Cihad Şuuru

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2025 Ocak / 146. Sayı

Esasen cihadın manası etrafı dikenlerle örülmüş ve dikenler içinde yaşamaya mahkûm edilmiş bütün insanlığa rahmet güllerini uzatma mücadelesidir.

Cihad kavramı Peygamber efendimizin tarif ettiği şekliyle İslam’ın en zirve noktasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla çıkılması meşakkatli ve bir o kadar da zor olan, ancak çıkıldığı takdirde görülen manzaranın muhteşemliği sebebiyle bütün yorgunluklara ve meşakkatlere değen, bütün yorgunlukların unutulduğu, çekilen sıkıntıların basitleştiği mübarek bir ameldir. Bu sebeple cihad kavramından korkmak yerine onu sevmemiz ve gereken değeri vermemiz gerekir. Gerçek manada cihad şuurunu tüm benliğimizle kuşanmamız gerekir.

Müslüman cemaatin omuzlarına yüklenen bu mukaddes görevi hakkıyla yerine getirebilmek için müslüman saflarında en yüksek seviyeye ulaşmış ve bu zirvenin en son noktasında bulunan örnek müslümanların olması gerekir. Ayetteki tabiriyle bir bina misali içi içe geçip birbirine kenetlenmeleri sebebiyle Allahu Teâlâ’nın kendilerini sevip razı olduğu bir topluluk olmak gerekir. “Hiç şüphe yok ki Allah, kendi yolunda, duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Saff,4)

 Bu sebeple müslümanlar kendilerini düzeltecek ve eksik taraflarını giderecek bir gayret ve çalışmaya muhtaçtırlar. Bunu yapabilmek için evvela insan ruhunun mahiyetini, taşıdığı zaaf ve kuvvet noktalarını iyice anlamamız gerekir. Bunun yolu olarak da Rasûlullah aleyhisselam’ın Kur’an metoduyla terbiye edip yetiştirdiği sahabe neslini kendimize örnek edinmemiz gerekir. Çünkü onların hayatlarının her bir sahnesi bizim için çok önemli ibret ve nasihatler içermektedir. Bu hakiki misallerle ibret ve nasihat almak, bizi zaman zaman karşılaştığımız ve neticesinde bizleri ümitsizliğe sevk eden olaylar karşısında karamsarlığa düşmekten kurtaracak bilakis gereken çaba ve gayreti elden geldiğince göstermemizi sağlayacaktır.

İlk İslam cemiyetinin bu fazilet ve üstünlüklerini bilerek onların hayatlarından dersler çıkarmak meselelerimizin çözüm yollarını bulma hususunda bizlere kapalı kapıları aralar. Başka medeniyetlerde olduğu gibi efsanelerle ve yaşanılmamış ve hiçbir gerçekliği bulunmayan sahte hurafelerle meşgul olmaktan bizleri alıkoyar. Böylece daha isabetli ve sağlıklı kararlar alabilmeyi bizlere kolaylaştırır.

Bu şuuru elde edebilmek için evvela Rabbimizin bu uğurda gayret gösterenlere vaad ettiği mükâfatı bilmemiz gerekmektedir.

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisa,74)

İkinci olarak müslümanların Allah’ın davasını omuzlayan ve dininin yücelmesi için Allah’ın kendilerini seçtiği, mazlumun dostu, zalimin hasmı dava erleri olduklarının şuurunda olmaları gerekir. Bu sebeple de Allah’ın dini adına mazlumlara destek, zalimlere de köstek olmakla mükellef oldukları bilincinde olmalı ve Rabbimizin çağrısına icabet etmelidirler.

“Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz! İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tâğut (bâtıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır. (Nisa,75-76)

Diğer taraftan fasit duyguların ve bozguncu düşüncelerin yıkıma uğrattığı zayıf karakterli zihinlerde oluşan cihad aleyhine düşünceleri Kur’an’ın metoduyla tedavi etmeliyiz. Cihad aleyhine dışarıdan dayatılan bozuk ve fasit düşüncelerin, başta kendimiz olmak üzere müslüman fertleri zehirlemesine asla müsaade etmemeliyiz. Bunun için de dünyanın kıymetinin Ahirete nazaran ne kadar hakir ve değersiz olduğu düşüncesini beyinlere kazımalıyız.

