Bireyselleşme Ve Toplum

Serbest Köşe – Zeynep Koçak / 2024 Ağustos / 141. Sayı

Hamd, “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın, tefrikaya düşmeyin.” buyuran Allah azze ve celle’ye; salât ve selâm, “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” diyen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, onun kıymetli ashabına ve parçaları birbiriyle kenetlenmiş sağlam bir bina gibi duran müminlerin üzerine olsun.

Birey, içinde bulunduğumuz dönemde kendini bulmuş, kendi gibi olan, kendi doğrularına göre yaşayabilen, özgürleşmiş birini tanımlamaktadır. Daha nadir olarak da bencil, kimseyle yardımlaşmayan ve dayanışmayan, kendinden başkasını düşünmeyen, yardım etmeyi reddeden, kimseye hayrı olmayan birisini anlatmak için olumsuz bir anlam yüküyle kullanılmaktadır.

Birey olmak günümüzde bir kişi olmaktan ziyade bir ideoloji gibi değerlendirilmektedir. ‘Bireyselleşme’ furyası adı altında birçok insan, içinde bulunduğu toplumdan koparılmakta ve yalnızlaştırılmaktadır. Bunun bizi götürdüğü nokta depresyon, kişilik bozuklukları ve intiharlardır. İslam toplumu da maalesef ki bunun içine doğru çekilmektedir. İnsan gerek bedensel ve gerek de ruhsal olarak yalnız yaşamaya ve toplumdan kendini soyutlamaya yatkın özelliklerle yaratılmamıştır.

İnsan, yaşamını sürdürürken konuşacak, fikirlerini paylaşacak, hüznüne ve mutluluğuna ortak olacak diğer insanlarla etkileşim halinde olmaya ihtiyaç duyar. İnsan bazen diğer insanlara faydalı olmaya ve bazen de kendisine destek olunmasına ihtiyaç duyar. Kişi kendini toplumun dışına iterse bunlara sahip olabilir mi?

İnsanlar bireyselleşmeye; daha özgür, daha yaratıcı, hatta içinde bulunduğu topluma-bireyselleştikten sonra- daha faydalı olma gibi vaatlerle özendirilmişlerdir. Hatta bunu öyle bir noktaya getirmişlerdir ki, bireyselleşmeyen insan sorumluluk sahibi olmayan, içinde bulunduğu toplumda hiçbir söz hakkı bulunmayan ve sadece itaat etmekle kalan, beyninin içi boş, duyarsız bir insan profili ile ilişkilendirilmektedir. Bireyselleşmeyen insanın topluma katkısı olmayan, yaratıcı düşünmeyen ve üretken olmayan bir kişi olduğunu öne sürmüşlerdir. Bireyselleşen insan ise kendisini aslında toplumdan daha çok soyutlamasına rağmen bunun tam tersi bir konuma yerleştirilmiştir. Fakat bu gerçekten böyle midir? Kişi nasıl içinde bile bulunmadığı ve kendini bile isteye soyutladığı bir topluma fayda sağlayabilir ki?

Bir topluma fayda sağlayacak olan veyahut da insanlık için üretken olacak olan kişinin en önce o toplumun bir parçası olması gerekmez mi? Kişi toplumun içinde bulunmasa, toplumun ihtiyaçlarını ya da hangi alanlarda üretkenliğe ve desteğe ihtiyacı olduğunu nasıl bilebilir ve nasıl bu eksiklikleri giderebilmek için adım atabilir?

Bireysellik ile kişinin kendisini geliştirmesi paralel görülmüş ve bu ikisi birbirine karıştırılmış bir vaziyettedir. Kişinin kendisi olabilmesi için, kendini eğitebilmesi ve kendini gerçekleştirmesi için toplumun dışında olmasına ihtiyacı yoktur. Hatta kişi kendini toplumun

içinde ve bazen topluma karşı geliştirebilmelidir. Çünkü toplumdan soyutlanarak bir şeyler başarabilmek aslında bir şeylerin sadece teorik olarak öğrenilmesi gibidir. Bunun da bize pratikte olduğu gibi bir öğrenim katmadığı kesindir. İnsan, farkında olmasa da onu olduğu noktadan ileriye taşıyan şey toplumdur. Bazen toplumun çürümüşlüğü mesela. Bu derin acıyı hisseden insanın ruhunda dirilişi ve bunun getirisi olan ‘toplumsal değişme ve gelişme’yi körükler.

