Müminlere Nidalar – M. Sadık Türkmen / 2023 Eylül / 130. Sayı
“Ey iman edenler! Kafirlerden yakınınızda olanlarla savaşın. Sizde sertlik bulsunlar. Bilin ki şüphesiz Allah, takva sahipleriyle beraberdir.”
(Tevbe, 123)
İslam, yayılmasında tedrici yönteme önem vermiştir. Bu şekilde bir yaklaşımla daha çabuk yayılmış ve muhatabına hitap etmiştir. Bu yöntem vesilesiyle köklerini daha kuvvetli bir şekilde salmış, artık yıkılması mümkün olmayan bir yapıya dönmüştür.
Akraba ilişkilerinde en yakından başlanması, ana-baba hakkının Allah’a ibadetten sonra bir konuma oturtulması, davette akrabaların öne alınması, komşuluk ilişkilerinde en yakın olanın öne geçirilmesi, komşunun komşusuna mirasçı olabilecek kadar değerli olduğunun hatırlatılması hatta komşunun namusunun muhafazasının öneminin diğerlerinden önceye alınması yakına verilen önemden sadece birkaç tanesini içermektedir.
Devletler arası diyalogda da yakınlık ilişkisi önemlidir. Çünkü İslam, fertlerin iman etmesinde davetin yayılması için en yakın ferdi muhatap alıyorsa, Müslümanın gönlünde hidayete ermeye en layık kişi en yakını ise topluluklar halinde de aynı prensip geçerli olur. Müslüman toplum en yakınında olan gayrimüslim topluluğu uyarmak ve davet etmekle mükelleftir. Bu aslında dini bir zorunluluktur. Müslüman toplum hidayet üzere olduğu halde komşu olan başka bir toplumun dalalette yaşamasını isteyemez ve bu durumdan razı da olamaz. Özellikle davetçileri vesilesiyle onlara tebliğ edilmesi ve İslam’a teslim olmaları mesajı iletilmelidir.
İslam, bu davetinde de çeşitli aşamalar gözetmiş ve bu prensipler çerçevesinde hareket etmiştir. Müslümanların Mekke’de henüz bir topluluk oluşturamamışken yaptıkları davet, fertlerin İslam’a davet edilmesi şeklinde olmuştur. Medine’ye hicretten sonra özellikle oradaki Yahudiler ve münafıklara ve civar Hıristiyan Arap kabilelerine karşı müsamahalı bir tebliğ yöntemi takip edilmiştir. Bununla beraber münafıklara dini beyan etme ve kalplerine tesir edecek sözler söyleme yolu izlenmiş, ehlikitap ile uyumlu bir diyalog ortamı hazırlamaya gayret edilmiştir. Ancak ehlikitabın Müslümanlarla anlaşmalara riayet etmediği dönemlerde Müslümanlar onlara hak ettikleri uygun cezalar vermişlerdir.
Rasulûllah sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir zaman kolay yöntem varken zor bir yol takip etmemiştir. Muhatabın rahatsız olmayacağı bir şekilde onlara tebliğde bulunmuş ve risalet vazifesini ifa etmiştir. Ancak gerek onun zamanında gerekse daha sonraki zamanlarda bu kolay yönteme icabet etmeyen muhataplar küfürde inat ve ısrar etmeleri sebebiyle farklı muamelelerle karşılaşmışlardır.
İslam, hiç kimsenin şahsi inancına müdahale etmemiştir. İslam’ın hakim olduğu devletlerde gayrimüslimlerin yüzyıllarca huzur içinde yaşamaları bunun en büyük delilidir. Ancak İslam’ın hakim olmadığı, küfrün hüküm sürdüğü bir toplumda Müslümanların ve tüm insanlığın rahatsız olacağı uygulamaların ortaya çıkacağı da bilinen bir durumdur. Kendilerini modern ve örnek toplum olarak gösteren İsveç devletinin Kur’an-ı Kerim yakma özgürlüğüne(!) izin vermesi akıllara “Acaba bunlar ‘Biz zorba bir devletiz.’ deseler neler yaparlardı?” sorusunu getiriyor.