“Kendilerine, ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup hemen Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da ‘Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?’ dediler. Onlara de ki: ‘Dünya menfaati önemsizdir, Allah’tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez.’” (Nisa,77)

“…Siz, dünyanın geçici menfaatini istiyorsunuz, hâlbuki Allah âhireti kazanmanızı diliyor.” (Enfal, 67)

“İyi bilin ki, âhiretin yanında dünya hayatının zevki hiç denecek kadar azdır.” (Tevbe,38)

Hadiste geçen tabirle dünyanın kıymetinin Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar dahi bir değer taşımadığını idrak eden bir müslüman, bütün yatırımını ahirete odaklı yapar. Bunun içinde yapılacak en iyi yatırım getirisi en çok olan yatırımdır. Tabi ki bunun yolu da Rabbimizin Kur’an’da belirttiği üzere cihattır.

“İman edenler, Allah yolunda hicret edip savaşanlar var ya, işte Allah’ın rahmetini umacaklar onlardır. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Bakara, 218)

“Allah yolunda öldürülseniz ya da başka bir şekilde ölseniz, şunu bilin ki, hiç şüphesiz Allah’ın bağışlaması ve rahmeti, kâfirlerin dünyada kalıp topladıkları her türlü menfaatten daha hayırlıdır.” (Âl-i İmran, 157)

“Bunun üzerine Rableri, onların dualarına şöyle icâbet buyurdu: “Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden çalışan hiç kimsenin amelini boşa çıkarmayacağım. Zira siz birbirinizi tamamlayan parçalarsınız. Hicret eden, yurtlarından çıkarılan, benim yolumda ezâ-cefâ gören, hakarete uğrayan, savaşıp şehit olanların da günahlarını mutlaka affedeceğim ve onları Allah tarafından bir mükâfat olmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Zâten, en güzel mükâfat ancak Allah katındadır.” (Âl-i İmran, 195)

Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisa,74)

“Hastalık, körlük, topallık gibi bir mazereti bulunmaksızın savaştan geri kalıp evde oturan mü’minlerle, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaşanlar elbette bir değildir. Allah, mallarıyla canlarıyla savaşanları, herhangi bir sebeple savaştan geri kalan kimselerden derece itibariyle daha üstün tutmuştur. Gerçi Allah, her birine varılacak en güzel yurt olan cenneti va‘detmektedir. Yine de Allah, cihâd edenleri, pek büyük bir mükâfatla, mücâdeleden kaçıp oturanlara üstün kılmıştır.” (Nisa, 95)

“İman edenler, hicret edenler ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, Allah yanında pek büyük mertebelere sahiptirler. İşte bunlar kurtuluş ve başarıya erişenlerin ta kendileridir.” (Tevbe,20)

“Ey mü’minler! İster kolay ister zor; imkânlarınız az veya çok ister silahlı ister silahsız hangi durumda olursanız olun hep beraber savaşa çıkın ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihâd edin. Bilirseniz, böyle yapmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Tevbe,41)

“Fakat Peygamber ve beraberindeki mü’minler mallarıyla canlarıyla cihâd ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe,88)

“Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan budur.” (Saff,11)

Diğer taraftan bilinmesi gereken en önemli meselelerden biri de Cihad amelinin insanın ecelini öne alıp kısaltmadığının bilinmesidir. Nitekim hayatı cihad meydanlarında geçen Seyfullah (Allah’ın kılıcı) lakaplı Halid b. Velid radıyallahu anh hasta yatağında vefat ederek ölmüştür. İslam’da çok iyi bilinen meselelerden dir ki eceller daha anne karnında iken takdir edilmiştir. Şayet ölüm takdir edilmemişse savaş alanlarının tehlikesi kişinin eceline hiçbir tesir etmeyecektir.

