemame bölgesi de o zamanlar Müslümanların kontrolü altına geçmiş akabinde de Rasûlullah’ın  sallallahu aleyhi ve sellem emriyle Kureyş’e yapılan ihracat durdurulmuştu. Ancak Rasûlullah’ın  sallallahu aleyhi ve sellem merhamet yüklü gönlü buna razı gelmemiş ve fakirlere dağıtılmak üzere tahsis edilen 500 altın dinar Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. [9] Tüm bu yapılanlar aşırı duygu yüklü bir insanın aldığı yanlış kararlar değildi. Çünkü aradan kısa bir süre geçtiğinde, İslâm’a açılan savaşta en önde gidenlerin bile Müslüman olması takınılan bu tutumun ne kadar yerinde olduğunun en büyük göstergesiydi.

Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bu tavrı akrabaları ve hemşehrileri olan Mekkelilere mahsus değildi. Aynı tavır kendisini öldürmeye defalarca teşebbüs etmiş Yahudiler için bile geçerliydi.

Bir defasında Rasûlullah’ın huzuruna beş on kişilik bir Yahudi heyeti girdi. Huzura girince selâm vermiş olmak için: “Ölüm üzerinize” demek olan “es-Sâmu aleykum” dediler. Aişe radıyallahu anha annemiz dedi ki: Ben bu sözü anladım da: Ölüm ve Allah’ın laneti sizin üzerinize olsun! diye karşılık verdim. Bunun üzerine Rasûlullah  sallallahu aleyhi ve sellem: “Ey  Aişe ağır ol! Çünkü Allah her hususta rıfk ile, yumuşaklık ile muamele etmeyi sever” buyurdu. Ben:  Ey Allah’ın Rasulü! Dediklerini işitmediniz mi? dedim. Rasûlullah  sallallahu aleyhi ve sellem: “Ben de: Ve aleykum (= Sizin üzerinize de)/ dedim” buyurdu. [10]

Rasûlullah’ın  sallallahu aleyhi ve sellem merhamet ve müsamaha sınırları o kadar genişti ki nefislerin kabardığı, öfkeden akılların baştan gittiği durumlarda bile O  sallallahu aleyhi ve sellem bu halini asla değiştirmiyordu. Bir gün bedevilerden birisi mescidin içinde işedi. Sahabiler onu dövmek ve eziyet etmek için kalkıştılar. Rasûlullah onlara: “Onun sidiğini kestirmeyin!” buyurdu. Sonra bir kova su istedi de onun sidiği üzerine döküldü. “Sizler güçlük değil, ancak kolaylık göstermek üzere gönderildiniz” buyurdu.[11] 

Tüm bu örnekler ve izahatlerin neticesinde denilebilir ki; gücü yeten tüm Müslümanlara ilahi bir görev olarak sunulan davet bu zamana kadar tüm peygamberler tarafından merhamet ile yürütülmüştür. Ve bu yol kıyamete kadar da muamelede yumuşaklılığı, affediciliği, ağır başlılığı kendine düstur edinmiş, insan kazanmanın derdinde olan hikmetli davetçilerin omuzlarında yükselecek ve katı kalpli düşmanlar bile bu merhamet pınarı karşısında direnemeyip diz çökecektir. Davet yoluna gönül vermiş her müslüman şunu iyi bilmelidir ki; şefkat, rifkat ve merhamet ile atılan her adım inkar ve isyan ile harab olmuş her gönlü imar edecek ve bu gönlün sahiplerini Allah yolunda koşturan bir nefer haline getirecektir.  


[1]. Tirmizî; Kitabu’l Sıfatı Yevm’il-Kıyame, 2490.

[2]. Müslim; Kitabu’l-Birr. 2592.

[3]. Müslim; Kitabu’l-Birr, 2593.

[4]. Fussilet Sûresi, 33-36.

[5]. Taha Sûresi, 43-44.

[6]. Âli-İmran Sûresi, 159.

[7]. Müslim, Faziletler Babı, 2284.

[8]. İbn Hişam, s. 997.

[9]. Serahsi, el-Mebsut, X,91.

[10]. Buhari, Edep, 35, Müslim, Selâm, 10-11.

[11]. Buhari, Edep, 55.