İçine düşülen en büyük yanılgılardan biri de bize dayatılan ‘ruhun özgürleşmesi’nin yalnızca bireyselleşmiş kişide olabileceği düşüncesidir. Körü körüne otoriteye itaat eden, korkak ve sindirilmiş, kalitesiz insan formu toplum olmanın bir parçası olarak görülmektedir.

Fakat toplumun içinde bulunmak, toplumun bir parçası olmak, toplumda otoritenin kölesi olmak demek değildir; düşünülenin aksine kişinin her zaman toplum ile aynı şekilde düşünüp aynı şekilde hareket etmesi zorunluluğunu da dayatmamaktadır. Hatta bunun aksine toplum, bireye benlik duygusu ve kişilik kazandırmakta büyük bir fayda sağlamaktadır. Çünkü toplum aslında bireyi büyüten, sorumluluk almasını sağlayan, onu teşvik eden etkendir. Bir insan ancak toplumun içindeyse büyük işler başarmak için motive olur. Daha önce de değindiğimiz gibi aslında kişinin teoride değil pratikte bir şeyleri tecrübe ederek yaşamasına da toplum ön ayak olur.

Bu da ancak birlik ve beraberlik içinde İslam toplumunda bulunmakla mümkün olur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Muhakkak ki sürüden ayrılan koyunu kurt yer” buyurmuştur. Birbiriyle aynı fikir ve inançlara sahip bulunan bir cemaatte de durum benzerdir. Koyun nasıl kurt tarafından kapılıyorsa, ehli sünnetten ayrılan bir Müslüman da Allah’ın razı olduğu dosdoğru yoldan öylece kapılacaktır.

İslam’ın ortaya çıkışından bu yana Müslümanlar hep bir arada kalmak için çabalamışlardır. Çünkü birbirlerinden ayrılıp koptukları takdirde tepelerine üşüşen, eziyet ve zulümler ile onları kuşatan akbabaların farkındadırlar. Fakat günümüz dünyasında inancımız bile bizi bir arada tutmaya yetmemektedir artık. Hâlbuki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Mümin, müminin aynasıdır ve mümin, müminin kardeşidir. Onun geçimini muhafaza eder ve onu arkadan çepeçevre sarıp (tehlike ve zararlardan) korur.” buyurmuştur.[1] Müminler olarak bir arada bulunmanın eşsiz nimetlerinin farkında olmalıyız. İslam bizi öyle bir bağ ile bir araya getiriyor ki… sarsılmaz bir inancın parçası olan bir bağ.

Hiçbir akrabalık ilişkisi veyahut tanışıklık bulunmasa bile aramızda bizi bağlayan aynı inancı taşımamız birbirimizi kollamamız için yeterlidir.

Buna rağmen bize dayatılan bireysellik algısı yüzünden belki de çok yakından tanıdığımız ailemiz bile bizler için birer yabancı olabilmektedir. Burada durumu iyice kavradığımızdan emin olmak zorundayız. Birlik beraberlik olurken amacımız sadece kendi içimizde, dış dünyadan bağımsız ve diğer tüm fikir ve düşüncelere düşmanca tavır sergileyen bir topluluk oluşturmak değil. Bilâkis tüm yönleriyle ‘İslam’ı ve ‘İslam ahlakını’ doğru anlamış bir toplum oluşturmak.