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa ‘Bu Allah’tan’ derler; başlarına bir kötülük gelince de ‘Bu senden’ derler. ‘Hepsi Allah’tandır» de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” (Nisa,78)

Bütün insanların dünyevileşmesi ve cihad amelini terke etmesi müslüman kişiyi asla ümitsizliğe sevk etmemelidir. Nitekim herkes Allah’ın huzuruna kendi amelleri ile çıkacaktır. Herkes kendi amelinden sorumlu olacaktır. Bu sebeple her bir müslüman kendi amelini güzelleştirmenin yollarını düşünmeli, başkasının amelinden hesaba çekilmeyeceğini çok iyi bir şekilde idrak etmelidir.

“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah’ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.” (Nisa,84)

Bilinmesi gereken bir diğer mesele de Yüce Allah’ın kadiri mutlak ve galib olduğu konusudur. Yaratılan hiçbir mahlûkun Cebbar olan Rabbimize kafa tutamayacağı herkes için aşikâr olan bir konudur. Hiçbir mahlûkun Rabbimizi yenilgiye uğratması düşünülemez. Bütün bunlar imtihanın bir gereğidir. Öyleyse imtihanının kolay bir şekilde geçmesini isteyenler cihad ameline gereken önemi vermelidirler.

“Allah dileseydi, sizin savaşmanıza gerek kalmadan bizzat kendisi onlardan intikam alırdı. Fakat O sizi birbirinizle denemek için savaşı emretmiştir. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını hiçbir zaman boşa çıkarmayacaktır.” (Muhammed,4)

Yüce Rabbimiz kendisini temsil yetkisi verdiği müslüman kullarını halife olarak isimlendirmiş ve onların meleklerine tanıtırken “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara,30) buyurmuştur. Yeryüzü hiçbir zaman Allah katında hiçbir değeri bulunmayan aşağılık kimselerin ellerine bırakılmayacaktır. Bununla birlikte zaten yüce Rabbimizin yeryüzüne sâlih kullarını varis kılacağına dair olan ilahi vaadi de kalplerimize su serpen vaadlerdendir.

“Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da: ‘Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır’ diye yazmıştık.” (Enbiya,105) 

Yüce Rabbimiz, Müminlerin hiçbir zaman karamsarlığa ve ümitsizliğe kapılmalarına müsaade etmemiş birçok ayeti kerime de onları sabra teşvik ederek sabrı zaferin öncelikli şartı kılmıştır.

“Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz.” (Âl-i İmran,139)

“Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım isteyin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara,153)

“…Allah’ın huzuruna çıkacaklarını kesin olarak bilenler ise: “Az sayıdaki nice topluluk, çok sayıdaki nice kalabalığı Allah’ın izniyle yenmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir” dediler.” (Bakara, 249)

“Her şeye rağmen siz sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, onların hîle ve tuzakları size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah, onların tüm yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmran, 120)

“Yoksa siz, Allah içinizden cihâd edenleri ve dâvası uğrunda sabredip direnenleri ortaya çıkarmadan kolayca cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran, 142)

“Nice peygamberler gelip geçti ki, kendilerini Allah’a adamış pek çok kimse onlarla beraber savaştılar. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen sıkıntılardan dolayı gevşemediler, zaafa düşmediler ve düşmana boyun eğmediler. Allah, sabredenleri sever.” (Âl-i İmran,146)

“Ey iman edenler! Sabredin, sebât gösterin, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin, dâimâ savaşa hazırlıklı olun, uyanık bulunun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa erebilesiniz.” (Âl-i İmran,200)

“Sabrettiğinizden dolayı size selâm olsun! Bakın, dünya hayatının mutlu sonu ne kadar güzelmiş!” (Ra’d,24)

“Sonra şu da kesin bir gerçek ki, elbette senin Rabbin, mihnet ve işkencelerle, zulüm ve baskılarla sınandıktan sonra hicret eden, ardından Allah yolunda cihâd eden, çalışıp didinen ve sabredenlerin yardımcısıdır. Doğrusu Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak gerçekten çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Nahl,110)

“İşte bunlar, hak yolda sabır ve sebât göstermelerine karşılık cennetin yüksek makam ve köşkleriyle mükâfatlandırılacak, oraya selâm ve hürmetle buyur edileceklerdir.” (Furkan,75)