Müslümanın ferdi davet görevinin yöntemleri davet ile alakalı kitaplarda detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Devletler arası davet faaliyetleri de yine Rasulûllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in uygulamalarıyla gösterilmiştir. Efendimiz, öncelikle civar devletlere ve önemli aşiretlere elçileri ile mektuplar göndermiş ve davet süreci böylece başlamıştır. İşin neticesinde devletlerin tavırlarına göre onlarla ilişkiler kurulmuş, kimi İslam Devleti’ne bağlanırken kimi de anlaşma yoluna gitmiştir. Savaş yolunu seçenlere ise İslam Devleti çekinmeden ordular göndermiş ve en zor mücadelelere girmiştir. Mûte Savaşı’nda Müslümanların gösterdiği kahramanlıklar destan niteliğindedir.
Allah Teâlâ’nın, kafirlerle bu şekilde savaşmayı emretmesi artık sözün muhataba tesir etmediğinin delilidir. Böylece bu kafirler Müslümanların, Allah’ın emrine ne kadar bağlı olduğunu görmüş olurlar. Onların düşmana karşı söyledikleri sözleri yerine getirdikleri ve bütün varlıklarını bu akide uğrunda feda edecekleri herkes tarafından görülmüş olur. Aynı zamanda uzakta olan düşmana bu vesileyle korku salınmış olur.
Dikkat edilmesi gereken en önemli nokta Müslümanların bu savaşı Allah rızası için yapmaları ve Allah’ın koymuş olduğu hududu aşmamaları gerekliliğidir. İşte İslam’da her amelin temeli bu takvadır. Muhammed bin Mesleme radiyallahu anh’ı düşman önünde pervasızca yürüten işte bu niyettir. Onu gören müminler, onun kibirlendiğini zannetmişlerdi. Oysa düşman önünde Allah’ın ayetlerinden birini tatbik ediyordu.
Alimlerin Ayet İle İlgili Görüşleri
Muhammed Ali es-Sâbûnî rahimehullah Safvetu’t-Tefâsir isimli eserinde şöyle der: “Ey iman edenler! Size yakın olan kafirlerle savaşın.” Size yakın olanlarla savaşın ve etrafınızı müşriklerin pisliklerinden temizleyin. Sonra başkalarıyla savaşa girişin. Bundan amaç müminleri en doğru ve uygun yola yönlendirmektir. Bu yol müminlerin yakından başlayıp uzağa doğru ilerlemeleridir. “Sizde sertlik bulsunlar.” Bu kafirler sizden kendilerine şiddet bulsunlar. “Bilin ki, şüphesiz Allah takva sahipleriyle beraberdir.” Bilin ki kim Allah’tan sakınırsa Allah zaferi ve yardımıyla onlarla beraberdir.[1]
Muhammed Râtib en-Nablusi şöyle der: “Allah azze ve celle müşriklerle savaşmamızı emretmiştir. Ancak burada sana yakınında komşun olan kişiyle savaşmanı emrediyor. Bunun sebebi nedir? Çünkü bu kimseler uzaktakilere göre daha yakındır. Aynı zamanda yakınındaki ile yapılan savaşın külfetleri daha hafif olur. Hatta sana katılırsa kuvvetinin artmasına vesile olur. Bu yakındakilerle savaş külfeti daha azdır ve sen onları kuşatabilirsin. Aynı zamanda uzak düşmanla karşılaşmak için bu bir vesile olur ve uzağı yakın eder. Onlar hidayete ererse kuvvetiniz daha da ziyadeleşir. İşte ayetin sırrı budur.
Ancak sen Kur’an’da “Bir de bakmışsın seninle kendisi arasında düşmanlık olan samimi dost olmuştur.” (Fussilet, 34) ayetini okurken “Sizde sertlik bulsunlar.” sözü dikkatini çeker. Bunun sebebi de bir insan sana düşmanlık edip sana karşı haddi aşınca, onu çekmek için sabırlı davranırsın. Bu ahlak neyi ifade eder? Evet, bu Müslüman ahlakıdır. Sen şehir hayatında, normal halde, barış, sevgi, muhabbet, af ve müsamaha dönemindesin. Ancak harp zamanı için Allah Teâlâ şöyle der: “Ey Peygamber! Kafirlerle ve münafıklarla cihad et ve onlara sert davran.” (Tevbe, 73). Sertlik savaşta talep edilen bir durumdur. Aksi taktirde mutlak manada savaşın ne manası olabilir ki?”[2]
Şehid Seyyid Kutub şöyle der: “Burada Müslümanlara en yakın olan kafirlerle savaşma emri verildiğini görüyoruz. Bu kafirlerin Müslümanlara ya da İslam yurduna saldırmaları şartı sözkonusu edilmiyor. O zaman burada başka bir durumun söz konusu olduğunu anlıyoruz. Bu dinle birlikte hareket etmeyi, cihad ilkesinin kaynaklalndığı temel olarak öngörülen bu durumdur. Medine’de İslam Devleti’nin kurulduğu ilk dönemlerde başvurulan aşamalı hükümlerde olduğu gibi, sırf “savunma” durumu da sözkonusu değildir.