Eğer bizler bu sağlıklı toplumu oluşturabilirsek psikolojik kavramlarla gizliden gizliye bize dayatılan insanları yalnızlaştırma ve duyarsızlaştırma projesine bilerek veya bilmeyerek destek sağlamaya devam etmeyiz. Çünkü bununla amaçlanan ilk hedef, toplumun yalnızlaştırdıkları her bir parçasını ayrı ayrı istekleri doğrultusunda yönetebilmektir.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem (Veda Haccı’nda) devesinin üstüne oturmuş, bir adam da devenin yularını tutuyordu… Sonra insanlara şöyle hitap etti: “(Ey insanlar!) Bu (Zilhicce) ayınızda, bu (Mekke) şehrinizde bu (arefe) gününüz nasıl mukaddes ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (şeref ve namusunuz) da aynı şekilde mukaddestir.[2]

Mümin için bir diğer mümin-onu hiç tanımıyor olsa bile- mukaddestir. Eğer öyleyse mümin kardeşlerine değer vermiyormuş gibi İslam toplumundan uzaklaşmasın. Aksine yanlışlarına rağmen bu yolu onlarla birlikte yürüsün ki bu yolda güzellikle ıslah edilebilsinler. Çünkü insan hele de mümin bir insan toplumdan ayrı düşünülemez. Dünyanın yaratılışından bugüne kadar nasıl ki her hayvan kendi cinsi ile birlikte bir sürüyü oluşturuyorsa, aynı çeşit bitkiler aynı toprakta yan yana büyüyorsa, insanlık içinde bu geçerlidir. İslam toplumu için de bu geçerlidir. Bizim yaratılışımızın gerekliliklerinden biri de bir toplum hâlinde birlik içerisinde yaşamamız, birbirimizle kaynaşmamız ve birbirimizi doğru yol üzerinde ilerleme noktasında desteklememizdir. Nasıl ki doğru din (İslam) tek ise, doğruya giden yol da tektir. Allah Teâlâ bizim sadece birey olarak İslam’ı yaşamamızı isteseydi ayet-i kerimesinde şöyle buyurmazdı: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın…”

Peki bizler tam olarak nerede parçalanmaya başladık? Üstelik parçalanan sadece İslam ümmeti değil: toplumlar, kültürler, diller… ‘insanlık’ denen kavramı tamamen yitiriyoruz, vahşileştiriliyor, kadın veya erkek olmayan başka bir şeye evrimleştirilmeye çalışılıyoruz.

Teknoloji ve yeniliklerin artıp; insanların hayatlarını kolaylaştıracak her şeye fazlasıyla sarılır oldukları noktada mı? Fakat bu kolaylıklar bir yerden sonra hayatımızın kolaylaştırılmaya ihtiyacı olmayan kısımlarını da etkisi altına almaya başladı. İletişim ve ilişkiler.

İhtiyacımız olmadığı halde ilişkilerimiz için kolaylıklar elde etmeye çalışırken bir yandan gerçek ilişkilerimizi yıktığımızı ve hayatımızda ki her şeyi sahteleştirdiğimizi fark edemedik. Aslında işte tam da bu noktada! Mümin kendisine güvenilen, elinden ve dilinden emin olunan kimseydi. Mümin müminin cihad meydanlarında sırtını yaslayacağı yoldaşı ve davadaşıydı.

Hayatımızdan bir sürü şey vermek vaadiyle tüm gerçekliği aldıklarında geriye bizi biz yapan bir şeyler kalmadı. Bizi ‘Müslüman’ yapan şeyleri kaybettik. Şimdi Cahiliye dönemi desek yanında solda sıfır kalacak yeni bir çağa girmişken geride derisinden sıyrılan yılan misali: insanlığımızı da almak istiyorlar.

Vaziyet bu haldeyken Müslüman bireyler olarak bize düşen elimizden alınmaya çalışılan tüm gerçekliklere, Allah’ın yeryüzünde ki delillerine sıkı sıkıya tutunmaktır. İslam toplumu da bunların en sağlam olanlarındandır. “Birbirinizden nefret etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun…”[3] buyurulmuştur, çünkü toplum birbirini diri tutar, gerektiğinde korur kollar, gerektiğinde ıslah eder, sevgi ve şefkat gösterir, hak ettiğinde ise cezalandırır. İslam toplumu bir adaletsizlik terazisi değildir ki gözlerinde bağ bulunsun!.. ‘İnsan’ı görür, onu dinler ve onunla bütünleşir.


[1]. Ebû Dâvûd, Edeb, 49

[2]. Buhâri, İlim, 9; Müslim, Kasâme,30

[3]. Buhâri, Edep, 62