“Gerçek şu ki, içinizden cihâd edenleri ve sabredenleri ayırt edinceye; söz ve davranışlarınızdaki samimiyetinizin doğruluğunu ortaya çıkarıncaya kadar biz sizi sınamaya devam edeceğiz.” (Muhammed,31)

Müslüman kişi bildikleriyle amel eden ve öğrendiklerini pratik hayatta tatbik eden kişidir. Gerekli zaman ve şartlar oluştuğu takdirde asla bu önemli vazifeden geri kalamaz. Zaten savaştan kaçmak dinimize göre de büyük günahlardandır. Müslüman kişi asla böyle bir duruma düşerek ecrini zayi etmez. Savaştan kaçan kişi, geri kalan ömrünü korkunun gölgesi altında sürdürecek, içinde kendisini yiyip bitiren bir eziklik duygusu olduğu halde yaşayacaktır. Çünkü o, bu ayıbını insanlardan gizlese bile, içinden bir türlü atamayacak ve sürekli aklını ve kalbini meşgul edecektir. Eğer ayıbını itiraf etse, insanlar onu öyle hor ve hakir görecekler ki, diri iken ölü durumuna düşecek ve en acı bir şekilde cezalandırılacaktır. Böylece hayatının sonuna kadar pişmanlık ve zillet içinde kalmaya devam edecektir. İşte bu da cehennemde çekeceği azaptan önce dünyada iken çekeceği azabın bir parçasıdır.

“Kim gazâ etmeden veya kendini -niyet olarak- gazâya hazırlamaksızın vefat ederse, nifakta bir şube üzerinde (münafıklığın bir parçasını kendinde barındırmış olarak) ölür.” [1]

Birçok cahil kimse, kaçmanın hayatı garanti ettiğini sanır ve kurtulmak için savaş meydanından kaçar. Gerçekte hayatı garanti eden, düşmana karşı koymak, savaşmaktır ve yaşama hakkını hibe eden ileri atılmaktır. Savaştan kaçmak, zaaf göstermek ve geri kalmak ölümün vasıtalarıdır. Çoğu kere savaştan kaçan kişi, karşılaştığı takdirde kendisini rahatlıkla yenebileceği korkak bir kimsenin okuyla yere yıkılır. Bundan dolayı Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh askerleri için bir prensip koymuştu; o da şu idi: “Ölümü çok iste ki, sana hayat bahşedilsin.”

Abdullah b. Revâhâ savaş meydanında kendi nefsine şöyle sesleniyordu: “Ey nefsim! Eğer öldürülmezsen, nasıl olsa öleceksin.”

Rivayet edildiğine göre Hz. Ali radıyallahu anh savaştan önce oğlu Muhammed b. Hanefiyye’ye şöyle tavsiye de bulunurdu: “Ey oğlum, dağlar oynasın, sen oynama. Kelleni Allah’a iare (ödünç) ver!

Yani dağlar yerinden oynasa ve kaçsa bile sen savaş alanından kaçma, başın ve hayatın Allah’a verilmiş ariyet olsun. Şehidlik, canını yaratanına vermenden başka bir şey değildir. Canın gideceği en hayırlı yer de yaratıcısıdır.

Şu da unutulmaması gereken meselelerdendir. Müslümanlar düşmanlarıyla sayı ve kuvvet çokluğuna göre savaşmazlar. Müslümanlar sadece Allah’ın rızasını gözeterek ve O’na sığınarak sırf o emrettiği için savaşırlar. Yenilgi veya zafer onları ilgilendirmez. Sonucu takdir edecek olan Allah’tır. Onlar sadece verilen emre uyar ve vazifelerini yaparlar. Netice ise Allah’a aittir.

“Allah’ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az sayıda bir birlik Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.” (Bakara,249)

“Ey iman edenler. Savaş düzeninde iken kâfirlerle karşılaştığınız zaman sakın onlara arkanızı dönmeyin (savaştan kaçmayın).” (Enfal,15)

Mute savaşında Müslümanlar Gassân ve Bizans askerleri ile karşı karşıya geldi. Müslümanların sayısı üç bin iken, düşman iki yüz bin kişi idi. Müslümanlar savaştan önce sayıdaki bu büyük farkı görünce istişare etmeye başladılar. Bir kısmı şöyle dedi: “Hz. Peygamber aleyhisselam’a mektup yazıp düşmanın sayısını bildirelim, ya bize takviye asker gönderir, ya da bize ne yapmamız gerektiğini emreder, biz de onu yaparız.’