Günümüzde, İslam’da uluslararası ilişkilere ve İslam’da cihad hükümlerine ilişkin araştırmalar yapan bazı araştırmacılar, Kur’an’daki cihad ayetlerini yorumlamaya kalkışan kimi yazarlar, bu nihai ve son hükmü önceki aşamalara ilişkin hükümlerle sınırlamak ve bu hükmün uygulanışını kafirlerden gelen saldırıya ya da saldırı endişesine bağlamak istiyorlar. Oysa söz konusu ayet kesindir ve bu konuda geçerli olan son hükümdür….
Ancak İslam’da uluslararası ilişkilere ve İslam’da cihadın hükümlerine ilişkin araştırmalar yapanlar, bu hükümleri içeren ayetleri yorumlamaya kalkışan yazarlar, İslam’ın bu hükümleri koymasını hazmedemiyorlar, dehşete kapılıyorlar. Yüce Allah’ın müminlere, en yakın olan kafirlerle savaşmayı, yakınlarında kafir bulunduğu sürece savaşı sürdürmeyi emretmesini bir türlü anlamıyorlar. İlahi emrin böyle olması onları dehşete düşürüyor, hafızaları almıyor. Bu yüzden kesin olan bu hükümlere bazı sınırlamalar getirmeye kalkışıyorlar. Bu sınırlamaları da önceki aşamalara ilişkin hükümlerden ediniyorlar.
Ama biz biliyoruz bu adamlar niçin dehşete kapılıyorlar. Niye hafızaları almıyor bu hükümleri biz biliyoruz.
Onlar İslam’da cihadın “Allah yolunda” bir cihad olduğunu unutuyorlar. Allah’ın ilahlığını yeryüzüne egemen kılmak, Allah’ın otoritesini gasp eden tağutları kovalamak, “insanı” Allah’tan başkasına kul olmaktan kurtarmak, sadece Allah’a itaat ettiği ve kula kulluktan kurtulduğu için, güç kullanılarak Allah’ın dininden döndürme amaçlı baskılardan insanları uzak tutmak amacına yöneliktir bu cihad… “Fitnenin kökü kazınana ve Allah’ın dini bütünüyle egemen olana” kadar sürecek bir cihad… İnsan yapısı bir ideolojinin, yine insan yapısı bir başka ideolojiye üstünlük sağlaması için başlatılmış bir savaş değildir bu. Bu savaş Allah’ın sistemini, kulların sistemine üstün getirmek için başlatılmıştır. Bir ulusu diğer bir ulusun egemenliği altına almak amacı ile girişilen bir savaş değildir bu. Allah’ın egemenliğini kulların egemenliğinin üstüne çıkarmaktır, İslam’da cihadın amacı. Bu savaş kulların egemenliğini kurmak için değildir, yeryüzünde Allah’ın devletini kurmak ve O’nun egemenliğini sağlamak içindir. Bunun için cihad hareketinin tüm “yeryüzünde” bütün insanların özgürlüğü için yaygınlık kazanması, harekete geçmesi kaçınılmazdır. Bu konuda, İslam yurdunun sınırlarının içi ile dışı farketmez. Her taraf “yeryüzüdür”, her tarafta insanlar yaşıyor ve her tarafta kula kulluk vardır, tağutlar vardır…”[3]
[1]. Aynı ayetin tefsirinden
[2]. Nablusi Tefsiri, aynı ayetin tefsirinden
[3]. Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’an, aynı ayetin tefsirinden