Abdullah b. Revâhâ radıyallahu anh ise şöyle dedi: ‘Ey topluluk! Biz insanlarla sayı ve kuvvetle savaşmıyoruz; onlarla Allah’ın bize bahşettiği din ile savaşıyoruz. Yürüyün! Nasıl olsa iki güzellikten birisi vardır ya zafer ya şehitlik.’

Bu savaşta Müslümanların ordusu büyük bir kahramanlıkla savaştı. Ordu komutanı Zeyd b. Hârise radıyallahu anh şehid oldu. Bundan sonra sancağı Abdullah b. Revâhâ radıyallahu anh aldı, o da şehid olunca Ebu Tâlib’in oğlu Ca’fer radıyallahu anh aldı, o da şehid olunca, savaşın devam etmesi halinde ordunun boşu boşuna yok olacağını anlayan Halid b. Velid radıyallahu anh idareyi aldı ve büyük bir maharetle geri çekildi. Ordusunun arka tarafından büyük bir toz kaldırmıştı. Bizans ordusu zannetti ki Medine’den büyük bir yardım geldi ve bu yüzden geri geri çekilen Müslüman ordusunu takip etmedi.[2]

Ordunun geri çekilme sebebi, daha iyi hazırlanıp, bu savaşta şehit olanların öcünü almak ve Bizans ordusuna karşılık verebilmekti. Görebildiğimiz kadarıyla İslâm, sadece bu çeşit geri çekilmeye izin vermiştir. Bununla birlikte Müslümanlar, Hz. Halid radıyallahu anh ve ordusunun savaştan geri çekilmesini affetmeyip onlara şöyle bağırdılar: ‘Ey firarîler! Allah yolundan kaçtınız ha!’ Fakat Hz. Peygamber aleyhisselam onları mazur gördü ve gelecekte onlardan hayırlar umarak şöyle buyurdu: “Onlar firarî değillerdir. Allah’ın izniyle onlar aksine atağa kalkmış hücum erleridir.” Hz. Peygamber aleyhisselam’ın onları mazur görmesine rağmen Hz. Halid radıyallahu anh ile beraber geri çekilenler, bu geri çekilmeden dolayı utanç duyuyorlar ve insanların yüzlerine bakamıyorlardı.

Öyleyse bizlere düşen İslam’ı bir bütün olarak ele almak, bu dini, hayatın her alanına hâkim olan, toplumları düzene koyan, hayatın devamını organize eden, müslümanlara dünyevi sorumluluklar yükleyen, tatbiki olan ve pratik hayata hükmeden bir din olarak algılamalıyız. Günümüzün vakıasına bakacak olursak bu dediklerimizin ne kadar da önemli olduğunu daha iyi bir şekilde anlamış oluruz. Maalesef cihad mefhumundan uzak kalan toplumlar devam bir şekilde tecrit ve soykırıma uğrayarak kâfirler tarafından yok edilmeye çalışılmıştır. Ancak onların karşısında durabilen muvahhid müslümanlar, Allah’ın müminlere olan yardımı sebebiyle kâfirlerin kalplerine bir avuç olmalarına rağmen devasa büyüklükte korkular salmış netice de kâfirler arkalarına bile bakmadan hızlıca kaçmışlardır. Az olmalarına rağmen kâfirleri durdurmayı başarmışlardır. Yeter ki karşılarında duranlar hakiki manada ihlaslı ve samimi müslümanlar olsunlar. İşte o zaman Rabbimizin de yardımıyla bütün kâfirler hor ve hakir bir halde perişan olacaklardır inşallah. İşte o zaman vaad edilen zaferin ne kadar yakın olduğunu inşallah hep birlikte görebileceğiz.

Selam ve Dua ile…


[1]. Müslim, İmare, 158; Ebu Davud, Cihad, 17; Nesaî, Cihad, 2; Ahmed b. Hanbel, 2/374

[2]. İbn Hişâm, 2/258; İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 2/155-156.